Günümüz dünyasının her geçen gün yükselen sınırları ve o sınırları aşmaya çalışan insanların çıktığı ölümcül yolculuğu konu alan mülteci temalı filmler, II. Dünya Savaşı yıllarında geçen soykırım filmlerinde izlemeye alışık olduğumuz üslubu devam ettirirler. Sınırın ya da gümrüğün tehlike altında aşılmaya çalışılması, yasal engeller, polis ve asker korkusu, tedirgin bekleyişler içeren pasaport kontrolleri, sağlıksız koşullarda havasızlıktan ya da hastalıktan ölen insanların dramı, bu filmlerin hikâye çatısını oluşturur. Mülteci filmleri, en zayıf anlarında sığınacak bir yer arayan insanların, salt varlıklarıyla bile toplum için bir tehdit olarak görüldüğü düşüncesi üzerinde durur.
11 Eylül saldırısına kadar bir tür acıma ve kurban söyleminin baskın olduğu mülteci filmlerinde, bu tarihten sonra daha komplo ağırlıklı ve saldırgan bir üslup görülür. Hümanizm odaklı sinema filmlerine baktığımızda durum bundan çok farklı değildir. Günümüz Avrupa ülkelerinin kamusal destek fonlarından yararlanan filmler, umutsuz bir kısır döngüye girmiş; formüle ve gözyaşı ticaretinde dayalı birer melodrama dönüşmüştür.Bu türün filmleri, yer yer toplumsal gerçeklikten kopan unsurlar içerse de, tüm dünyayı ilgilendiren güncel bir sorununa el atması açısından oldukça önemlidir. Mültecilerin yaşadıklarına dair kitle iletişim araçları üzerinden zerk edilen duyarsızlık belki de sinema perdesinde anlatılan hikâyeler üzerinden değişime uğrayacaktır.
District 9
1982 yılında büyük bir uzay gemisi Johannesburg kenti üzerine yerleşir. Bir süre hiçbir temas sağlanamayan uzay gemisiyle gelenlerin, uzaylı yaratıklardan oluşan bir mülteci kafilesi olduğu anlaşılır. Bu karidese benzeyen uzaylı topluluk, hükümet tarafından 9. Bölge adı verilen bir kampa yerleştirilir.
2010’da yılına gelindiğinde sayıları 1.8 milyona ulaşan ve kontrol edilmesi zorlaşan mülteciler, kamptan tahliye edilmeye çalışılır. Bu sırada onları kamptan çıkarmaya çalışan memur Wikus van de Merw temas ettiği bir biyokimyasalın etkisiyle vücudunda başkalaşmalar meydana gelir ve bir uzaylıya dönüşmeye başlar. Bu değişimi saklayamayan Merw, hükümetin yeni hedefi hâline gelir.
District 9, gelecekle ilgili olmayan bir bilim kurgu, zamansız olmayan bir distopya örneğidir. Film, ne doğulu ne de siyah olan kurmaca karakterler üzerinden “öteki” ve “istilacı tür” söyleminin nasıl kurulduğunu göstermektedir.
Children of Men
Distopik bir bilim-kurgu örneği olan film, belirsiz bir hastalık nedeniyle insanların üreme özelliklerini kaybetmelerini konu alır. Britanya’da on dokuz yıl önce doğan son gencin de öldürülmesi ile son umut da tükenmiştir. Bu durumun insanların üzerinde yarattığı bunalım, yaşama dair inançsızlık; politik ve ekonomik alanda yarattığı istikrarsızlık filmde detaylı bir şekilde işlenir. Başta İngiltere olmak üzere birçok gelişmiş ülke, sınırlarını daha kapalı hâle getirerek vatandaşları üzerindeki baskıyı arttırmış; dışarda da mülteci akınına karşı şiddetli bir mücadele vermeye başlamıştır.
Anarşinin ve terör eylemlerinin arttığı, sığınmacı sorunun savaşa dönüştüğü 2027 yılına gelindiğinde umut yüzünü yeniden gösterir. Mülteci kamplarında yaşayan siyahi bir kadının (Kee) hamile olduğu anlaşılır. Dünya için büyük bir önem arz eden bu durum, siyasi bir koz olarak kullanılmaya çalışılır. Kee’nin bu tehlike nedeniyle gizli bir örgüt tarafından yurt dışına kaçırılma öyküsünü olay örüğüsün merkezine alan film, çocuk sesleri olmadan dünyanın yaşanılır bir yer olamayacağı fikri üzerinde durur.
Hotel Rwanda
Film, 1994 yılında Ruanda’da Tutsi ve Hutu kabileleri arasında yaşanan iç savaşı konu alır. Bir soykırıma dönüşen bu savaş nedeniyle yüz binlerce insan ölmüş; şiddetten ve katliamdan kaçan binlercesi de sığınmacı durumuna düşmüştür. Kendisi de bir Hutu olan Paul, yabancılara hizmet veren bir otelin müdürüdür ve Tutsi bir kadınla evlidir. Katliam başladığında öncelikle kendi ailesini kurtarmaya çalışsa da durumun farkına varınca kendi ailesinin yanı sıra kurtarabildiği tüm Tutsi ve Hutu kabilelerini otelde saklamaya çalışır. Paul, insanüstü çabası sayesinde 1268 mültecinin hayatını kurtarır.
Bir insanlık dramını ve gerçek bir kahramanlık hikâyesini içinde barındıran film, öteki kavramının kendini birçok kılıfta gösterebildiğinin altını çizer. Tarihe kara bir leke olarak geçen bu olayın -kimsenin umurunda olmayan- Ruanda gibi bir ülkede de yaşansa tüm dünya için büyük bir utanç teşkil ettiğini vurgular.
Biutiful
Barcelona’da yaşayan Uxbal, ülkeye kaçak yollardan giren göçmenleri yasadışı işlere yerleştirerek geçimini sağlamaktadır. Yeri geldiğinde polise rüşvet veren, toplumun dışladığı insanlara yardımcı olan aynı zamanda onların sırtından geçinen “gri” bir karakter olarak gösterilir. Şehrin karanlık tarafında, yalnız ve sürekli kaybeden olarak yaşayan, barınacak doğru düzgün bir yeri olmayıp açlık sınırında yaşayan mültecilerin hikâyesi ise filmde alt metin olarak verilmektedir. Onların yaşadığı dünya da her şey kirlenmiş, ikiyüzlü politikalar ve rant çevreleri nedeniyle yaşamları kaygı verici bir mağduriyete dönüşmüştür.
Filmde, kaçak çalışan mültecilerin bodrum katlarında, kalabalık gruplar halinde kaldıkları sağlıksız ortam tüm çıplaklığı ile gözler önüne serilir. Yasal olarak var olmayan bu insanların sahip oldukları hayat şartları, onları kırılgan bir çizgide yaşamaya mecbur bırakır.
Sin nombre/Without Name
Yönetmenin iki yıl boyunca Orta Amerikalı göçmenlerle yürüttüğü belgesel nitelikli bir çalışmanın ürünü olan film, babası daha önceden ABD’ye göç eden ve neredeyse onu tanımadan büyüyen Honduraslı bir genç kız olan Sayra’nın, babası ve amcası ile başladığı yolculuğu konu edinir.
Sayra ile yolları bir yük treninde kesişen Casper ise, Meksika ve Orta Amerika’da barbarlıkları ile ün salan çetelerden birine mensup Meksikalı bir gençtir. Kendi çetesinden kaçan Casper ve ABD’de yeni bir hayat kurmak üzere yola çıkan Sayra’nın hikâyesi üzerinden Orta Amerikalı mültecilerin Meksika’dan ABD’ye “Amerikan Rüyası”nı gerçekleştirmek için hayatları pahasına katlandıkları zorluklar gözler önüne serilir. Filmin Casper ile ilgili kısmı çetelerin işleyişini, kendi aralarındaki dili ve göçmenlere yönelik saldırılarını anlatırken; Sayra’nın hikâyesi daha çok Amerikan Rüyasına odaklanır.
Kefernahum
“Orada çocuklar eceliyle ölüyormuş!” repliği ile akıllara kazınan Kefernahum, Ortadoğu’daki mülteci sorununa ve artan çocuk hakları ihlaline etkileyici bir açıdan yaklaşır. Gerçekten de Suriyeli bir mülteci olan Zain, sokaklarda büyüyen okula gidememiş çocuklardan biridir. Film, sokağın ve yaşamın tüm şiddetine tanık olan bir çocuğun, masumiyetini erken kaybedişinin de hikayesidir.
On üç yaşındaki Zain, şiddetli bir mağduriyete dönüşen hayatın tüm ağırlığını omuzlarında hisseden mülteci bir çocuktur. Sefalet içindeki hayatından ve kendisine karşı zalimce davranan ebeveynlerinden kaçarak sokaklarda yaşamaya başlar. Bu yeni şartlar nedeniyle yolu Ortadoğulu ve Afrikalı mültecilerle kesişir. Filmde, bu insanların sahip olduğu imkânların bir karşılaştırması yapılır. Mülteci temalı filmler arasında son dönemin dikkat çeken yapımlarından biri olan Kefernahum, doğduğumuz coğrafyanın ve ailenin değişmez bir kader olduğu savı üzerinde durur.
Buoyancy
Kendine ailesinden uzakta daha iyi bir yaşam arayan Kamboçyalı Chakra, beş parasız çıktığı bu yolculuğun sonucunda umut tacirleri tarafında Tayland’ta bir trol gemisine satılır. Daha 14 yaşında olan Chakra, artık her gün ve her saniye ölümle burun buruna yaşamak zorundadır. İnsan hayatının bir sardalyadan daha az değerli olduğu bu gemide ölene kadar çalışması gerekecektir.
Chakra’nın zayıf karakteri; baskı, şiddet ve işkence altında geçen ayların ardından yavaş yavaş çatlamaya başlar. Kendisini köle olarak kullananlar gibi insani duygularını zamanla yitirir. Duygularını maskelemeyi öğrenir ve hayatının en zor kararlarından birini verir: Bir kurban olmayı bırakmalı ve bu çıkmazdan kurtulmanın yolunu bir yolunu bulmalıdır.
Şiddeti kullanması gereken bir ihtiyaç ve bir kurtuluş yolu olarak gösteren film, seyirci üzerinde boşluğa vurulan sert bir yumruk etkisi yaratır. Film, günümüz dünyasının deniz ürünleri ihtiyacını karşılayan bu küresel endüstrinin aslında büyük bir insanlık suçunun üzerine kurulduğunu göstermesi açısından oldukça önemli bir görevi de yerine getirir.
Kaynakça
Elif Tuğba Doğan, “Amerikan Rüyası İçin Ödenen Bedel: Orta Amerikalı Göçmenlerin Meksika Deneyimi”, Ayrıntı Dergi, 11 Ağustos 2017.
Sarita Malik, (1996). Beyond ‘The Cinema of Duty’? The Pleasures of Hybridity: Black British Film of the 1980s and 1990s. Andrew Higson (der.), DissolvingViews: KeyWritings on British Cinema, London: Cassell, s. 202-215.
Yavuz Selim Söylemez, “Sinemada Göçmen Sorunu ve Iñárritu’nun Göçü: “Biutiful”, Marmara İletişim Dergisi, sayı: 24, 2015.
Özgür Yaren, “Göçmen Sinemasını Yeniden Düşünmek”, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültürel Çalışmalar Dergisi, 2015,2(1): 207-223.
Özgür Yaren, (2008). Altyazılı Rüyalar, Ankara: De Ki Yayınları.