Hazır havalar soğumaya başlamış, melankolik sonbahar yüzünü iyiden iyiye göstermişken moralinizi daima yüksek tutacak 20 optimist filmi bir araya getirelim dedik. Seçimlerimizi ”izle ve iyi hisset” mantığıyla sınırlı kalmayıp insanlara, ışıklı ya da karanlık olması fark etmeksizin yürüdükleri bütün yollarda hayatı, daha önemlisi kendilerini sevmelerini fısıldayan, cesaret ve hümanizma saçan filmler arasından yapmaya çalıştık.
Kurallara, karamsarlığa ve kötülük barındıran her şeye meydan okuyan film karakterleri arasında keyifli bir yolculuğa hazır mısınız?
Başlamadan önce küçük bir bilgi: İstediğiniz filmden başlayabilirsiniz!
Amelie (Jean Pierre Jeunet, 2001)
2000’lerin en etkileyici filmlerinden olup hikâye anlatımına ve sinema biçimine yeni bir soluk getiren Le fabuleux destin d’Amélie Poulain, Jean Pierre Jeunet’nin tüm dünyada tanınırlığını arttırmış; geçtiğimiz 11 yıl boyunca çekilen kimi filmlerin öncüsü olarak anılmıştır.
Babası kalp hastası olduğunu düşündüğü için okula gitmeyen ve annesi tarafından eğitilen, bu sebeple dış dünyadan soyutlanarak kendi iç dünyasına kapanık şekilde hayalleriyle yaşayan Amelie, büyüyüp evden ayrılınca Paris’e taşınmış ve garsonluk yapmaya başlamıştır. İnsanlarla iletişim kurmakta zorlanan Amelie, yaşadığı evin 50 yıl önceki sakinine dair bulduğu bir kutunun izinde hayatına dair önemli bir adım atar. Kutuyu ulaştırdığı adamın duygusallığından etkilenen Amelie çevresine duyarlı hâle gelmeye, insanlarla iletişime girip minik iyilikler yapmaya başlar. Sonrasında ise Amelie için aşk vardır. Hoşlandığı adama ulaşmak için korunaklı dünyasının sınırlarını gevşetmesi gerekecektir.
Raslantıların, tuhaflıkların ve aşırılıkların hiç eksik olmadığı, birbirinden ilginç karakterlerin resmi geçidine dönüşen Le fabuleux destin d’Amélie Poulain, tüm insanlarını hayalleri, özlemleri ve kırılganlıklarıyla resmederken eğlenceli hâlinden hiçbir an taviz vermiyor. Günümüzün en sevilen filmlerinden olmasına şaşırmayacağımız denli zengin bir dünyası olan film, insanın her sıkıntılı anında koşup izlemek isteyeceği derecede güzel hisler yayıyor etrafına. Amelie’nin minik rastlantılarla değişen kaderini rengarenk bir görsellik ve dinamik bir kurgu ile anlatan Le fabuleux destin d’Amélie Poulain, Paris’i adeta bir masal dünyasına çeviren tasarımıyla da övgüyü hak ediyor. (Simon Sağlamoğlu)
Copacabana (Marc Fitoussi, 2010)
Dobra, hayat dolu, enerjik, neşeli… Arkadaşının da söylediği gibi Babou’yla hayat bir şov gibi. Kendi de bir yetişkin olmasına rağmen yaşıtlarının hayatlarında kendilerine ördükleri duvarlardan, iş hayatının acımasız kurallarından ve toplumsal değer yargılarından uzakta duran özgür bir ruhu var onun.
Daldan dala konarak pek çok ülkeyi ve şehri gezerken kızını da peşinden sürükleyen Babou, yakın arkadaş olduğu 23 yaşındaki kızı Esmeralda ile sorunlar yaşamaya başlar. Çünkü Esmeralda artık annesinin bu umursamaz tavrından sıkılmıştır ve yarını düşünmeden yaşamayı daha fazla kaldıramayacaktır.
Kendi kızının düğününe gelmesini istemediğini duyunca çok kırılan Babou, ona daha fazla yük olmamak ve kendini kanıtlayabilmek için Belçika’ya giderek stüdyo dairelerin satıldığı bir emlak şirketinde işe girer. Pek çoğumuzun hayatında yapamadığını bir anlamda gerçekleştirir: İş hayatıyla özel hayatını birbirinden ayırır. Paylaşımcılığını ve sıcakkanlılığını korur, canlılığından ve yardımseverliğinden hiçbir şey kaybetmez. Özgürlüğüne düşkün yeni insanlarla tanışır. Kalbinin sesini dinler, içinden ne geliyorsa onu yapar.
Onun bu tavrı, yeni çevresi tarafından tepkiyle karşılanacak olsa da hiçbir kalıba sığmayan karakteri Babou’nun önünde yeni ufuklar açacaktır.
Belçika’nın soğuk iklimi ve soluk renklerine rağmen gerek seçilen müziklerle, gerekse her daim giydiği rengarenk kıyafetleri ve makyajıyla içimizde Brezilya rüzgârları estiren Babou’nun hikâyesini anlatan Copacabana, hayallerin peşinden koşmak üzerine izleyebileceğimiz, yüzümüzü güldüren filmlerden biri. (Nil Yüce)
Ferris Bueller’s Day Off (John Hughes, 1986)
80’lerden daha iyimser, daha coşkulu bir şey düşünebiliyor musunuz? Elbette düşünüyorsunuz: 80’lerde çekilmiş bir John Hughes filmi…
Rahatına fazlasıyla düşkün bir lise öğrencisi olan Ferris, hayattan nasıl zevk alacağını bildiği gibi canının istediği gibi hareket edebilmek için yaratıcı bahaneler üretmekte zorlanmayan biridir. Bu uğurda ebeveynleriyle, komşularıyla, hatta okul müdürüyle hummalı bir mücadele vermektedir. Okulu kırdığı günlerden birinde sevgilisi Sloane’nin ve en yakın arkadaşı Cameron’ın da aklını çeler. Cameron’ın babasının garajından kaçırdıkları üstü açık Ferrari ile şehir kortejini talan ederler, en lüks mekânlarda yemek yiyip gün boyunca canları nasıl isterse öyle davranırlar. Ancak aradıkları asıl mutluluk birbirinin aynı günlerden oluşan sıradan hayatlarının basit ilişkilerinde saklıdır. Neyse ki bu mutluluğa nasıl erişeceklerin cevabını, dünyadaki son günleriymişçesine yaşadıkları bu 24 saatin sonunda alırlar.
Sayısız filme konu olan ergenlik problemlerinin ardına nesiller arasındaki sürtüşmeyi, iletişimsizliği ve insanların birbirlerini tanımalarına engel olan önyargıları saklayarak duygular arasında kontrast bir ritim tutturan John Hughes filmografisinin en tipik ve en iyi örneklerinden biridir Ferris Bueller’s Day Off. Ve bütün John Hughes filmlerinde olduğu gibi hava daima güneşli, insanlar hep iyi kalplidir.
Bu filmi çocukların erişebileceği yerlerde saklayın! (Soner Yıldırım)
Forrest Gump (Robert Zemeckis, 1994)
Tom Hanks ile Robert Zemeckis’in iş birliğindeki Forrest Gump, Hollywood’un “İzle ve kendini iyi hisset.” mottolu yapımlarının belki de en güzel örneklerinden. Zemeckis’in genel anlamda sinemasına hakim olan iyimserlik düşüncesi, Hollywood’un izleyicisini mutlu etme hedefiyle oldukça dengeli bir çizgide ilerler. Forrest Gump ise, Zemeckis’ten öte, 1990’lar Amerikan Sineması için tam anlamıyla doping olur.
“Koş Forrest, koş!” sözüyle hafızalara kazınan filmde, Forrest iyi niyetli fakat zeka seviyesi fazla yüksek olmayan birisidir ve biricik aşkı Jenny’nin peşinde koşmaktadır. Örnek bir Amerikalı vatandaş sembolü olarak yorumlanabilecek Forrest, beyaz Amerikan rüyasının ironisini sunar izleyiciye. Orduda savaşır, madalya kazanır, kan bağışında bulunur, çok da akıl sır erdiremediği bu dünyada bir işe yaramak için elinden geleni yapar. Forrest hep koşar ve tüm yolları sevgiye çıkar.
Başlangıçtaki usul usul savrulan tüy, aslında filmin tüm hâletiruhiyesini özetler niteliktedir. Forrest tıpkı o tüy gibi hissetmektedir kendisini; hafif, hacimsiz ve rotası muğlak. İyimser, sevgi dolu bir serüvenden sonra izleyici de kendisini benzer bir hafiflikte hissederek Forrest’e veda eder. (Emrah Öztürk)
Ikiru (Akira Kurosawa, 1952)
Dramaların en alışılmış konularından biriyle yola çıkıp etkisi baki, hayat ve cesaret timsali bir film yapmıştır Kurosawa, Ikiru‘yla.
Hayatını adadığı oğlu ve geliniyle birlikte güzel bir evde yaşayan Kanji Watanabe, otuz yıldır Tokyo Belediyesi’nin halkla ilişkiler biriminde çalışmaktadır. Kanser olduğunu ve en fazla bir yıl yaşayacağını öğrenince uzun bir zaman önce düşünmeyi bıraktığı varoluşsal konuları yeniden muhatap alır. Zira ölmekten daha korkutucu olan, yaşlı adamın bugüne kadar elle tutulur hiçbir şey yapmadığını, anlamsız bir hayat yaşadığını düşünüyor olmasıdır.
İşe bankadaki tüm parasını çekmekle başlayan Watanabe önce bohem bir yazarla şehrin en gözde eğlence mekânlarını, randevu evlerini turlayarak kendine koyduğu bütün yasakları tek bir gecede rafa kaldırır. Sonrasında aynı yerde çalıştığı genç ve hayat dolu bir kız olan Toyo’yla yaşamayı sevmenin ne demek olduğunu hatırlamaya çalışır. Sırada, Watanabe’nin ömrüne değer katacak, öldükten sonra bile hatırlanmasını sağlayacak bir şey yapmak vardır.
İnsan ömrünü gereksiz yere silip süpüren bürokrasiye, manasız kurallara ve zerre içtenlik barındırmayan politik nezakete savaş açar Kurosawa bu filminde. Bir arada yaşamanın, demokrasinin ve sosyal düzenin yan etkilerini sorgulayan, varoluşçu ve öğüt veren bir bilgeliğin parçaları hâline getirir her bir sahnesini. Boşuna geçen ömrünün sonunda hayatına anlam kazandıracak son bir başarıya imza atma arzusu Ikiru‘yu Zen öğretilerinin bir sözcüsü hâline getirirken dış sesin ve repliklerin doğurduğu didaktizm, filmin ilham verici felsefesi ve Takashi Simura’nın naif sesindeki ”Hayat çok kısa, aşık olun bakireler.” nameleriyle toz olur. Geriye kalan huzurdur. (S.Y)
Im Juli (Fatih Akın, 2000)
Temmuz ayının rehavetini yürekleri ısıtan sıcak bir yol macerasına dönüştüren bir film Im Juli. Fatih Akın’ın daha henüz Altın Ayı’yı kucaklayarak adını tüm dünyaya duyurmamışken çektiği film, yönetmenin sinemasını net bir biçimde özetler nitelikte; eğlenceli, duygusal ve kıpır kıpır.
Daniel, yaz tatilini nasıl geçireceğini bilmezken Juli adında birisi kendisine bir Maya yüzüğü satar ve yakın zamanda üzerinde ‘güneş’ olan bir sevgili bulacağını söyler. Bunun üzerine Hamburg’tan İstanbul’a uzanan bir serüvene atılır Daniel. Başına bir sürü talihsiz olay gelse de o, kendisine söylenen kehanete yürekten inanır ve kendisini İstanbul Boğazı’nda bekleyen sevgilinin peşine düşer.
Im Juli, gerek bir yol, gerek bir aşk, gerekse absürt biçimde resmedilen bir mutluluğu arayış filmi olarak sınıfı başarıyla geçip sempatik karakterleriyle masal tadında bir filme dönüşür. Sarı sıcak sinematografisi, mitolojilere göz kırpışı, yerinde duramayan enerji yüklü temposu ve esprili, samimi senaryosuyla izleyenin moralini hemen düzeltebilecek bir antidepresan niteliğinde. (E.Ö)
It’s A Wonderful Life (Frank Capra, 1946)
Babasının ona devrettiği işi, ailesi ve gündelik meseleler sebebiyle en büyük hayallerinden vazgeçmek zorunda kalan nispeten yaşı geçkin bir adamın iflas ve hapis tehlikesiyle dibe vuran hayatına Frank Capra’nın sihirli dokunuşudur It’s A Wonderful Life.
Doğup büyüdüğü kasabada, potansiyelin çok daha altında işlerle uğraşan George Bailey kendini, hayatını bir hiç uğruna harcayarak başarısız olduğuna ve onun olmadığı bir dünyada etrafındaki herkesin çok daha mutlu olacağına inandırmıştır. Karlı bir Noel gecesinde intihar etmek için çıktığı köprüde aniden beliren bir melek, Bailey’e hiç doğmamış olduğu bir dünyada kasabadaki insanların ne hâlde olduklarını gösterir. Sonuç hiç de Bailey’in zannettiği gibi değildir. Karşısında, varlığının bugüne kadar birçok insanın hayatını değiştirdiği, önemsiz addettiği yaşantısının bir enkaz değil mucizenin kendisi olduğu gerçeğidir.
Amerika’nın ekonomik buhranla çevrelendiği 1930’lu ve 1940’lı yıllarda çektiği umut ve iyimserlik zerk eden filmlerinde eşitsizliklere, kötülüğe ve maddesel kaygılara ayak direyen Frank Capra’nın en sevdiği, en gurur duyduğu filmi olan It’s A Wonderful Life‘ın sinemasal serüveninin yıllar içinde filmde verilen mesajlarla ve ana karakterle bütünleşik bir nihayete ulaşması ayrıca manidardır:
Philip Van Doren’in bir türlü yayınlatamadığı için sonunda yakın arkadaşlarına Noel hediyesi olarak vermek üzere 200 adet bastırdığı The Greatest Gift isimli hikâyesinin kopyalarından birinin film stüdyosuna kadar ulaşmasıyla bir sinema projesine dönüşen It’s A Wonderful Life, bu mucizevi doğum hikâyesinin ardından gişede yapımcı şirketi zarara uğratacak kadar başarısız olur. Filmin kaderini kırılmaya uğratan gelişme 70’lerde yaşanır: Yapımcı şirket filmin telif haklarını güncellemeyi unutunca film tüm dünya televizyonlarınca serbestçe yayınlanır ve hayranları her geçen gün artan It’s A Wonderful Life, bir sinema filminden ötesine ulaşarak bir mutluluk fenomeni hâlini alır. (S.Y)
Korkuyorum Anne (Reha Erdem, 2006)
Türk Sineması’nın muhtemelen en renkli, en kıpır kıpır, en kanlı canlı karakterlerini barındıran filmidir Korkuyorum Anne. İstanbul’da bir apartmanda yaşayan komşuların hayatları üzerinden dolu dolu insanlık hâlleri sunan film, proje için düşünülen ilk isim olan İnsan Nedir ki? ‘nin tam olarak vurguladığı üzere; bedeni, arzuları, özlemleri, korkuları, eğlenceleri ve takıntılarıyla insanı anlatır.
Bir kaza sonucu kısmen hafızasını yitiren Ali için tüm apartman seferber olmuştur. Herkes ona durmadan bir şeyler hatırlatıp hafızasını geri kazanması için çabalar. Ali hafızasını tazeleye dururken ötekiler de tuhaf olaylar yaşamaktadır. Herkesin kendine özgü dertleri ve beceriksizce saklamaya çalıştıkları şeyler vardır, lakin bunların açığa çıkması pek de uzun sürmez.
Erdem’in filmlerinde sürekli karşımıza çıkan ‘baba’ya karşı mücadelenin yanı sıra askerlik ve sünnet gibi ‘erkek’ olmaya dair meselelerin de görünür kılındığı Korkuyorum Anne, yapıştırma gibi duran, filmin ilerlemesi adına bir fon olarak tanımlayabileceğimiz bir hırsızlık hikâyesinin eşliğinde birbirinden tuhaf ve komik anlar barındırıyor. Erdem’in yıllarca sürdürdüğü reklamcılık faaliyetlerinin filmin biçimine olan katkısı ile oldukça dinamik bir akış sergileyen Korkuyorum Anne, güçlü ve becerikli kadın karakterlerinin karşısına koyduğu zıt özellikteki erkeklerle birlikte insanlık durumlarına dair oldukça fazla potansiyel barındırıyor. Filmde duygular, hikâyeler ve insanlar her an kadrajdan taşacakmış gibi akıyor. Böylesi canlı karakterler ve mekânlar barındırsa dahi her filmin sahip olamayacağı bir meziyetin Korkuyorum Anne‘nin değerini katlıyor: Sinemacıların insanı anlatırken maalesef en çok eksik kaldıkları alanı, ‘insan bedeni’nin mekanik doğasını inanılmaz bir duyarlılıkla gözlemliyor Korkuyorum Anne, hatta filmin ‘her şeyi’ hâline getiriyor. (S.S)
Le Havre (Aki Kaurismaki, 2011)
Finli usta Aki Kaurismaki’nin liman kentlerine dair tasarladığı üçlemesinin halihazırda çekilmiş olan ilk filmi Le Havre, yönetmenin yıllardır hikâyelerini anlattığı alt gelir sınıfının ve göçmenlerin sade ve zorlu yaşamlarına bir kez daha baktığı, önceki filmlerine benzer üslupta bir film. Bu kez mekân, Fransa’dan bir sahil kenti olan ve filme de adını veren Le Havre.
Ayakkabı boyacılığı yaparak geçinmeye çalışan Marcel Marx ve minik arkadaş çevresinin yaşamı limandaki bir konteynırda yakalanan Afrika’lı göçmenler sayesinde hareketlenir, çünkü Idrissa isimli bir göçmen çocuk polisin elinden kurtulup şans eseri Marcel ile karşılaşmıştır. Arkadaşları ile bu ufak kaçağı Londra’daki annesine ulaştırmak için çabalayan Marcel’in karısı ise vahim bir hastalıkla boğuşmaktadır.
Kaurismaki’nin kariyerin ilk dönemine kıyasla oldukça iyimser bir ruhla çektiği Le Havre, bir yandan göçmen meselesini etkileyici ve duru bir şekilde işleyip bir yandan da sıradan insanların tüm yoksulluklarına rağmen kurabildikleri yardımlaşma ağının gücünü hissettirebilmesiyle önem kazanıyor. Gerçekçilik derdine düşmeden ve pastel renklerle kurduğu bu minik evrenine masalsı bir tat da bulaştıran Kaurismaki, zorluk içerisindeki karakterlerine umut dolu gelecekler bağışlayarak sıcacık bir filme imza atmış oluyor. Kaurismaki’nin hümanist bir mizah ile oluşturduğu karakterleri için sahiden bu kadar umut besleyip beslemediğini bilemeyecek olsak da, filmden geriye kalan erdemli tavır her şeyin yanıtını karşılayabiliyor. Konteynırdaki onca insandan sadece birinin kurtulması dahi tüm karanlığın içinden sivrilebiliyor. Zira Le Havre, olabilecek en kötü şeyin umudu tamamen yitirmek olduğunu çok güzel aktarıyor. (S.S)
Les invasions barbares (Denys Arcand, 2003)
Para neleri satın alabilir?
Kanada-Fransa ortak yapımı Les invasions barbares (The Barbarian Invasions) işte tam da bu sorudan yola çıkarak, hasta bir babanın ölüm döşeğinde yaşadıklarını izleyiciyi hem güldürerek hem de ağlatarak gözler önüne seriyor.
Eski bir sosyalist olan Rémy, karaciğer kanseri olduğunu öğrenir ve bunun üzerine eski karısı Louise ile uzun zamandır görüşmediği zengin oğlu Sébastien onun yanına Montreal’e dönerler. Filmin bundan sonrası oğul Sébastien, babası Remy ve Remy’nin hayatına öyle ya da böyle girmiş insanlarla doludur. Uzaktan bakıldığında bir baba-oğul ilişkisi üzerine kurulu olan senaryo, aslında sosyalizm ve kapitalizm üzerine başarılı hicivler de barındırır.
Zekice düşünülmüş esprileri, korkuyla umuda, yaşamla ölüme dair göndermeleri ve duygusal yapısıyla kesinlikle izlenmeye değer olan, yazarlığını ve yönetmenliğini Denys Arcand’ın üstlendiği film, 2004 yılında En İyi Yabancı Film dalında Oscar’a da layık görülmüştür. (Nihan Ölmez)
Les vacances de Monsier Hulot (Jacques Tati, 1953)
Jacques Tati tarafından canlandırılan ve kuşkusuz sinema tarihinin en özel karakterlerinden birine dönüşen Bay Hulot ile karşılaştığımız ilk film olan Les vacances de Monsieur Hulot, deniz kıyısındaki bir tatil beldesinde geçen birkaç neşeli gün eşliğinde kahramanımızın minik maceralarını anlatıyor.
Tüm hikâyesi “bir yaz tatilinden insan manzaraları” olarak özetlenebilecek Les vacances de Monsieur Hulot, baş kahramanı dahil hiçbir karakterini klasik bir film kişisi olarak ele almıyor, hepsini eşit bir şekilde filme yedirerek bol karakterli bir güldürüye dönüşüyor. Güzel kız ve etrafında fır dönen genç erkekler, aşırı kibar ve tuhaf karı-kocalar, hınzır çocuklar gibi bilindik şablonların bulunduğu film, herkesten ayrıksı duran Bay Hulot’un çoğu kez bilmeden ve istemeden yaptığı sakarlıklar ve hatalar ile oldukça eğlenceli bir seyirlik vadediyor.
Les vacances de Monsieur Hulot‘un, filmin aynı zamanda yönetmenliğini de yapan Tati’nin sonraki filmlerinde daha da güçlendirdiği güldürü yapısını sıkı bir modernizm eleştirisi eşliğinde gerçekleştirdiği Mon oncle, Playtimeve Traffic filmlerine çok güzel bir hazırlık olduğu söylenebilir. Bay Hulot, özellikle sonraki filmlerinde daha da vurgulanacak olan modernitenin getirdiği değişen yaşam şekillerine bir türlü adapte olamayıp bocalayan insanın sinemadaki hiç kuşkusuz en güçlü temsilcisi. Tıngır mıngır ilerleyen tuhaf arabası, kısa pantolonları ve iri cüssesiyle çok hoş bir zıtlık oluşturan çocukluk masumiyetini hâlâ üzerinde taşıyan, fakat gitgide bir geçmiş zaman insanına dönüşecek bu zarif adamın ilk macerası herkes için neşe dolu ve insanın güzelliğini açığa çıkaran anlar barındırıyor. (S.S)
Little Miss Sunshine ( Jonathan Dayton – Valerie Faris, 2006)
Yalnızca torunuyla iyi anlaşabilen, uyuşturucu kullandığı için askeri görevinden uzaklaştırılan yarı patavatsız bir büyükbaba, pilot olma hayalini gerçekleştirmek adına sessizlik yemini etmiş, ergenliğinin doruğunda bir üvey ağabey, nevrotik ve işkolik bir anne, ailesi dışında herkese yaşam koçluğu yapabilen, samimiyetten uzak bir baba ve Marcel Proust’un burslu öğrencisi olan, yakın zamanda intihara kalkışmış eşcinsel bir dayı… Güzellik yarışmasına katılma hakkı kazanmış, 7 yaşında, ailesinde olan bitenden habersiz saf kalpli Olive, içinde büyüyeceği daha ideal bir aile bulamazdı!
Aldığı haberin sevinciyle ortalığı birbirine katan Olive’e, California’ya yapacağı yolculuk boyunca ailesi de eşlik edecektir. Hem de sarı renkli bir Volkswagen T2 minibüsle…
Kendi içinde çoktan parçalanmış ve bunu kabullenmiş bir ailenin, en küçük üyesinin amacına ulaşması için isteksizce başlayan seyahati, hepsinin hayatını ayrı ayrı etkileyen bambaşka bir keşif yolculuğuna dönüşecektir.
“Yol filmi” dendiğinde ilk sıralarda düşünülmesi gereken bir yapım Little Miss Sunshine. İki gün süren bu California koşturmaca öncesinde, esnasında ve sonrasında karakterlerin geçirdikleri değişimler, kendileriyle yaşadıkları yüzleşmeler ve tabii ki bu kadar renkli bir aileyle geçirilen bir maceranın getireceği absürd komiklikle olaylar bize de hayatta kaybetmenin ve kazanmanın ne demek olduğunu bir kez daha sorgulatır. (N.Y)
Miracolo e Milano (Vittorio De Sica, 1951)
Onu evinin önünde bulup büyüten yaşlı Lolotto’nun vefatından sonra yetimhaneye yerleşmek zorunda kalan Toto yetişkin biri olunca kendisini yeniden sokaklarda bulur. Çantasını çalan hırsızı aradığı bir gecenin sabahında Milano’nun en fakir mahallerinden birinde açar gözlerini. Derme çatma kulübelerinde, çadırlarında yaşayan genci yaşlısı yüzlerce insanla birlikte burada yaşamaya başlar ve şehri düzenli evleri, caddeleri, meydanı olan bir yaşam alanına dönüştürür. Daha önemlisi, verdiği umut ve sevgiyle mutluluğu bu insanların arasına karıştırır. Açlık, yoksulluk ve karamsarlık eskisi kadar korkutucu değildir artık. Ancak yaşadıkları topraklarda petrol olduğu ortaya çıkınca acımasız iş adamları gidecek hiçbir yeri olmayan bu insanları bölgeden çıkarmaya çalışır. Mutluluğun işi artık gerçekten mucizelere kalmıştır. Ve o mucize bütün dilekleri yerine getiren beyaz bir güvercin tezahüründe Toto’nun avuçları arasındadır.
Neorealizm özellikleri göstermesine karşın fantastik öğeler içeren ve söz konusu akımın aksine olabildiğince iyimser bir tablo çizen bir film olması hasebiyle sadece İtalyan Sineması için değil evrensel bazda bir önem taşıyan bu umut testisi filmin en ilginç tarafı, bundan daha birkaç yıl önce Ladri di biciclette gibi bir yapıma imza atan Vittorio De Sica ve Cesare Zavattini’nin ellerinden çıkmış olması. Lafın özü, Ladri di biciclette‘nin panzehirini uzaklarda aramayın! (S.Y)
My Neighbor Totoro (Hayao Miyazaki, 1988)
Anime dünyasının en çok sevilen ve saygı duyulan isimlerinden Hayao Miyazaki’nin imzası taşıyan My Neighbor Totoro, bir çocuğun heyecanlı ve saf kalp atışlarını içinde barındıran bir yapım. Minik Satsuke ve kardeşi Mei, taşındıkları yeni evlerinde büyülü ormanın ruhlarıyla tanışırlar. Onlar bu tuhaf dünyayı keşfederken ailevi sorunları gitgide artar. Küçük bir kız çocuğu için bile oldukça zor ve hüzünlü olan bu dünyada Totoro adındaki sıra dışı komşu, hem karakterler hem de izleyiciler için harikalar yaratır.
Miyazaki’nin lügatinden ‘kötü’yü ve ‘kasvet’i dışarıya atarak gerçek dünyayı anlattığı My Neighbor Totoro, tıpkı diğer animelerinde olduğu gibi, dramatik öyküsünü duyarlı, iyimser bir dille anlatır ve bir nevi kalbin yaralarını sevgiyle sarar. Filmin resmettiği dünyada gerçeklerden kaçmak yoktur; aksine inanç ve metanetle yaşamı büyülü bir diyara dönüştürme fikri vardır. Tüm ümitlerin yitirildiği karanlık saatlerde Totoro’nun, Hızır misali Satsuke ve Mei’nin imdadına yetişmesiyle çocuksu bir zafere dönüşen film, hayatın ne denli zor fakat her şeye rağmen güzel bir serüven olduğunun altını çizer. (E.Ö)
Modern Times (Charles Chaplin, 1936)
Charles Chaplin’in en çok bilinen ve sevilen filmlerinden olan Modern Times, endüstriyel yaşamın birey üzerindeki tahribatını hiciv yüklü ve nükteli bir dille anlatır. Filmde karakterimiz bir fabrikada çalışırken makinelerin, üretime odaklı statik düzenin kurbanı olarak dev çarklar arasına sıkışır, gün boyu vida sıkmaktan çıldırma noktasına gelir ve en nihayetinde işsiz kalır. Yoksulluğu bir felaket olarak görmeyip iyimserliğini hiç yitirmeyen karakter, kalbinde filizlenen aşkıyla birlikte ekmek kavgasına dört elle sarılır.
Amerika’nın yeni yeni oluşan işçi sınıfının parodisini sunan film, kapitalist düzenin absürtlüğüne vurgu yapar. Chaplin’in komedi yeteneğinin doruklarından sayılan Modern Times‘da birçok unutulmaz sahne mevcut. Klasik anlatı dilini oldukça yetkin bir biçimde kullanarak iyi niyetli, saf karakterlerin öyküsünü beyaz perdeye taşıma kabiliyeti sayesinde, kent yalnızlığı içinde boğuşan karamsar bireyler için umut veren, gülümseten ve kendini iyi hissettiren bir deneyime dönüşür film. Ayrıca Chaplin’in restoranda söylediği şarkının ve yaptığı dansın unutulması mümkün değil. (E.Ö)
Mujeres al borde de un ataque de nervios (Pedro Almòdovar, 1988)
İspanyol yönetmen Pedro Almodòvar’ın kadınlarla dolu filmleri her zaman çok renkli, çok derinlikli, çok nitelikli, epeyce eserekli ve zaman zaman da hiddetli olmuştur.
1988 yapımı Mujeres al borde de un ataque nervios (Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar) ise, tüm bu özelliklerin yanı sıra bir o kadar komik, bir o kadar da karmaşık bir yapıya sahiptir.
Kendisini terk eden sevgilisinin peşine düşen bir kadının, onu bulma yolunda karşılaştığı diğer kadınları ve bu kadınların da aslında konuya nasıl dahil olduklarını; birbirine giren ve iyice karmaşıklaşan hikâyeleri inanılmaz bir kurgu ve komedi anlayışıyla kavrayan ve seyirciye yansıtan yönetmen, aldığı ödüllerin hakkını verircesine bir görsel şölen sergiliyor her zamanki gibi.
Carmen Maura ve Julieta Serrano’nun başarılı performanslarının yanında, o sıralar oyunculuk kariyerinin daha başlarında olan Antonio Banderas da, bizleri karmaşanın çetrefilli ve absürt yollarında eğlenceli bir yolculuğa çıkaran filmin dikkat çekici unsurlarından bir tanesi. (N.Ö)
Neşeli Günler (Orhan Aksoy, 1978)
Ailevi bir anlaşmazlık yüzünden birbirinden ayrılmaya karar veren eşlerin, çocuklarını da paylaşmak suretiyle evlerini ayırmaları üzerine gelişen trajikomik durumların anlatıldığı Orhan Aksoy filmi Neşeli Günler, “Yeşilçam Sineması’nda aile filmleri” dendiğinde birden gözümüzün önünde canlanıveren o bildik insanların, Adile Naşit’in, Münir Özkul’un, Şener Şen’in, Ayşen Gruda’nın ve daha nicelerinin beyaz perdede devleştiği yapımlardan biridir.
Birçoğumuzun dimağında “Turşucular” adıyla yer etmiş bu filmin yalancı amcası Ziya’nın hikâyelerini, işportada jilet satma maceralarını, aynı kıza âşık olan iki kardeşin kavgalarını, Alman aslanlarını, annesinin evinde yemek yedi diye babası tarafından kafasına kepçe vurulmak suretiyle saldırıya uğrama tehlikesi atlatan, anne ve babaları birleşsin diye açlık grevine giren kardeşleri, ta Samaya’ya kadar yürüyen o yavrucağı, hele de “Nadya Komanaçi”yi unutmak mümkün değildir.
Neşeli Günler, defalarca izlemiş olmamıza rağmen, yine de tekrar tekrar izleyebileceğimiz, yüzümüzde buruk ama huzurlu, tanıdık ve içten bir gülümseme bırakan Türk filmlerinden sadece bir tanesidir.
Canınız turşu mu çekti yoksa? (N.Ö)
Singin’ in the Rain (Stanley Donen – Gene Kelly, 1952)
Şen şakrak hikâyelerin en sık uğradığı türlerden biridir müzikal; Singin’ in the Rain de müzikallerin en güzel örneklerinden biri… Hatta tüm bu örneklerin en iyisi.
Hollywood’un sessiz sinemaya veda ettiği 1920’lerin son demlerinde geçen filmde (evet, The Artist gökten zembille inmemişti.) sektörel mutasyonun oyunculardan yapımcılara, izleyicilerden koca bir ülkeye buyurduğu değişiklikleri ana karakterlerinin sinema kariyerleri üzerinden renkli koreografiler ve neşe saçan şarkılar eşliğinde anlatıyor film. Üzerinde durulan bir diğer konu ise hiçbir şeyin göründüğü ya da yansıtıldığı gibi olmaması oluyor. Hayranlarına anlattığı uydurma başarı öyküsünden Lina Lomont’la olan sahte ilişkisine kadar Don Lockwood’un hayatını her yönüyle ele geçiren yalanlar, zirvesini Lina ile Kathy arasındaki seslendirme mevzusuyla yapıyor. Hâl böyle olunca afişe edilen gerçeklik filmin finali için en ideal tema hâline geliyor.
1920’lerin sırnaşık modası, Nacio Herb Brown’nın rol çalan müziği ve Gene Kelly’nin başını çektiği yerinde durmayan oyuncularıyla gerçek bir festival bu! En iyi tarafı ise içinde bolca huzur ve endorfin barındırması. Her ecza dolabında bir adet bulunmalı! (S.Y)
Slumdog Millionaire (Danny Boyle, 2008)
İyi – kötü, doğru – yanlış, sonu gelmeyen bir sefalet ve bunların hepsini saf bir aşk hikâyesiyle kucaklayan bir olay örgüsüne sahip Slumdog Millionaire. Bu karışımla bize tipik çağrışımlarda bulunsa da, ne tam bir Hint melodramı ne de tamamen bu türü dışlayan bir film.
Çaycılıkla hayatını kazanan bir genç, şans eseri katıldığı bir bilgi yarışmasında bütün sorulara sırasıyla doğru cevap vermesiyle herkesi hayrete düşürür. Öyle ki, bunun dürüst bir mücadele olduğuna ihtimal vermeyen başta kanal yetkilileri olmak üzere polis de devreye girerek onu işkenceye varan bir sertlikle sorgulamaya başlar. Tam bu esnada, verilen doğru cevapların bir hayat hikâyesinin parçaları olduğunu adım adım öğrenmeye başlarız. Mumbai’nin çamurlu sokaklarında tek başlarına ayakta kalmaya çalışan iki kardeşin başına gelenleri izler; kahramanımızın yaşama dürüst yollardan tutunma arzusunun şans ve tesadüflerle iç içe geçerek dramla bütünleşmiş bir maceraya dönüşmesine tanıklık ederiz.
Bir yandan trajik hikâyesiyle ve filmlerde genelde renklerle müzikallerle ve danslarla allanıp pullanan Hindistan’ın karanlık tarafıyla yüzleşirken bir yandan da genel olarak insanlığın, şov dünyasının bu karanlıkta nasıl konumlandığını belirgin bir şekilde görmüş oluruz.
Slumdog Millionaire, yaşanan olumsuzluklara ve yarattığı karamsarlığa karşılık tükenmeyen umutların, aşkla büyüyerek insanı nereye götürebileceğini, kötü insanlarla yok edilmeye çalışılan şansların bittiği yerde yeni kapıların açılışını başarılı bir şekilde sunan, oryantalizmden uzak; fakat Hint filmi geleneğine de modern dünyadan göz kırpan bir yapıt. (N.Y)
The Straight Story (David Lynch, 1999)
Hasta kardeşiyle olan ilişkisini yoluna koymak için bir traktörle Iowa’dan Wisconsin’e gitmek üzere yola çıkan 73 yaşındaki Alvin Straight’in hikâyesi… Adı gibi düz, hem de dümdüz, sade bir yol hikâyesi… İnsanın kendisiyle olan derdini, yaşamdaki yerini, tuhaflıklarını, isteklerini, hatalarını ve inançlarını tek bir adamın A noktasından B noktasına, ama onun yanında aslında kendi içine doğru yaptığı yolculuğun hikâyesini anlatmaya koyulmak suretiyle biz izleyicilerin önünde bir ziyafet gibi seren yönetmen ise David Lynch.
Kendine has karanlık dünyasında, o dünyaya ait filmleriyle inanılmaz bir hayran kitlesi ve takipçiye sahip olan, film noir akımının başarılı yönetmenlerinden biri olan Lynch’in filmografsinden kolaylıkla sıyrılan; diğer filmlerinin yanında bambaşka bir yerde duran bu duru, sade, abartıdan uzak, gerçekçi ve (inanması zor olsa da) iyimser film, bizlere bir gün yaşlanacağımızı hatırlatırken; efsane yönetmenin bambaşka bir yanını da gözler önüne sermektedir. Seyirliktir… (N.Ö)