Eski bir okul arkadaşımızla sosyal medyadan takipleşmekte ya da mesajlaşmakta pek bir sorun yoktur. Ama ne zaman ki iş yüz yüze buluşmaya gelir işte o vakit gerginlik artar. Zira yıllardır görüşülmüyordur. Ortak olarak paylaşılacak pek bir şey kalmamıştır. Bu yüzden de zaten gergin gittiğimiz bu buluşma genelde tam da kafamızda kurduğumuz gibi berbat geçer. Bir de tabii bu arkadaşımızla geçmişte paylaştığımız birtakım özel anılarımız varsa…
Ali Kemal Güven’in ilk uzun metraj kurmaca filmi Çilingir Sofrası (2022), hepimizin başa çıkmakta zorlanacağı, gitmekle gitmemek arasında büyük bir kaos yaşayacağı, iptal etmek için türlü oyunlar peşinde koşacağı bir buluşmaya bizi ortak ediyor. Yusuf Efe (Ahmet Rıfat Şungar) ile Emir Can (Barış Gönenen) malum buluşma sayesinde bir yandan kendi geçmişleriyle yüzleşirken bir yandan da o çetrefilli geçmişlerinin ağırlığını bize de yüklüyorlar. Prömiyerini yaptığı 41. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel ödülünü Güven’e En İyi Erkek Oyuncu ödülünü ise Şungar ve Gönenen’e kazandıran ve şimdi 29. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin ulusal yarışma seçkisindeki Çilingir Sofrası, yarattığı etkiyle şimdiden yılın en iyileri arasına girmiş durumda.
Yarım Kalmış Bir İstanbul Masalı: Nereye Gidiyorsun (Cem Adrian)
“Gölgeni, ismini sil yavaş yavaş.
Giderken bu kentten tükür yüzüne yalnızlığının.
Kalbini, kendini sök yavaş yavaş.
Giderken bu kentten sakın ağlama sus.”
Güven, verdiği birçok demeçte dile getirdiği gibi bir Atıf Yılmaz ve bu nedenle de Beyoğlu hayranı. Ama en önemlisi, benim gibi son süreçte büründüğü çirkinliğe kızıp da Beyoğlu’na sırtını dönenlerden değil. Hâlâ ve her şeye rağmen Beyoğlu’nu kucaklıyor. Ne yalan söyleyeyim, Çilingir Sofrası’nı izledikten sonra benim Güven kadar Beyoğlu’na vefa duymadığımı görüp kendimden utandım. Güven, Beyoğlu’nu seçerek hem kendine örnek aldığı ustası Atıf Yılmaz’a hem ellerimizden kayıp giden bir mekâna vefa gösterip ilgimize mazhar olurken asıl hamlesini ise meyhane seçimiyle yapıyor. Film, büyük bir kısmını Beyoğlu tutkunlarının çok iyi bildiği Sofyalı 9’da geçiriyor. Fasıl eşliğinde rakı içip, mezelere gömüldüğümüz, aynı zamanda da iki lafın belini kırdığımız mütevazı bir meyhane.
Gel gör ki beli kırılacak iki lafın etrafı dikenli tellerle çevrilidir. Bu nedenle de Yusuf ile Emir’in sohbeti ilk başta çok tutuk geçiyor. Fakat gerek rakının gerek şarkıların etkisiyle yavaş yavaş uzun yıllardır kilidi açılmayan sandık açılıyor. Ve tüm sırlar özgür bırakılıyor. Lakin Yusuf, Emir kadar hafızasını tazelemeye yanaşmıyor. Güven, genelde toksik maskünilitenin hâkim olduğu bir mekânda kuir bir hikâyenin en can alıcı parçalarının etrafa saçılmasına izin vererek sadece mekânların, içkilerin, giysilerin, mesleklerin ve daha nicesinin kimsenin tekelinde olmadığını ispatlamakla kalmıyor aynı zamanda yaptığı cesur hamleyle ülke sinemasının geleceğine de ışık tutuyor.
Güven, küçük bir meyhanenin gerek içini gerek kapı önünü gerekse de fasıl yapılan sahnesini oldukça etkili kullanıyor. Film, masadaki derin sessizliklerden kapı önündeki imalara oradan da yan yoldaki şiddete meyleden tartışmalara ve Ecrin Bolkar’ın hayat verdiği abla karakterinin Nazan Öncel’in eseri “Bunu Bir Ben Bilirim Bir Allah” şarkısını yorumlamasına kadar geçen tüm anlarında seyircinin ilgisini diri tutmayı başarıyor. Filmde hem muhteşem bir sabah manzarası sunan İstanbul’u hem de adeta kapana kısıldığımız meyhaneyi oldukça etkin kullanılıyor.
Doksanlardan Bir Karışık Kaset Gibi: Bunu Bir Ben Bilirim Bir Allah (Nazan Öncel)
“Gönlümün tellerine mızrap dayanmaz.
Dudaktan öpmezsen aşkım bilinmez.
Şimdi gelmezsen ateşim sönmez.
Mecbur değilsin ama kalbim bilmez.”
Çilingir Sofrası’nı izlerken aklıma doksanlı yıllarda kendimize ya da arkadaşlarımıza, sevgilimize özel olarak doldurduğumuz karışık kasetler geldi. Bunda Nazan Öncel’in şarkılarının ağırlıkta olmasının payı vardır elbette. Film boyunca tabiri caizse kulağımızın pasını silen müzik neredeyse hiç susmuyor. Üstelik Güven, sadece doksanlardan değil çok geniş bir zaman aralığından oluşturmuş filmin soundrack’ini.
Müzik, adeta müzikal tadında ilerleyen filmde kimi zaman non-diegetic kimi zaman da diegetic olarak duyuluyor. Yazımdaki ara başlıklara da esin kaynağı olan şarkıların hepsinin filme uyum sağladığına, hikâye ile kucaklaştığına kuşku yok. Fakat müziklerin hiç susmadığı filmde karakterlerin de birkaç sahne haricinde hiç susmadıklarını eklemek gerek. Bu nedenle de bazen diyaloglar ile müziklerin birbirini boğduğunu söylemek mümkün. Zira Şungar da Gönenen de adeta karşılarında şapka çıkarılacak bir oyunculuk sergiliyor. Güven, oyuncularının suskunluklarına daha çok alan açsaydı belki daha iyi olabilirdi. Gerçi Güven’in kendi hayatından da izler taşıyan hikâyeyi çekerken beyninin içinde duyduğu melodilere kayıtsız kalması mümkün olamazdı sanırım. Ne demiş şair? “Gönlümün tellerine mızrap dayanmaz.”
Altmış Dakikalık Bir Hatırlayış: Ben Her Zaman Sana Âşıktım (Kalben)
“Ben her zaman sana âşıktım.
Ben her zaman sana âşıktım.
Cennetin sahibi karnı burnunda hamile.
Ama yer vermiyor otobüsteki hergele.
Hayat üç perdelik tatsız bir kabare.
Biz seninle çocuk kalalım mı habire.”
Biraz önce de dediğim gibi Güven, kendi yaşanmışlıklarından da yola çıkarak seyirciye dört bölümden oluşan altmış dakikalık bir hikâye sunuyor. Ama bu hatırlanan, hatırlanmak istenen veya hatırlanmak istenmeyen anılar; hem karakterleri hem de seyirciyi duygusal anlamda zorluyor. Zira Yusuf ile Emre, birçok yaşıtı gibi ergenlik döneminde büyümenin vermiş olduğu yükü taşımanın, değişen bedenleriyle mücadele etmenin yanında başka yükler de sırtlanmışlardır. Ama tabii her sonu getirilen hikâyede olduğu gibi onlarınkinde de mutlu bir başlangıç vardır. Çilingir Sofrası, aynı zamanda geçmişte yarım bırakılmış bir hikâyeyi sonlandırarak aslında büyümelerini de bu nedenle yarım bırakan Yusuf ile Emre’nin yetişkin olma hikâyesidir. Yapılan seçimler ister ömür boyu bir esareti ister mutlak özgürlüğü getirsin. Ne fark eder?
İşte bu dört bölüme ayrılan film, Yusuf ile Emir’in geçmiş sürecinin bir özeti gibidir. İlk bölümde araya giren yılların verdiği bir çekingenlik, ikinci bölümde hafiften imalar, üçüncü bölümde gerçekler ve inkâr, dördüncü bölümdeyse ayrılık vuku buluyor. Bu nedenle aslında dört bölümlük mini bir dizi için planlanan hikâyenin adeta tiyatro perdesinin kapanmasını andıracak şekilde kararan ekran ile bölünmesinin yarattığı kopukluk çok da sorun edilmiyor. Günün sonunda şairin dediği gibi: “Hayat üç perdelik tatsız bir kabare.”
Bir Türkiye Panoraması: Kimseye Etmem Şikâyet (Kemani Sarkis)
“Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime.
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime.”
Meyhane, rakı, meze, fasıl, ince belli bardakta çay, boğaz manzarası, baskıcı aile, kıskanç erkek ve daha nicesi… Hepsini yan yana yazdığımızda buram buram oryantalizm kokusu almamak mümkün değil. Fakat Çilingir Sofrası, her ne kadar oryantalizmden beslense de asla bu durumu kanırtmıyor. Mesele neyi ne kadar kullanacağındır aslında. Güven de bu ölçüyü iyi tutturuyor.
Masanın baş konuğu rakı da mezeler de hiçbir zaman ikili arasındaki güçlü çekimi manipüle edemiyorlar. Evet, belki Bolkar’ın performansı her şeyi gölgede bırakacak güçlülükteydi ama onun dışındaki mekân, yiyecekler, sokak, güneş, boğaz yani Yusuf ile Emir dışındaki her şey bir adım ötede duruyor. Rakı sofrasındaki kadehlerin arasına konulan kırmızı güle her ne kadar dikkat kesilsek de günün sonunda o gül masaya indiğinde Yusuf ile Emir’in birbirlerine bakışları asıl ilgiye mazhar oluyor.
Tam da Bizden Bir Hikâye: Bıraktım Şaşırmayı (Emir Can İğrek)
“Biri hesap sorarsa, sorumluluk bendedir.
Zaten akıl da akıl karı bir şey değildir.
Tecrübeyle falan sabit değil söylediğim.
Hayatta hiçbir şey sabit değil, söyleyeyim her şey bitecek.
Bu şarkı gibi örneğin.”
Gözlerimizi kırpmadan izleyip hikâyelerine ortak olmak istediğimiz karakterlerin aslında çok tanıdık bir özeti vardır. İstenirse çok rahat melankoliye de dönüştürülecek bir hikâye. Her ülkede az ya da çok yaşanan şeyler… Peki, o zaman Çilingir Sofrası, nasıl bu kadar içerden bir film olabilir? Şöyle ki: Yusuf, klasik tutucu bir ailenin oğludur. Ve ötekileştirilmeyi, ailesini kaybetmeyi, dışlanmayı göze alamadığı için cinsel yönelimini gizli yaşayan hatta biraz homofobik biridir. Emir ise her ne kadar cinsel yönelimi ile barışık biri olsa da tam olarak özgür değildir.
İşte filmi en özgün kılan yanlardan biri de budur aslında. Zira Yusuf karakteri tüm baskıcı toplumlarda çekilen kuir ya da kuir olmayan bir filmde karşımıza çıkabilir. Emir ise arada kalmışlığıyla daha enteresan bir karakter olmayı başarır. Güven, Emir’i bir devlet memuru, bir öğretmen yaparak içinde yaşadığı toplum nedeniyle zoraki bir gizliliğe mahkûm eder. Emir ne kadar kendisiyle barışık olursa olsun iş yerinde kendini gizlemek zorunda kalır. Böylece lgbtqia+ bir bireyin bu ülkede aşması gereken farklı farklı zorlukların da altı çizilmiş olur.
Bazı Dertlerin Çaresi Yoktur!: Gamzedeyim Deva Bulmam (Kınık Kardeşler)
“Kaderimdir hep çektiğim.
İnlerim, hiç reha bulmam.
Kaderimdir hep çektiğim.
İnlerim, hiç reha bulmam.”
Çilingir Sofrası, seyirciyi belki de birçoğumuzun kaçtığı, ertelediği bir buluşmaya şahit ediyor. Ne umduğunu ya da ne bulacağını tam olarak bilemeden sadece hislerin sesine kulak verilerek gidilen bir buluşma… Sonu iyi ya da kötü bitsin yeter ki bitsin denilen bir dert… Yıllardır gizli gizli kanayan bir yara… Ne denilirse denilsin, fark etmez. Öyle ya da böyle artık bitmelidir. İşin zor yanı bu bitişin tüm hezeyanlarına fazlasıyla dâhil oluruz. Yusuf’un acıdan kanayan yüz ifadesi de Emir’in umut dolu bakışı da yüreğimize işler. Tabii bir anlamda da finalde biz seyirciye bakan Emir, bu bakışla pası bizlere de atmış olur.
Böylelikle film, Yusuf ile Emir sayesinde geçmişe bakmamıza, yarım kalan hikâyelerimizi hatırlamamıza, kilitli sandıklarımızı özgürlüklerine kavuşturmamıza vesile olma konusunda oldukça başarılı. Henüz sandığın kilidini açmaya kendini hazır hissetmeyenler için oldukça zorlayıcı bir tecrübe olabilir.