Her devlet yapısının esasını oluşturan millet yapılanması, en başta kökenini etnik temellere dayandırır. Harita üstünde renklerle bölünmüş toprak parçaları, keskin ve kalın çizgilerle sınırları belirlenmiş alanlar, isim isim bölüştürülmüş ülke ve şehirler, hep aynı yapılanmanın üzerine inşa edilmiştir. Ve bu ayrımı değişik renklerle ifade etmek, hem ayrımın altını çizerek onu belirgin kılan bir vurgu hem de ayrıştırma eylemini kolay hâle getiren bir yöntemdir. Fakat işin ucu sosyal alana dokunduğunda böylesi bir vurgu, toplumları ve insanları derinden yaralayan; dahası, geniş kitleleri etkileyen toplumsal bir soruna dönüşür. Dünya çapında sömürgecilik faaliyetleriyle başlayan ve günümüzde sıcaklığını hâlâ koruyan bu tartışma, Amerika’da zencilerin ne yazık ki toplumsal bir gerçek hâline gelmiş kaderinin yegâne konusudur. Zencilere karşı yapılan ırkçılığın boyutları şüphesiz, insan haklarının en temel maddelerine dahi aykırı olacak ölçüde sınırları aşmıştır. Nitekim bunu tüm dünyaya duyurmak üzere yapılan eylemler, politik sanat eserlerinde de yankısını sayısız kez bulmuştur. Ancak öfkeli okların hiddetle savrulduğu bir hedef tahtası hâline gelen süreçte unutulan nokta, bunun yalnızca tek bir olay veya gruba ait değil; ideolojinin egemenliği altındaki her toplumu etkileyen bir durum olduğudur. Zira ateşli kavgayı başlatarak insanları birbirine taraf eden düşmanlık, her şeyden önce içteki nefretten kökünü alır. Dolayısıyla zıtlıklarla anlaşabilmek, uzlaşabilmek için evvela aynadaki aksiyle tanışmalıdır insan. Onun da tıpkı bambaşka bir renkte, ırkta, dinde nefes alan bir diğer insanla ebediyen kader ortağı olduğunu; düşmanların en kötüsününse kendi tanımını unutanlar olduğunu bilerek…
Osha Gray Davidson’ın The Best of Enemies: Race and Redemption in the New South adlı kitabından hareketle yönetmen Robin Bissell, objektifini 1971 Amerika’sına kurar. Kuzey Carolina eyaleti, Durham’da, ilki 1865 yılında kurulup 1946’da üçüncü nesil olarak tekrar ortaya çıkan Ku Klux Klan’ın eylemleri tüm şiddetiyle görülmektedir. Beyaz Amerikalıların üstün gücü ilkesine dayanan klanın başlıca hedefi, Afro-Amerikalı zencilerdir. Beyaz milliyetçilik, göçmenlik karşıtlığı gibi aşırı uç tepkilerle gündeme gelen klan, gerçeklikte terörizm olarak tanımlanacak eylemlerini milliyetçi ideoloji adı altında gerekçelendirerek savunmaktadır. Sırtını ideolojinin yaptırım gücüne dayadığından da geniş kitleleri etkileyerek onların desteğini kısa sürede alabilmiştir. Günümüzde kadar gelen bu yapılanma, Amerika toplumunun dinamiklerini anlamada bilinmesi gereken bir unsurdur. Nitekim kurgusunu gerçek olaylardan alan The Best of Enemies (2019), bu toplumsal gerçeğin altını çizmede başarılı bir yapım örneğidir. Her ne kadar zencilerin tarafından bakan bir objektif ağır bassa da klana mensup ve/veya benzer görüşteki beyaz Amerikalıların gerekçelerini de açıklıkla dile getirmiştir. Dolayısıyla ezeli bir düşmanlığın iki ayrı tarafına mercek tutan film, doğru açıdan bakılıp empati kurulduğu takdirde böylesi bir düşmanlıktan dahi nasıl bir uzlaşıya erişilebileceğini, adı üzerinde en iyi düşmanlık örneğini gösterir.
Taraji P. Henson’un canlandırdığı Ann Atwater, sözünü hiçbir zaman sakınmayan vatandaşlık hakları savunucusu olarak tarihe geçmiştir. Siyahi kimliğinin ötesinde insanı önceleyen güçlü sözleri, üniversiteler başta olmak üzere pek çok kurumda bizzat kendisi tarafından dile getirilmiştir. Ancak Atwater’ı bu konuma getiren süreç, kısa süre içinde gerçekleşen, her daim destek bulduğu türde değildir. Bunun öncesinde güçlü aktivist, 70’lerin Durham’ında zenci karşıtı Ku Klux Klan’ın yaptırımlarıyla mücadele etmeyi hedefleyen bir ayaklanmanın eşiğindedir. Bu sırada kendi kızının da okuduğu bölge ilkokulunda nedeni bilinmeyen –ancak kastî olduğu düşünülen- bir yangın çıkar. Yangında okul binası büyük ölçüde hasar görmüş, öğrencilerin eğitimi de günlerce aksamıştır. Durumu düzeltmek için hemen harekete geçen yetkililer, yalnızca siyahi öğrencilerin eğitim gördüğü bu okulun, beyaz Amerikalıların okullarına yarı zamanlı olarak taşınmasını önerir. Böylelikle sosyal bir entegrasyon da söz konusu olmuştur. Fakat Ku Klux Klan zihniyeti ve üyeleri, toplumsal bir kaynaşma ve birliktelik ortamına destek vermek şöyle dursun; zencilerle yan yana gelmeye, konuşmaya, hatta aynı yemek masasına oturmaya bile tahammül edemez. Bu yüzden de entegrasyon fikrine şiddetle karşı çıkar. Bu öfkeli karşıtlık, filmin başında klan başkanı C.P. Ellis’in (Sam Rockwell) yaptığı konuşmayla manifestosunu duyurur: “Kutsal babamız; bize sağlam yürekler, güçlü zihinler, inanç ve hazineler ver. Bize iyilik adına savaşıp ödülümüzü almaya layık olacağımız bir dünya bahşet(…). Bundan böyle yabancı dünyayla mücadelemize başlarken klan üyelerinin şerefinin hizmet etmek olduğunu unutmayalım.” Ellis’in ifadelerinde açıkça dile getirilen mücadele, bir düşmanlığın ilanına da işaret eder. “Yabancı dünya” olarak ifade edilen “öteki”lerse toplum dokusuna işlemiş dilsel ayrımcılığın da ne kadar net ve katı tanımlardan oluştuğunu gösterir.
Tarihte her daim ideolojilerin, yaptırım güçlerini uygulamada en çok başvurdukları bu söylev yöntemi, zehirli kelimelerini de en başta sıralar: Klana dâhil olan her genç, artık “kardeşlik, topluma aidiyet, kendinden daha büyük bir şeyin parçası olmanın gururu”nu taşıyacak, bununla birlikte “artık dışlanmadığını” bilecektir. Ellis’in kullandığı her ifade, bilinçli kelime tercihlerinden oluşur. Dolayısıyla filmde özellikle bu tür söylevler üzerine yapılan dilsel bir inceleme, hem Ku Klux Klan özelinde hem de ideolojilerin evrensel sistematiğini anlamada önemli ipuçları taşır: Millet, yani büyük parça, kitlesel dayanak ya da Hobbes’un illüstrasyonuyla Leviathan, bütünü koruma uğrunda her şeyi mubah kılan bir aklama unsurudur. Nitekim klan üyeleri, verilen her söylev üstüne hep bir ağızdan şu ilkeyi haykırır: “Kendim için değil, diğerleri için!” Oysa burada geçen “diğerleri”, klan kardeşliğini kapsayıcı bir hitapken kendilerinden olmayanlara karşı da ayrımcı bir tutum ifade eder. Sözde diğerleri için yapılan her eylem, aslında bireysel bağlamdaki temeli sorgulanmamış, yalnızca büyük parçanın menfaati için zorunlu kılınmış birer dayatmadır. Bunun farkına varmaksa Ellis’i, Atwater ile bir okul entegrasyonu kararı sürecinde eş başkan olarak bir araya getirecek noktada gerçekleşecektir.
Çok hızlı bir tempoda ilerlememesine karşın mizahi bir üslubu sayesinde akıcılığı yakalayan film, ikilikler arasında ne çok rengin yer aldığını, uzlaşmaya varan bir düşmanlık hikâyesiyle anlatır böylece. Klanın logosunda yer alan, “Düşmanını tanımamak, onlara rahatlık verir.” yazısı, filmin sonunda birbirini, bundan da önemlisi bireyler olarak bizzat kendilerini tanıyan Ellis ve Atwater için düşmanlığı ortadan kaldıran ironik bir ifadeye dönüşür. Zira savunma süreçlerinde ikisi de haklı ve ikisi de haksızdır. Kendilerini tanıdıkları vakit zaaflarını ve insanî yönlerini de görmeye başlayan ikili, haritaların renklerle ayrılmış sınırlarının aslında hiçbir anlam taşımadığını da öğrenir. Öteden beri olagelen bir düşmanlığın iki ayrı tarafını oluştururlar, fakat birbirlerini anlamaya ve empati kurmaya başladıkları anda bu, düşmanlıkların en iyisi hâline gelir. Buradan hareketle kurgunun dile getirmek istediği, öncelikle aynadaki yansımamızı bir insan olarak tanımaya davettir.
Tarihi olaylara dayanan kurgusuyla kimi yerde öfkeleri yükselten, kimi yerdeyse buruk bir gülümseme bırakan filmde, kurgu akıcılığını engelleyen uzunlukta, klişe olarak nitelendirilebilecek sahneler sıkça yer alır. Bu nedenle sinematografik yönden güçlü bir etkiye sahip denemez. Ancak metni oluşturan çarpıcı cümleler, dikkatleri izlekten ziyade kelimelere ve anlatıya vermemiz gerektiğine işaret eder. Bu özellikleri göz önünde bulundurulduğunda The Best of Enemies, hem dönem filmi sevenlere hem de kurguda metinsel anlatıyı önceleyenlere hitap eden, eğlenceli bir yapım.