Çocukça saflık, çocukça duyarlık, insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu, ne yazık ki yitirdiği şey…
( Küller ve Kemikler, Ahmet ULUÇAY)
Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2004); Ahmet Uluçay’ın uzun metraj filmi. Bir bakıma çocukluk hayâllerimizin, dünyayı ya da en azından hayatımızı ve içinde yaşadığımız yeri değiştirmeyi düşlediğimiz, dışardan çoğu kez budalaca görünen; bir tür kahramanlığa soyunduğumuz, “Olmayacak dualara âmin dediğimiz” günlere, bizleri Recep ve Mehmet’in hikâyesi ile tekrar götüren, tüm özgür ve farklı olan ruhların filmi. Saf, temiz, doğal olduğu kadar, zor ve mücadele azmiyle dolu bir hikâye. Gerçekçi bir hikâye de değil, gerçeğin ta kendisi.
Recep ve Mehmet, küçük kasaba ve köy yaşamı içinde kendi gerçeklerinden kaçış ya da gerçeğin içinde düşü yaşamak tutkusuyla bir film projeksiyon makinesi yapma fikrine delicesine bağlanırlar. Deliliktir bu iş, zira köylüden sinemacı mı olur? Nitekim delilik olan bu işin tek destekçisi olan Ömer de delidir zaten.
Sinema tutkusu iki kafadar için taşranın tutuculuğu, dar düşünce kalıpları ve dini dogmalarıyla sancılı bir sürece dönüşür. Bu durum bir yönüyle evrenseldir ve imkânsızlıklar içinde mücadele eden tüm sanatçı ruhların sancısıdır.
Film; bir evden çıkarılan cenazenin tabuta konulduğu sahne ile başlar. Ölüm yaşamın sürekliliği ve rutini içinde verilir. İnsanlar günlük hayatlarını sürerken yaşam ve ölüm iç içedir. Etrafta dolaşan kedi, bu döngünün canlı türleri için geçerliliğini vurgular gibidir.
Karpuzcu Kemal, bir taburede oturur ve ölünün tabuta konulmasını izler. Yüzündeki ifade hem kayıtsız ve tepkisizdir hem de kendi sonunu izliyordur sanki . Dar kasaba çerçevesinde, hayatının ve hayallerinin sıkışmasına, doğduğu bu aynı atmosferin toprağına, çürüyen ruhu gibi bir gün çürüyen bedeninin de karışacağına dair düşünceyi gözlerinde buluruz. Ölünün bir yakınının gözlerinden süzülüp yere damlayan gözyaşları bir imzadır sanki bu kaçınılmaz kadere. Ölünün tabut içinde fark edilir bir şekilde hareket etmesi belki de yönetmenin, bu saçmalığa saçma bir misillemesidir.
Recep, karpuzcunun yanında çıraktır. Mehmet ise berber çırağıdır. Hayatlarının acı gerçeği ve onları düşlere iten de budur. Ya bir trene atlayıp nereye olursa oraya gidecekler ya da sinema ile yeni dünyalar yaratacaklardır kendilerine. Zoru seçerler, yeni bir dünya yaratmayı, sinemayı… Kopuk filmleri toplarlar sinema önlerindeki çöplerden. Saniyede 24 kare geçmelidir ekrandan. “Gıpırdamalıdır” resimler. Çok defa denerler, çok da yenilirler. Ancak tek sorun 24 kare ve yeterince hızlı olabilmek değildir. Onlar her gün kopuk filmlerinin yok edilme sorunuyla baş ederler. Recep ve Mehmet, mücadeleye her defasında koparıldığı yerden yeniden başlar. Recep’in annesi için şeytan işidir sinema. Şeytanı şeytanın maddesiyle yok etmek için, sakladıkları yerden filmleri alır. Kadınların ekmek yaptıkları yere getirir ve ateşe atar. Yönetmen bu mekânı cehennemden bir bölme gibi tasvir eder. Ateşin başındaki kadınlar, cehâleti, ilkelliği harlayan zebanilerdir. İnsanı geri bırakan kokuşmuş fikirlerin türediği, yeniliğin ve değişimin ateşe verildiği bu yer; şeytanın asıl evidir.
Bir gün Recep, karpuz kabuklarını hayvanları için isteyen dul Nezihe ile tanışır. Nezihe’nin kızlarından en az sinema oynatmak kadar ulaşılması zor olan ve kendinden yaşça büyük Nihâl’e âşık olur. Sinema ve aşk, artık ulaşılması zor iki düşü vardır Recep’in. Aşk da burada yönetmenin gözünde bir deliliktir ve belki de imkânsızdır.
Recep, Nihâl’e bir mektup yazar ve Nihâl’e götürür. Mehmet, mektubu vermeden önce kendini bir labirentin içinde çıkışı ararken bulur. Eski, yıpranmış ama yine de aşılması zor duvarlar, üstüne üstüne gelir. Geniş ufuklara sahip Recep ve Mehmet’in sıkıştığı taşradır bu duvarlar; kalıp değerlerdir, ön yargılardır, geri zihniyettir, ilkelliktir; çaresizliğin ve kaçınılamayan kaderin temsilidir. Sonunda Mehmet çıkışı bulur, ışığa yürür.
Nihâl önce mektubu almaz ve Mehmet’e tokat atar. Ancak daha sonra mektubu alır. Bu çelişki bir nevi toplumun yeniliğe ve değişime verdiği tepki ile bağdaşır. Nitekim, toplum önce yeniliğe, farklılığa direnç gösterir; sonrasında ise bu değişime alışır, kabullenir, özümser ve sindirir. Şeytan işi ve yasak olan artık vazgeçilmez ve lezzetlidir. Nihâl’in Recep’in getirdiği cevizi gizlice kırıp yemesi gibi haz vericidir.
Recep, Nihal’e kavuşmak ve resimlerin hareket etmesi için dede dedikleri bir mezara gelir, dua eder ve mum yakar. Geleneksellik ve modernlik ya da köklere bağlı bir değişim ve yeniliğe vurgudur bu sahneler.
Recep mektubuna cevap bekler ve Nihâl’in mahallesinden geçer kimi geceler. Ancak bir gün onların başka bir şehre taşındığını öğrenir. Yıkılan Recep’i teselli eden Mehmet’e göre, bu işin böyle olacağı başından bellidir. Çünkü, kasaba kızıdır bunlar, güvenilmezdir. Kasabalı ve köylü bir olur mu? Kasabadaki berberin ve fotoğrafçının ifadesi ile köylünün zanaatla, fotoğrafla da ne işi olacaktır? Ancak ekip biçmelidir onlar. Aşkta bile ayağını denk almalıdır köylü Recep.
Recep ve Mehmet, inatçı umutlarının meyvesini yerler sonunda. Resimleri hareket ettirirler. Recep’in aşk deryasında batan karpuz kabuğu gemisi, sinema deryasına yelken açar. Sahile gitmek ister iki kafadar. Açarlar bir sahil resmini, yansıtırlar tavana.”Oohh sahil gibisi de yok” derler. Köyün üç delisidir onlar: Recep, Mehmet ve Ömer…
Halil DUSAK