Önünde gölgelerin oynadığı kocaman bir perde, tahta sandalyeler, çerezler, meyveler, muhabbetler ve gökyüzü…
Mayıs cemrelerinin toprağa düşmesiyle birlikte Mart ayında aralanan kapılar ardına kadar açılır ve hayat, artık dört duvarın dışına taşınır. Türkiye’de 80’li yıllarda başlayan yazlık sinema ya da bir başka adıyla açık hava sineması, ilk olarak Türkan Şorayları, Hülya Koçyiğitleri, Tarık Akanları ağırlamıştır. Bu dönemde çoğu nesil, Yeşilçam’ın tadına ilk olarak yaz ile sonbahar arasında kurulan bu beyazperdelerde bakmıştır. O günün çocuk, genç nesli, geçen zamanla bugünün yetişkinleri olunca da yazlık sinemalar, siyah beyaz fotoğrafların köşesinden göz kırpan, nostaljik birer hatıra gibi karşımıza çıkar.
2001 yapımlı Vizontele filminde Reis Bey’in, karısına televizyondan bahsedip artık her evde bir televizyon bulunacağını söylediğinde Siti’nin verdiği tepki hiç de haksız değildir: “Sebep?” Yeniliğe kapalı değiliz; ancak günceli rafa kaldırıp “eski” hâline getiren, çağın hızlı deviniminin, maalesef televizyonların, evlerin içine girmesiyle birlikte yazları ardına açılan kapıları kapattığını da üzülerek kabul etmek gerekir. 90’lara gelindiğinde yazlık sinemalar da televizyonla ilk mücadelelerini vermeye başlar. Sahi, nedir sebep? Neden en nefes kesici sahneyi yıldızların altında bir dost ile, komşu ile, eş ile paylaşmak varken dört duvarın arasında küçültülmüş bir ekrana kocaman bir geleneği sığdırmaya çalışalım?
Biz çekirdek seslerini, karpuz kabuklarını, gökyüzüne özgürce yükselen kahkahaları unutmadık. Bu özel dosyamızda ilklerimize dönüp açık hava sinemalarındaki ilk deneyimleri sorduk. Aynı gökyüzünün altında kimler hangi perdeyi paylaşmış, hatırlayalım…
Keyifli hatıralar…
Rabia Elif Özcan