Sinemanın belki de en büyük vaadi, icat edildiği tarihten bu yana ne kadar büyük biçimsel değişimlere uğramış olursa olsun, izleyicisini başka dünyalara seyahat ettirmek olmuştur. Beyaz kireç boyalı bir duvarın, dev bir perdenin, televizyon ekranının karşısında yahut şimdilerde gitgide popüler olduğu gibi özel gözlükler vasıtasıyla doğrudan karelerin içinden film seyretme deneyimi, her zaman insanı var olduğu yerden başka bir yere götürmeye, onu bazen bir turist gibi geçici hazlarla bazen de bir seyyah gibi rengârenk duygularla sarsmaya çabalamıştır. İstanbul’un en önemli sinema salonlarından Beyoğlu Sineması’nı zor bela uçurumdan çekip aldığımız bugünlerde ise artık hafızamızın tatlı bir köşesinde hoş bir anıdan ibaret olarak yaşamaya devam eden eski bir alışkanlığı hatırlamaya çalışıyoruz: Açık Hava Sinemaları.
Yaşım itibariyle ne yazık ki tecrübe etme fırsatı yakalayamadığım açık hava sinemaları Türkiye’nin yalnızca büyük kentlerinde değil, en ücra kasabalarında bile heyecanla peşinden koşulan bir gelenek ve yaz aylarının en keyifli etkinliğiydi yıllar önce. Şimdiyse değil açık hava sinemalarını, alışveriş merkezlerinin film seyretme deneyimini ucuzlaştıran şatafatlı salonları dışında gerçek ve samimi bir yer bulmak neredeyse imkânsız. Sinema perdesinin önünden uçup geçen bir kuşu, filmin en heyecanlı yerinde aniden başlayan yaz yağmurunun tadını klimalı salonlara hapsettikten sonra, açık hava sinemaları artık lüzumsuz birer nostalji olarak toprağın altına gömüldü. Filmler yaşadığımız şehirlerin veya köylerin havasından, sokaklarında koşturduğumuz mahallelerin boş arsalarından silinerek gerçek yaşamla bağlantısı koparılmış, özel eğlence ürünleri haline getirildi. Artık gözbebeklerimizin içine sokularak sürekli daha fazla gerçeklik hissi vereceği vaat edilen film izleme etkinlikleri sanılanın aksine, gerçeklikten iyice uzaklaşmış durumda.
Söylediğim gibi ben malesef bir açık hava sinemasında film seyretme keyfini yaşayamadım. Film izleyecek yaşa geldiğimde artık neredeyse her mahallede bulunan sinema salonları ve açık hava sinemaları ortadan kalkmıştı. Ancak şehrin birkaç merkezi bölgesinde can çekişen şehir sinemaları vardı yalnızca. Anneme bir açık hava sinemasında izlediği ilk filmi ve bunun nasıl bir deneyim olduğunu sordum. İlk olarak 11 yaşında Kocamustafapaşa’da, Türkan Şoray’ın başrolde olduğu Metres (1983) filmini seyretmiş. Hala düzenli olarak sinemaya gitmeyi seven bir insan olarak annemin açık hava sinemaları üzerine söyledikleri ise şaşırtıcı değildi. Her şeyden önce kapalı salonlara nazaran açık hava sinemalarının daha özgür ortamlar olduğunu ve film seyrederken gökyüzünü görebilmenin büyük bir keyif olduğunu söyledi.
Günümüzde artık açık hava sinemaları, nadir rastlanan çabalarla bazı şehirlerin özel bölgelerinde canlandırılmaya çalışılan nostaljik bir etkinlik. Evden uzakta, kırk yılda bir eski günleri hatırlatan bu deneyimin maalesef kötü bir taklidiyle avunmak zorunda kalıyoruz. AVM’lere sıkıştırılan ve iki saatliğine satın alınarak hayatımızı değiştirmesini güçsüz bir inançla beklediğimiz filmler, seyircisinin dünyasına dokunmak yerine suni bir evrende fiyatının karşılığını vermeye çalışıyor yalnızca. Hal böyle olunca, kimse için “Bir film izledim ve hayatım değişti.” demek mümkün olmuyor, çünkü o filmler artık bizim hayatımızda yer almıyor.
Deniz Berk Sayınhan