Ne vakit bir su çevrelese toprağı, o toprakta can olsa; çalışsa, konuşsa, paylaşsa, dokunsa, dumanı bundan on binlerce yıl önce tütmeye başlamış olan hikâye yeniden göğe yükselir. Tabiatını oluşturan suyun, toprağın, havanın döngüsü gibi tıpkı, insanın hikâyesi de farklı dilde, toprakta, inanışta dönüp dolaşıp aynı kelimeleri bulur. Bu yüzden yaradılış, başlangıcı olan ama sonu gelmeyen bir destandır.
Kore’nin, etrafı dağlarla çevrili saklı bir bahçesiyle açılıyor İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar. Açılış sahnesinde verilen mekân unsurlarının her biri, cennet tasvirlerinden bir parça taşıyor; ıssızlığın çukuruna dolan su, ortasında diğer topraklardan ayrılmış bir kara parçası ve bu ânı dünyanın geri kalanından koparan keskin dilli dağlar… Cennetin ilk hâli, henüz el değmemiş, dünyaya dokunmamış… Bizi ilkbahar mevsimi karşılıyor öncelikle ve film boyunca her bir mevsim, bu cennetin ortasındaki kara parçasında yaşayan iki keşişin hayat evrelerini temsil ediyor. Bu anlamda mevsimler de insanın bu döngüsel öyküsünü sürdüren birer unsur hâline geliyor.
İlkbahar…
Açılış sahnesinde çizilen cennet portresinin ardından öykünün merkezinde yer alan iki canla tanışırız: Bir usta ve bir çırak. Usta orta yaşlı, fakat üzerinde çalıştığı meditasyon ve ruh terbiyesiyle olgunlaşmış, sabrı öğrenmiş bir keşiştir. Çırağıysa cennetin kurallarından henüz haberi olmayan, tecrübesiz ve meraklı, küçük bir çocuk. Bir insan olarak gücünün farkında ve doğaya hükmetme arzusunun kontrolü altındadır. Bu güdüyle önce gölden yakaladığı bir balığın gövdesine ip dolayıp ipin ucuna da bir taş bağlayarak balığı göle salar. Ardından bunu, yakaladığı bir kurbağaya ve yılana da yapar ve he birinin karşısına geçip acıma ve merhamet duygularını hissedemediğimiz bir tonda kahkahalarla gülmeye başlar. Durumu gören usta, çocuğa bir ceza vermek ister ve gece uyuduğu sırada çocuğun sırtına, tıpkı onun yaptığı gibi bir taş bağlar. Ertesi günü sırtında bir ağırlıkla uyanan çocuk, taşı bütün gün beraberinde sürüklemek zorunda kalır. Ayrıca ustası, önceki gün gövdelerine taş bağladığı üç hayvanı yeniden bulup kurtarmasını ve eğer içlerinden biri ölmüşse bunun acısını ömür boyu vicdanında bir taş gibi taşımasını ister. Çocuk, ustasının söylediğini yapar; ancak kurbağa dışında diğer hayvanları ölü bulur. Vicdanında asla kapanmayacak olan bu yara, onu hıçkırıklara ve gözyaşlarına boğar. El değmemiş bir cennet portresinin içinde acımasızlığı, merhametsizliği, cinayeti, suçluluğu ve pişmanlığı doğaçlama sayılabilecek kadar doğal, ama bir o kadar da sert bir dille anlatan bu açılış sahnesindeki her bir olay, insanın doğaya dokunuşuyla birlikte döngüsel düzenin nasıl altüst olduğunu göstermektedir. Ayrıca cennet portresinin sınırsız olmadığı, belli çerçevelerin ötesine geçilmediği takdirde düzenin ve huzurun korunabileceği anlatılır. Bunun yanı sıra yönetmen Kim Ki-duk’un göstermek istediği bir nokta daha vardır: çocuğun sırtında taşıdığı taş, yalnızca bir vicdan muhasebesi değil; aynı zamanda “dünyanın yükü”dür. Bu metaforlar üzerinden yorumladığımızda usta, çocuktan yaptığı hataları düzeltmesini, bozduğu düzeni yeniden sağlamasını isterken dünyalık uğraşların ağırlığını da sırtında hissetmesini ister. Her iki karakterin birbirlerine karşı konumlarına baktığımızda ustanın tanrısal bir figürü temsil ederken çocuğun, varoluş kurallarını yeni öğrenen insanoğlunu temsil ettiğini görürüz.
Yaz…
İlkbahar tohumun toprağa düştüğü mevsimken yaz, üzerindeki ince kabuğun yırtılıp dünyayla ilk defa tanıştığı mevsimdir. Nitekim keşişlerin hayatlarında da aynı değişim gerçekleşir. Küçük çocuk artık büyümüş, delikanlı olmuştur. Ustaysa orta yaşlarından çıkıp ileri yaşa doğru daha suskun bir döneme girmiştir. Filmin kırılma noktalarından biri, bir gün bu ıssız cennete, dağların ötesinden bir anne ile kızının geldiği sahnedir. Delikanlıyla hemen hemen aynı yaşlarda olan kız hastadır ve şifa bulması için annesi, onu keşişin yanına bırakır. Tıpkı cennet gibi el değmemiş, duru güzellikteki bu “beyaz elbiseli kadın” figürü, cennete ayak bastığı anda delikanlının bedeninde, bakışlarında ve düşüncelerinde bir değişim başlar. Yıllar boyunca değil bir kadın, ustasından başka herhangi bir insanla iletişim kurmamış olan delikanlı, ilk defa karşı cinsle münasebet hâlindedir. Ona dokunmaya çalışır; bu isteği kız tarafından başta reddedilir fakat zaman geçtikçe birbirine ısınan iki genç arasında duygusal olduğu kadar fiziksel bir çekim başlar. Hangi meyvenin yenmeyeceğini söylemiştir tanrı, ama yılanlar vardır sahnede. Sıkça gösterilen yılan imgesi, yaklaşan ilk günahın habercisidir aslında. Ve delikanlı ile kızın bedenleri kaçınılmaz olarak birbirine dokunur. Bu ilk dokunuşun ardından delikanlının gözyaşları içinde Buda heykeline yönelip dua etmesi, vicdanını rahatlatıp ruhunu arındırmaya çalışması “kadın” figürünün, insanoğlunu temsil eden erkek için tahrik edici ve kirletici bir unsur olduğunu gösterir. Beyaz elbisesinin masumiyeti altında kızın her gece yorganını aralayarak delikanlıyı yanına davet etmesi, kadına “kışkırtıcı bir tabiat” atfeder. Nitekim delikanlının trajedisi de bu kışkırtmalara ve davetlere kulak vermesiyle gelecektir. Yine beraber oldukları bir gün ustaya yakalanmalarıyla birlikte usta, artık iyileştiğine kanaat getirdiği kızı geldiği yere gere götürür. Delikanlının, kendini neredeyse tamamen kıza kaptırdığının farkındadır. Ve kızı her kürek darbesiyle delikanlıdan biraz daha uzaklaştırırken felsefesinin özünü de şu cümleyle ifade eder: “Tutku, bağlanmayı doğurur; bağ, öldürme isteğini…” Ancak delikanlı, ustasının öğretilerine kulak veremeyecek kadar alevlidir, kızla olan bağını koparmak istemediğinden bir gün eşyalarını toplayıp cennetin kucağından ayrılıp dünyaya adım atar.
Sonbahar…
Aradan yıllar geçtikten sonra bir gün usta, ufukta delikanlının geri döndüğünü görür. Delikanlının elinde kanlı bir bıçak vardır; bıçaktaki kan, sevdiği kıza aittir. Nihayetinde kız, bir başkasını sevmiş ve buna dayanamayan delikanlı da onu öldürmüştür. Usta, bu korkunç günahın lekesinden kurtulması ve ruhunu terbiye etmesi için delikanlıya, kapılardan oluşan küçük evlerinin önündeki iskelenin üzerine bazı kelimeler kazımasını ister. Tüm kelimeler kazındığında delikanlının işlediği suçun vicdani bedeli ödenmiş olacaktır. Ancak bu sırada iki polis, delikanlıyı tutuklamak üzere eve gelir. Usta onları durdurur, delikanlının önce vicdan bedeli ödemesi gerektiğini söyler. Böylece polisler de delikanlının, kendisiyle yüzleştiği bu içsel yolculuğa günbegün tanıklık ederler. Kelimeler tamamlanıp bedel ödendiğinde delikanlı teslim olur, bu noktadan sonra sıra fiziksel varlığın ödeyeceği bedele gelir. Bu bölümle birlikte filmin dikkat çekmek istediği iki konu vardır: İnsan, yaptığı tercihlerle kendi trajedisini getirir. Bu trajedi, cennetin kurallarını ihlal etmenin, aşırı ve tutkulu hareketlerin, dünyaya olan düşkünlüğün ve bağın sonucunda gelir. Bir diğer önemli noktaysa işlenen bir günahın ardından vicdan muhasebesinin, bireysel boyutta rasyonel adaletten daha ağır bir yargı mercii olduğudur.
Bölümün sonunda usta, gözlerini, burnunu ve ağzını özel bir tabakayla kapatarak Budist adetlerine göre kayığına biner, onu ateşe verir ve bu şekilde intihar eder. Çünkü o da tutkuyla bağlanmıştır delikanlıya ve bağ, öldürme isteğini doğurmuştur.
Kış…
Beden, işlediği suçun karşılığını ödemiştir ve delikanlı artık serbesttir. Bir zamanlar tutkunun peşinden sürüklenerek hırs ve coşkuyla adımladığı dünya, artık onun için çilehaneden başka bir yer değildir. Kendini yalnız, çaresiz, korkmuş hisseden her insan gibi o da anne rahminin masumiyetini arar, yuvasına geri dönmek ister. Dünya hayatından vazgeçerek ustasıyla paylaştığı küçük cennetine gider. Ancak ustasını bulamaz, yerde yalnızca içi boş kalmış kıyafetleri vardır. O an delikanlı, ustasını da kaybetmiş ve cennette yalnız kalmış olduğunu anlar. Evde ustasına ait eşyaları kurcalarken eline bir defter geçer. Defterde ustasının ruh terbiyesi için not aldığı öğretileri vardır. Delikanlı, kendini bu cevhere teslim eder ve hayatının geri kalanını Budist öğretilerine adar. Bu bölümde, denge-dağılma-denge motifini takip eden trajedi düzeninin son adımını görürüz. Kadın figürünün gelmesiyle başlayan ve Habil ile Kabil’in hikâyesindeki gibi dünya üzerindeki ilk suç olan cinayetle devam eden dağılış süreci sona ermiş; Âdem, ruhsal bütünlüğünü ve dengesini yeniden sağlamaya yönelmiştir. Dengeye doğru olan bu geri dönüş aynı zamanda insanın, yalnızlığa düştüğü anda çareyi “yuvası” bellediği, ilk köklerini saldığı cennetvari, el değmemiş bir unsurda aradığını gösterir. Hemen her dinde ortak olan yaradılış hikâyesi, kendini bu noktada da tekrar eder; insan, tıpkı bir halka çizer gibi başladığı yere geri dönmeye çalışır. Nitekim destanlarda karşılaştığımız “nostos” (eve dönüş) kavramı, masallarda ve geleneksel halk hikâyelerinde başlanan yere doğru yapılan halkasal yolculuklar da insanın öyküsünde bu unsurun evrensel olduğunu gösterir.
Bir hikâye, gençlik çağlarının alevini bırakıp olgunluk çağının sonlarına doğru gelirken közleri, başka bir hikâyeyi tutuşturuverir. Bir gün delikanlı, bir annesiyle bebeğinin, donmuş nehir üzerinde yürüyerek eve doğru geldiklerini görür. Anne, orada bir gece geçirir. Sabah uyandıklarında ise gitmeye çalışırken üzerinde yürüdüğü buz tabakasının kırılmasıyla beraber suya düşüp boğulan annenin cansız bedenini bulurlar.
Ve İlkbahar…
Bir usta ve bir çırak. Usta orta yaşlı, fakat üzerinde çalıştığı meditasyon ve ruh terbiyesiyle olgunlaşmış, sabrı öğrenmiş bir keşiştir. Çırağıysa cennetin kurallarından henüz haberi olmayan, tecrübesiz ve meraklı, küçük bir çocuk. Bir insan olarak gücünün farkında ve doğaya hükmetme arzusunun kontrolü altındadır. Bu güdüyle önce gölden yakaladığı bir balığın gövdesine ip dolayıp ipin ucuna da bir taş bağlayarak balığı göle salar. Ardından bunu, yakaladığı bir kurbağaya ve yılana da yapar ve her birinin karşısına geçip acıma ve merhamet duygularını hissedemediğimiz bir tonda kahkahalarla gülmeye başlar.
Güneş, yeniden doğar.