“Güçlü konusu, egzotik atmosferi, alıntı yapılabilecek kadar etkileyici diyalogları, muhteşem oyuncu kadrosunun başarılı performansı ve Max Steiner’in bestelediği duygu yüklü müziği ile Casablanca, 1940’ların Hollywood’unun ideal romansı*” mıdır? O değilse nedir?
“İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşmasıyla tutsak Avrupa’daki gözler, umutla veya umutsuzlukla Amerika kıtasındaki özgürlüklere çevrilmişti. Lizbon, Amerika’ya gitmek için bir hareket noktası haline geldi. Ama Lizbon’a ulaşmak o kadar kolay değildi. Göçmen kafileleri zorluklar içinde, dolambaçlı yollardan ilerliyorlardı. Paris’ten Marsilya’ya, Akdeniz’den Oran’a, oradan da trenle, arabayla ya da yaya olarak Fas’ın Casablanca şehrine… Burada talihli olanlar, para, ısrar ya da şansları sayesinde çıkış izni alıp, Lizbon’a koşuyorlardı. Ve Lizbon’dan da ver elini Yeni Dünya… Kalanlar ise, Casablanca’da bekliyorlardı…”
Casablanca’da bekleyen bu kalabalığın içinde biri vardı ki, -çoğu erkeğin sırf onun karizmasına sahip olmak uğruna sigaraya başladığını, ancak bir karton sigarayı aynı anda yakıp baca misali tütseler bile aynı etkileyiciliğe asla erişemeyeceklerini düşünüyorum- burada herkesin sahip olamayacağı bir çevreye ve saygınlığa sahipti. Rick Blaine (Humphrey Bogart), işletmekte olduğu Rick’s Café Americain’de kendine dönük çıkarları ve hedefleri olan, günü geçirmeyi odak noktası haline getirmiş bir hayat yaşamaktaydı. Kimse için kendini riske atmazdı, tarafsızdı. Yaptığı iyilikleri, geçmişini konuşmazdı. Has adamdı. Yakışıklıydı.
Rick Blaine’in bütün o vakur duruşu, bir gün Ilsa Lund’ın (Ingrid Bergman), “dünyanın bütün ülkelerinin bütün şehirlerindeki bütün barların içinde” gire gire Rick’s Café Amercain’e girmesiyle yerle bir oldu. Paris Almanlar tarafından işgal edilmeden önce hayatının en güzel günlerini birlikte geçirdiği kadın, işgal gününde Alman askerlerinin gri üniformalarına karşın maviler (la liberté**) giyen kadın, geçmişi hakkında hiç soru sormadığı kadın, yanında başka bir adamla çıkagelmişti çünkü…
Ilsa’nın yanındaki adam, Victor Laszlo (Paul Henreid), tüm Avrupa’da fikirleri ve örgütsel faaliyetleriyle nam salmış, ismiyle müsemma bir şahsiyetti. Yandaşları hatta yoldaşlarıyla büyük bir gizlilik içinde, şifreler ve sembollerle iletişime geçmekteydi. Mücadeleci, cesur ve firariydi… Ve gelgelelim Ilsa Lund’un kocası olmak şerefine de naildi.
Ilsa ve Rick ayrı zamanlarda Sam’in “hüzünlü” piyanosundan As Time Goes By’ı dinleyip bedbaht oladursunlar, tüm film boyunca rengini asla belli etmeyen ‘Captain’ Louis Renault ve Nazi Binbaşı Strasser çoktan Rick’in elinden bulundurduğu gizli belgelerin peşine düşmüştü. Bu belgeler Ilsa ve Victor’ın Casablanca’dan kaçmasını sağlayabilirdi. Ilsa, kocası ve kendisi için Rick’e yalvarmaya, hatta onu silahla tehdit etmeye hazırdı. Ve filmin sonunda Rick Blaine tarafsızlığını bozarak, bu belgeleri sevdiği kadını ve onun kocasını Lizbon’a göndermek için kullanacaktı. Ilsa “eğlenilecek adam”ı anılarda bırakıp, “evlenilecek adam”la birlikte yola devam edecekti. Rick’in kısa bir süreliğine kokladığı çiçeğin kokusu burnunda kalacaktı. Blaine’in bu asil davranışından çok etkilenen Vichy Hükümeti yandaşı Renault ise elindeki “Vichy Water” şişesini çöpe savuracak, Nazi binbaşıyı öldürmek suçundan Rick’in paçasını kurtarmasıyla da aralarında bir “arkadaşlık” başlayacaktı.
Lizbon uçağı karanlık gökyüzüne doğru havalanırken, film izleyicisinin yüzünde buruk bir tebessüm bırakacak, çekilmesinden 69 yıl sonra bile “efsane” olarak hatırlanacaktı…
Ve Paris her zaman Ilsa ve Rick’in olacaktı…
***
Öyleyse Michael Curtis’in tüm zamanların en iyi filmleri arasında yerini almış olan filmi Casablanca derin ve etkileyici bir aşk filmiydi. Casablanca bir aşk filmi miydi?
Casablanca, salt bir aşk filmi değildi. Bir savaş dönemi başyapıtı olarak değerlendirilen film birçok siyasi sembollerle doluydu.
Daha ilk sahnelerde polis tarafından evraklarının eksik olması gerekçesiyle kovalanan kişinin, Almanya’nın Fransa’yı işgali sırasında kurulan sözde Vichy Fransa’sı hükümetinin başkanı Mareşal Philippe Pétain’in*** posteri önünde vurulması, elindeki kağıtta General De Gaulle’ün Londra’da kurmuş olduğu direniş örgütünün simgesi olan Lorraine Haçı’nın bulunması, yine Mareşal Pétain’in Fransız bayrağının simgelediği kavramları değiştirme girişimine bir gönderme olarak polis merkezinin girişindeki “Liberté, Égalité, Fraternité” yazısına dikkat çekilmesi gibi unsurlarla film aslında Nazizm’e karşı tavrını açıkça ortaya koyuyordu.
Avrupa ve Amerika’dan bağımsız bir bölgede, işlettiği barı ile tamamen apolitik bir görünüm sergileyen Rick Blaine, kendi ülkesi olan Amerika Birleşik Devletleri’ni temsil ediyordu. Kısaca “Rick’s” olarak anılan barı da, tıpkı ülkesi gibi her türden ve görüşten insanı içinde barındırmasıyla çok uluslu bir imaj çiziyordu. Rick’in “kimse için kendimi riske atmam” sözleri ise Amerika’nın tarafsızlığı olarak yorumlanmaya son derece müsaitti.
Özgür Fransa hayalleri kuran ve bu uğurda tehlikeli oluşumlar içine giren Victor, isminden de anlaşılacağı gibi zaferi temsil ediyordu. Onun savunduğu Nazi Almanya’sından bağımsız, özgür Fransa ideali bir “zafer” olarak nitelenmekteydi.
Ilsa ise, umutsuz bir anında Amerika ile yakın ilişkiler içine girmiş olsa da, aslında hayallerinden ve “zafer” beklentisinden kopamayan Avrupa’ydı. Ve “Amerika”nın anlaması gereken nokta, “Avrupa”nın ondan bağımsız olarak, kendi inançlarıyla var olması gerekliliğiydi. Bu ise ancak Amerika’nın Özgür Fransa yararına savaşa dahil olması, yani Rick’in elindeki evrakları Ilsa ve Victor’ın kaçışı için kullanmasıyla mümkün olabilirdi. Özgür Fransa Hareketi’nin Amerika’ya olan teşekkürü ise, Victor’ın Rick’e söylediği “Savaşa hoş geldin. Bu kez bizim taraf kazanacak” cümlelerinde gizliydi.
Ve son olarak, Amerika’ya savaş ilan eden Almanya misali, Binbaşı Strasser havaalanında Rick Blaine’e silahını doğrultuyordu. Ancak kaybeden kendisi oluyor, filme sonradan eklenen o son cümle**** ile de Fransa-Amerika dostluğuna vurgu yapılıyordu.
***
Hangi açıdan okunursa okunsun, Casablanca, hakkında sarf edilen tüm olumlu eleştirileri hak eden bir başyapıt. Dönemin maddi olanaksızlıkları da göz önüne alındığında başarısının çok daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum. Siyah-beyaz tonlarının büyüsü, başarılı ışık kullanımı, görsel atmosferi ve muhteşem oyunculuklarıyla Casablanca her daim en sevilen filmler arasında kalacak.
Filmle ilgili ilginç bir ayrıntıdan bahsederek yazımı sonlandırmak niyetindeyim:
Çoğumuzun dilimizden düşürmediğimiz, uygun bir an bulduğumuzda dile getirmekten mutluluk duyduğumuz “Tekrar çal, Sam (play it again, Sam)” repliği film içinde duyulmamaktadır. Sevgili Ingrid Bergman büyüleyici güzelliği ile, portatif piyanosunu kapıp derhal çağırıldığı yere koşan Sam’e “Play it once, Sam”, “Play it, Sam” ve hatta “Sing it, Sam” demektedir. Ancak “Play it again, Sam” sözü filmde asla işitilmemektedir… İlginç değil mi?
“Here’s looking at you, readers!”
*Bergan, R. (2008). Eyewitness Companions Film. İnkılâp.
**Fransız bayrağının renkleri mavi, beyaz ve kırmızı sırasıyla “Özgürlük (liberté)”, “Eşitlik (égalité)” ve “Kardeşlik (fraternité)” kavramlarını temsil eder.
*** “Je tiens mes promesses, meme celles des autres”.
**** “Louis, I think this is the beginning of a beautiful friendship.”
Filmi yeni izledim. Çok aydınlatıcı bir yazı olmuş. Elinize emeğinize sağlık.