2024, yerli sinema açısından oldukça verimli geçen bir sinema yılı oldu. Sezonun ilk festivallerinden İstanbul Film Festivali’nin ulusal seçkisi her ne kadar birkaç film dışında oldukça vasat olsa da diğer büyük festivallerle oldukça ilgi çekici, sinemamıza hayat suyu veren filmlerle perdede buluşma şansını yakaladık. 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin son yılların en iyi ulusal seçkisi sayesinde yılın en iddialı yerli filmlerini izleme şansı bulduk. 62. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali ise tam tersine son yıllarda irtifa kaybetmesi vesilesiyle oldukça zayıf bir seçkiye sahipti. Yine de özellikle ilk filmini çeken ve ileride neler yapacağı şimdiden merak konusu olan oldukça başarılı isimlerin takdire çayan işleri sinema seyircisini ve eleştirmenleri bir kez daha hem sinemaya hem de yerli yapımlara olan inancını tazeledi. İşte böylesine olumlu bir giriş yapılmasına vesile olan yılın öne çıkan, adından söz ettiren ve ödüllere boğulan filmlerden oluşan liste:
Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri (Yön. Murat Fıratoğlu, 2024)
Dünya prömiyerini 81. Venedik Film Festivali’nde gerçekleştiren Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, festivalin Orizzonti bölümünde Jüri Özel Ödülü’nün sahibi olmuştu. Bu başarının ardından Türkiye prömiyerini 31. Uluslararası Adana Altın Koza film Festivali’nde gerçekleştirmiş ve En İyi Film ödülünün sahibi olmuştu. Ardından 35. Uluslararası Ankara Film Festivali’nde de En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödülünü kazanarak hem seyirci nezdinde hem de festivaller tarafında rüştünü ispatlayan film, sinemamızın kendini aşırı ciddiye alan yapımlarının yanında yer yer absürd, yer yer kara mizaha yer veren, yer yer de belgeselvari yanıyla öne çıkıyor.
Eyüp, başka bir işi olmasına rağmen yaşadığı aksiliklerden dolayı mevsimlik işçi olarak çalışmak zorunda kalır. Çalıştığı yerdeki ustabaşı ile ücreti geciktiği için tartışır. Ve oldukça ani alınan bir intikam planı ile yola düşer. Aslında bu kadar kısa bir şekilde anlatılacak olan filmin hikâyesi, yola düşülmeden önce ve yola düşüldükten sonra olmak üzere iki bölüm hâlinde değerlendirilebilir. Filmin ilk yarım saati kelimenin tam anlamıyla bir belgesel gibi ilerler. Kuru domates üretimi yapan mevsimlik işçilerin yaptıkları işleri tüm detaylarıyla izlerken bir yandan da Eyüp karakteri vesilesiyle işçilerin ücretlerini zamanında alamadıklarını, aslında ustabaşının da bu sebeplerle çok dertli olduğunu öğreniriz. Bu can sıkıcı mevzuların yanında domates ile yere serilen beyaz örtülerin birbiriyle yakaladığı kontrasın kavurucu sıcak ile birleştiği anlar, hem sinemanın hem de tüm görsel sanatların görüntüyle yakaladığı muhteşem gücünün bir göstergesidir. Filmin bu ilk bölümü değme işçi belgesellerine de değme görsel sanat anlarına da meydan okuyacak kalibrededir. Lakin filmin, seyircinin aklını başından alan kısmı daha yeni başlayacaktır.
Eyüp’ün yola düştükten sonraki anları ise bir yol filmine evrilir. Lakin bu yol filmi, Eyüp’ün yolda karşılaştığı insanlarla, yaşadığı enteresan olaylarla sakinleşip durulmasını sağladığı bir kendini bulma hâline dönüşür. Bizzat kendisinin Eyüp karakterine hayat verdiği yönetmen, karakteri sabah güneşinin kavurucu sıcağından akşamüstü güneşin batımına kadar koşturur. Kimi zaman yürüyerek, kimi zaman da arabaya veya motora binerek… Fakat Eyüp, her ne kadar önüne çıkan tüm zorlukları aşıp hedefe ulaşmaya çalışsa da Siirt sokaklarında karşılaştığı insanlar onu yavaşlatır ve ona olumlu anlamda dokunarak duraklatırlar.
Murat Fıratoğlu’nun ilk uzun metrajı Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri; işçi sınıfı, tarım işçilerinin yaşadığı zorluklar gibi oldukça toplumsal konularla birlikte insanın gizil hırsları, bireyin kendi iç çatışması, bireyin içinde bir arada tuttuğu iyi ve kötünün çatışması gibi oldukça bireysel mevzularla da seyirciyi hemhal ediyor. Seyircinin tüm bu meselelere kafa yormasına da vesile olacak, başlama ve bitiş sahneleriyle seyircinin yüzünde defalarca yakaladığı tebessümü perçimleyecek bir destan gibi olan bu film, sadece yılın değil son yılların en iyi yapımlarından biridir.
Filmin yönetmeni Murat Fıratoğlu ile yapılan video röportaja buradan ulaşabilirsiniz.
Gecenin Kıyısı (Yön. Türker Süer, 2024)
Türkiye gibi her döneminde siyasi çalkantıların, darbelerin olduğu ülkelerde siyasi bir alt metne sahip film çekmek zordur. Zaten ülkemizde bu minvalde yapılan çoğu film de bu konuda bir başarısızlık örneğidir. Lakin alegori konusunda yerli sinemada hevesle anılabilecek filmlere sahip olduğumuzu söylemek kısmen mümkündür. Türker Süer de Almanya’da yaşayan ama Türkiye doğumlu biri olarak Yeni Türkiye kodlarını çok iyi okumakla kalmayıp bunu oldukça sarsıcı bir alegori olarak perdeye aktarmayı başarmıştır. 28 Şubat, Balyoz, Ergenekon ve nihayetinde 15 Temmuz… Fakat Süer, yakın dönem Türkiye tarihindeki bu dönüm noktalarını ve sonunda ülkeyi aşılamaz bir kutuplaşmanın içine süren atmosferi anlatmak için ordu mensubu olan bir aileyi seçer.
Kutuplaşmayı, sahte belgelerle kumpas kurmayı, işi bitince gözünü bile kırpmadan harcamayı; babadan oğullara miras kalan askerlik mesleği ve o mesleğin içinde diplere savrulmuş baba ve oğullar üzerinden işleyen filmin en büyük başarısı da tam olarak bu noktada kendini belli eder. Gecenin Kıyısı, bu ülkede yaşayan ve ülkenin siyasi atmosferine sahip olan bireyler için ilmek ilmek dokunmuş alt metniyle birçok yarayı kanırtırken; duruma hâkim olmayan yabancı izleyici için ise oldukça güçlü çatışması olan bir aile draması olarak da okunmaya müsait. Bu da filmin evrensel bir noktada durmasını sağlıyor.
Gecenin Kıyısı her ne kadar gerçek yaşanmışlıklardan yola çıkılarak çekilen bir film olsa da Süer’in ifadesiyle; tüm yaşananları aynen aktarmak gibi bir çabaya girmezken bir yandan da 15 Temmuz gecesi herkesin cep telefonları ile kayda aldıkları belge görüntüleri filmde kullanılmıştır. Muhteşem bir görüntü yönetimiyle çekilmiş sahnelerin arasına serpiştirilen bu görüntüler ve filmin en büyük başarısı olarak sayılabilecek ses tasarımı; seyircinin odağını pür dikkat perdeye çekmeyi başarır.
Filmin detaylı analizine buradan ulaşabilirsiniz.
Filmin yönetmeni Türker Süer ile yapılan video röportaja buradan ulaşabilirsiniz.
Yurt (Yön. Nehir Tuna, 2023)
Birçok festivalden ödülle dönen Dedeler En İyisini Bilir (2011), Basur (2015), Ayakkabı (2017) isimli kısalarıyla tanınan Nehir Tuna, geçen yıl Venedik Film Festivali’nde prömiyerini yapan Yurt (2023) filmiyle uzun metrajda da iddiasını ortaya koymuştu. Tuna’nın ilk uzun metrajı Yurt, dünyanın en önemli festivallerden birinde prömiyerini yaptıktan sonra ülkemizdeki ilk gösterimini ise 43. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde yapmıştı.
Venedik Film Festivali’nin Orrizonti bölümünde gösterilen ve beş dakika boyunca ayakta alkışlanan, birçok yabancı eleştirmen tarafından övgülere boğulan Yurt, doksanlı yılların ikinci yarısından sonra ülkeyi gölgesi altına alan siyasi İslam hareketi ile laik kesimin kutuplaşmış durumunu odağına alır. Fakat Tuna, tüm bu çatışmalı, kargaşa ortamını genel bir perspektiften yansıtmak gibi zorlu ve yer yer de ikircikli bir yola girmez. Tuna, o yıllarda çocuk olan kendisinin gözünden aktarır her şeyi. 1996 yılında Türkiye’de siyasi ortam vesilesiyle yaşanılanları o günkü Nehir’in deneyimleri, yaşanmışlıkları üzerinden aktarmayı tercih eder. Zira Nehir Tuna, filmde Ahmet’in yaşadıklarını geçmişte neredeyse benzer noktalardan yaşamış biri. Bu nedenle de Yurt, belli bir tarihte, Türkiye’nin siyasi ortamını perdeye yansıtmasıyla geniş bir kapsama alanına sahip ama diğer yandan da tek bir kişinin gözünden yaşanılan ve hissedilenlere yer verdiği için de fazlasıyla bireysel bir film.
Yurt, bu yıl ülke sinemasına ardı ardına can suyu olan ve yönetmenlerinin ilk uzun metrajı olan birkaç filmden ülkemizde ilk görücüye çıkanı oldu. Dokunanın cız olacağından çekinilen konuları, herkesin netameli baktığı bir dönemi henüz çocuk ile gençlik arasında salınan Ahmet’in deneyimleri üzerinden aktaran film, en çok da yarattığı evreniyle ön plana çıktı. Florent Herry’nin muhteşem görüntü yönetimiyle perdeye yansıyan öncesinde siyah-beyaz ve sonrasında renkli olan dünyanın iç içe geçtiği bu filme imza atmak zaten yeterince değerliyken Tuna, tüm bunları ustalıklı bir dil ve hayran olunası bir reji ile başarır.
Filmin detaylı eleştiri-izlenim yazısına buradan ulaşabilirsiniz.
Yeni Şafak Solarken (Yön. Gürcan Keltek, 2024)
Koloni (2015), Meteorlar (2017), Gulyabani (2018) gibi oldukça özgün deneysel belgesel diyebileceğimiz yapımlara imza atan ve ödüller kazanan Gürcan Keltek’in son yapıtı Yeni Şafak Solarken (2024) dünya prömiyerini bu yıl Locarno Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma bölümünde yaptı. Prömiyerini yaptığı Locarno’da sinema yazarları tarafından verilen Boccalino d’Oro ödüllerinde En İyi Film ödülüyle ayrılan yapım, Türkiye prömiyerini ise 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde yaptı. Keltek, ilk defa kurmaca bir filmle seyirci karşısına çıkarak sadece belgeselde değil kurmaca film yönetmek konusunda da ne kadar başarılı olabileceğini gösterdi.
Keltek, elbette yine herkesin rahatlıkla içine girebileceği bir yapıma imza atmaz. Her ne kadar kurmaca olsa da deneysel veya belgesel yanı olan hatta ve hatta upuzun bir video sanatı hissiyatı yaratan hibrit bir film var seyircinin karşısında. Psikolojik sorunlar yaşayan Akın karakterinin iyileşmek için kendi içinde girdiği arayışın anlatıldığı film, bir yandan da İstanbul’un görsel hafızasını tazeler. Filmin bir yerinden sonra başkarakterin kendini geri dönmemek üzere evden dışarı atıp şehri tavaf etmesiyle devam eden anlatı yapısı, yakalayabildiği seyirciye adeta büyüleyici bir destan, tarif edilmez bir deneyim, baş döndürücü bir arayış hikâyesi sunar.
Gerçek ile karakterin zihin dünyasındaki sanrıların iç içe geçtiği filmin, İstanbul’u bambaşka bir perspektiflerle sunmasının katkısı yadsınamaz. Peter Zeitlenger’in muhteşem kadrajları ve Son of Philip’in büyüleyici müzik çalışması ise filmi bambaşka bir seviyeye taşımıştır. Tüm bunların yanında filmin ilerleyen yıllarda İstanbul adına çok güçlü bir belge olarak da anılacağını düşündüğümü de eklemek isterim.
Filmin yönetmeni Gürcan Keltek ile yapılan video röportaja buradan ulaşabilirsiniz.
Hiçbir Şey Yerinde Değil (Yön. Burak Çevik, 2024)
Ülke sinemasının deneysel sinema yapan ender yönetmenlerinden biri olan Burak Çevik, bu yıl dördüncü uzun metraj kurmaca filmiyle filmografisini takip edenlerin beklemediği bir hamle yaptı. Türkiye’nin siyasi tarihinde yaşanmış en utanç verici katliamlarından biri olan Bahçelievler Katliamı’ndan esinlenen bir hikâyeyi perdeye yansıttı.
Farklı biçimsel denemeler yapan ve sinemayı alışılagelmiş kalıpların dışına çıkarak geliştireceğine inanan, yenilikçi yönetmen Çevik; 1978 yılında silahlı mücadeleyi reddeden yedi TİP’li üniversite öğrencisinin dört ülkücü tarafından katledilmesinden esinlenen bir filme imza atıyor. Fakat filmi izlemeden önce seyircinin bilmesi gereken bazı detaylar var. Bu detayları bilmeyen bir seyircinin filmi yargılamadan izlemesi ne yazık ki mümkün değil.
Hiçbir Şey Yerinde Değil (2024), asla bir belgesel veya docudrama değil. Çevik, senaryosunu kendisinin yazdığı bir kurmaca olarak çeker. Bu nedenle filmin tarihte yaşanmış olan olaya birebir sadık kalması gibi bir durum söz konusu değil. Çevik, bu filmiyle her iki tarafın da motivasyonuna o jenerasyonun çok daha uzağında olan bir birey olarak bakmayı ve anlamayı istemiş. Hiçbir Şey Yerinde Değil bir gencin öldürme veya tam tersi öldürülme motivasyonunu anlama çabası aslında. Bu nedenle de filmin çatısını, dönemin en bilinen ülkücü bireyleriyle de Tanıl Bora gibi sol siyaset hakkındaki oldukça donanımlı kişilerle de görüşmeler ya da tartışmalar içine girerek kurar. Çevik’in önce kendisinin sonra da seyircinin anlamlandırma çabasına hizmet etmesini istediği Hiçbir Şey Yerinde Değil, hem biçimsel hem de ülke sinemasında gerçekten yaşanmış bir katliamı anlatması açısından niş bir yerde duran ve yıllar içerisinde daha da değerlenecek bir yapım.
Tereddüt Çizgisi (Yön. Selman Nacar, 2023)
İlk uzun metraj kurmaca filmi İki Şafak Arasında (2021) ile prömiyerini yaptığı Torino Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü kazanan ve oldukça dikkat çeken Selman Nacar, bu yıl 43. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde görücüye çıkan Tereddüt Çizgisi ile festivalde En İyi Yönetmen ödülünü kazandı. Nacar, son dönem dikkat çeken yerli yönetmenlerin yaptığı gibi ülke sinemamızda daha önce örneği yok denilecek bir işe girişerek bir mahkeme filmine imza atar. Bugüne kadar içinde mahkeme sahnesi geçen veya birkaç kez mahkeme salonuna yolu düşen film çekilse de çok büyük bir kısmı gerçeğe birebir uygun duruşma anlarından oluşan bir film çekilmemişti. Üstelik Nacar, tüm bu yer yer oldukça sinir bozucu yer yer de akıl tutulması yaşatan duruşma sahnelerinin merkezine idealist ve güçlü bir genç kadın avukatı yerleştirir.
Film seyirciye: “İyi bir eğitim alarak mesleğini dürüstçe yapmak üzere yola çıkmış genç bir kadın, çürümüş yargı sisteminin gölgesi, hatta ve hatta yumruğu altında ne kadar direnebilecektir?” sorusunu sorduruyor. Nacar, Tülin Özen’in başarıyla hayat verdiği avukatın ne kadar sıkışıp çaresiz kaldığını çeşitli metaforlarla seyirciye de fazlasıyla hissettirmektedir. Yargı sisteminin en tepeden nasıl çürüyüp lime lime parçalandığını işleyen ses kurgusu, kamera açıları tam anlamıyla kusursuz bir yönetmenliği işaret eder. Üstelik Canan karakterinin yaşadığı sıkışma, bariz bir şekilde kendini belli eden bir şiddet eylemiyle verilmez. Her şey minicik detaylarla, imalarla sezdirilir. Bu da tabii filmin en önemli artılarından biri olarak sayılabilir.
Yer yer takip edilmesi zorlaşan mahkeme diyalogları, hukuki terimler; filmden herhangi bir kopma yaşatmaz. Zira matruşka gibi açılan ve peşinden ayrılmadığımız yargı süreci, Canan’ın kendi özel hayatındaki sorunlarla daha da katmanlaşan bir hikâyeye dönüşür. Canan’ın özel hayatında vereceği karar ile profesyonel hayatında vereceği kararın iç içe geçerek tereddüt çizgisinin bir yerinde buluşması belki biraz ikna sorunu yaşar ama yine de bariz bir sorun olduğunu söylemek zor. Son minvalde Tereddüt Çizgisi, seyirciyi uzun sorgulamaların içine bırakacağı açık uçlu finaliyle yılın tartışmasız en dikkat çeken işlerinden biri olmayı fazlasıyla hak etmektedir.
Faruk (Yön. Aslı Özge, 2024)
İlk filmi Köprüdekiler ile 2009’da İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale kazanmış, Hayatboyu (2013) ve Ansızın (2016) isimli kurmaca filmleriyle oldukça ses getirmiş ve birçok ödüle layık görülmüş filmlerin yönetmeni Aslı Özge; bu yıl belgesel ile kurmacanın iç içe geçtiği, babasının hayatı üzerinden ülkenin son yıllarını perdeye yansıttığı Faruk filmiyle seyirci karşısındaydı. Prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapan tek yerli film olan Faruk, FIBRESCI ödülünü de kucaklamıştı. Türkiyeli seyirci ile ise ilk kez 43. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde buluşan Faruk, İstanbul’da kentsel dönüşüm mağduru olan nice İstanbul sakininden biri olan Özge’nin doksan yaşındaki babasını takip ediyor.
Berlin’de sinema yazarlarının filmi, Abbas Kiarostami’nin filmografisiyle aynı cümlede geçirdikleri, hatta Nuri Bilge Ceylan’ın Mayıs Sıkıntısı (1999) veya Chantal Akerman’ın No Home Movie (2015) filmleriyle de epey ortaklık taşıyan Faruk, oldukça özel bir hikâyeyi oldukça cesur ve samimi hamlelerle sahneye taşımasıyla da takdiri hak ediyor. Özge’nin kendi gerçek babasını odağa yerleştirdiği filmin belge anları kadar kurmaca anları da bir o kadar değerli. Zira Faruk Bey’in değme profesyonel oyuncuya taş çıkartacak bireysel bir performansı var ki filmin en özel anlarından biri olabilir. Bir bireyin yaşlanmasıyla bir kentin yaşlılığının iç içe geçtiği ve eskinin nasıl çalakalem bir şekilde yeniye dönüştürüldüğü üzerine uzun uzun sorgulatacak olan film Faruk.
Velhasıl kelam; Özge, Faruk ile ülkemizin en önemli sorunlarından biri olan kentsel dönüşümün getirdiği yıkımı belgesel formunda perdeye yansıtırken bir yandan da babası ile olan ilişkisini dramatik bir yerden aktarıyor. Tüm bu sebeplerle film, bir docudrama olarak tanımlanabilir mi bilemiyorum. Ama filmin, yerli sinemada bugüne kadar yapılmış en samimi işlerden biri olduğu fikrindeyim.
Büyük Kuşatma (Yön. Sinan Kesova, 2024)
Prömiyerini yaptığı 43. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Seyfi Teoman En İyi İlk Film ödülünü kazanan Büyük Kuşatma (2024), deneyimli oyuncu Alp Öyken’in hayat verdiği Macit karakterinin geçmişe bakıp pişmanlık duyduğu ve bu pişmanlıkları telafi etmeye çalıştığı bir dönemi odağına alır. Kökleri saraya dayanan ünlü akademisyen Berna Tuna’nın ölümüyle başlayan film, eşi Macit’in anlam verilemeyen davranışlarıyla devam eder. Zira eşini çok sevdiği bilinen Macit’in adeta karısından ve oğlundan nefret ediyormuş gibi davranması, karısının tüm eşyalarını evden uzaklaştırmaya çalışması ilginçtir. Macit’in ilk eşinden olan kızının gelmesi ve onunla bolca vakit geçirmesiyle taşlar yerine oturur.
Kesova, ülke sinemamızın en çok görmezden geldiği alanlardan birine kapı aralıyor. Burjuvazinin yaşamının perdeye yansıtılması, seyirci nezdinde pek karşılık bulamayacağı düşünülerek tercih edilmemiştir. Taşra hikâyeleri her zaman daha garanti bir tercih olarak görülmektedir. Öncelikle Kesova’nın bu riskli alana korkusuzca yaklaşması oldukça değerlidir. Üstelik Kesova, ilk yönetmenliğinde daha önce zorluğundan dolayı çoğunlukla pas geçilen bir alanda anlattığı hikâyeyi gayet iyi kotarıyor. Yakın markaja aldığı burjuva sınıfını ne aşırı ciddiye alıyor ne de absürd bir şekilde karikatürize ediyor. İşte tam olarak filmdeki bu denge, seyircinin ilgisini yakalamayı başarıyor.
Babalık, güçlü kadın, cumhuriyet kadını, ebeveyn çocuk ilişkisi gibi birçok mevzuyu kendini çok ciddiye almadan aktaran filmin iyi işlediği en önemli şeylerden bir diğeri ise filmdeki güçlü kadınlardır. En başta ölen Berna Tuna, Tuna’nın öğrencisi Feyza ve Macit’in kızı İpek… Tüm bu kadınlar, oldukça güçlü, ne istediğini bilen, tuttuğunu koparan, herhangi bir erkeğin desteğine ihtiyaç duymayan bireylerdir. Bu kadınlarla çevrili Macit’in ise fazlasıyla kırılgan ve güçsüz olması filmin değindiği en önemli detaylardan biridir. Büyük Kuşatma öylesine tatmin edici bir film oldu ki Kesova’nın bir sonraki filmini iple çekiyor olmamak imkânsız.
Döngü (Yön. Erkan Tahhuşoğlu, 2024)
Prömiyerini 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde yapan Döngü, Erkan Tahhuşoğlu’nun Eşik (2016), Koridor (2021) isimli filmlerinin ardından üçüncü uzun metrajı. Katıldığı festivallerden çeşitli ödüller kazanan ve seyirci nezdinde de oldukça sevilen Döngü (2024), yetmiş beş yaşındaki Ayten, Ayten’in ev işlerini üstlenen Sevim ve bakımından sorumlu Lena isimli Kosovalı bakıcının etrafında gelişen olayları anlatıyor. Sevim, yıllardır Ayten Hanım’a çalıştığı için eve gayet hâkimdir. Lena ise işe yeni başlamıştır ve bunun ötesinde yabancıdır. Bir gün Lena’nın evde kaza geçirmesi sonucunda kurulu düzen çatırdamaya, işler sarpa sarmaya başlar.
Lena’nın sigortasız çalışması, Sevim’in boş kaleyi başkasına bırakmak istememesi, Ayten ve iş insanı oğlunun tüm bu işlerden nasıl daha az zararla kurtuluruz hesapları… Tahhuşoğlu, ülkemizde ne yazık ki gerçekçi bir şekilde yapılamayan, nedense ısrarla karikatürize edilen sınıf meselesine gerçekçi bir perspektiften bakmayı deniyor. Bu nedenle de bugüne kadarki olumsuz örneklerinde olduğundan çok farklı bir yol izliyor. Üst orta sınıfı saf kötü, alt sınıfı da katıksız iyi olarak yansıtmıyor perdeye. Filmin başarısındaki en önemli etkenlerden biri de bu oluyor.
Döngü, karakterlerin yaptıkları hesapların tutmadığı, sarpa saran işlerin bir girdaba dönüştüğü bir hikâye ortaya koyuyor. Perdede alt sınıftı temsilen iyi rolünü üstlenmiş görünen Sevim karakterinin, hikâyenin ilerlemesiyle hırslarına teslim olması, burjuva karakterin alışılagelen canavar rolüne bürünmemesi, Lena’nın hatalarıyla kendini var etmesi; filmin hep gri alanda kalmasını sağlıyor. Karakterlerin, iyi ve kötü yanlarıyla seyirci karşısına çıkmasının yanında tüm yaşananlar sonucunda gerçekleşen makul dönüşüm, oldukça ikna edici. Döngü, siyah ile beyazın kolaycılığıyla değil grinin zorluğuyla kendini var eden, yılın en iddialı işlerinden biridir.
Filmin başrol oyuncusu Serpil Gül röportajına buradan ulaşabilirsiniz.
Ölü Mevsim (Yön. Doğuş Algün, 2024)
Doğuş Algün’ün ilk uzun metrajlı kurmaca filmi Ölü Mevsim (2024), prömiyerini 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Yarışma kapsamında gerçekleştirmişti. Yarışmadan ödüller alarak güçlü bir şekilde festival yolculuğuna devam eden film, içinde barındırdığı birçok toplumsal meseleyi “aile” kavramı üzerinden tartışmaya açıyor. Aile, TDK’da “Evlilik ve kan bağına dayanan, karı, koca, çocuklar, kardeşler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu toplum içindeki en küçük birlik” olarak geçmektedir. Peki, ama anne ve çocuktan veya baba ve çocuktan, eşler ve eşlerin birinin kardeşinden, sadece eşlerden oluşan yapılar aile değil midir?
Film, üç kız kardeşin hikâyesi üzerinden tam olarak bu soruları soruyor aslında. Kız kardeşlerden biri evlenip kendine daha ayrı bir hayat seçerken diğer evlenen kız kardeş ufak olanı yanına almış. Bu üç kardeş, genetik olarak taşıdığı hastalık nedeniyle çocuk sahibi olamıyorlar. Ve özellikle bizimki gibi geleneksel toplumda sürekli bu durum üzerinden mahalle baskısı yaşıyorlar. Üstüne bir de evli olduğu halde kız kardeşi ile birlikte yaşamayı seçen Nimet ve ablasının evinde yaşadığı için Öznur’un yaşadığı baskı perdede daha görünür oluyor.
Akraba olarak güvenilen bireylerin mi yoksa dışlanan, ötekileştirilen göçmenlerin mi daha güvenilir olduğu, ailenin özgürleştirici mi yoksa kısıtlayıcı bir kurum mu olduğu, ailenin çocuk ile mi var olduğu, sorunlara akılcı çözümlerle mi yoksa hurafelerle mi çözüm bulunması gerektiği ve daha nicesi gibi her biri birbirinden güçlü soruları seyircinin kucağına bırakan Ölü Mevsim, sarsıcı anlarıyla ön plana çıkan yılın bir diğer iddialı işlerinden bir diğeri oluyor.