Yönetmen koltuğunda oturan Galder Gaztelu-Urrutia’nın ilk uzun metrajı olan, Torino Film Festivali başta olmak üzere pek çok festivalden ödülle ayrılan Netflix’in son gözdesi The Platform (2019), dikey mimariye sahip iç içe geçmiş pek çok kattan oluşan karanlık bir hapishanede yaşanan vahşet dolu olayları sinemaseverlerin evlerine taşıyor.
Açılış sahnesinde neredeyse her ırktan insanın bir arada çalıştığı kalabalık bir aşçı ordusunun telaşlı adımlarla arşınladığı, leziz yemek çeşitleriyle kaplı büyük bir mutfak görüntüsü karşılıyor seyirciyi. Dehşetin en üst basamağında yükselen bu şatafatlı ve vurdumduymaz telaş, delik olarak adlandırılan hapishanenin kuytu köşelerinde yankılanan acı çığlıkları tüm varlığıyla bastırıyor ve titizlikle çalışan aşçılar, ayakları altında yaşanan felaketi örtbas etmek istercesine adımlarını giderek daha hızlı; daha mekanik şekilde atmaya başlıyorlar. Hazırlık en tepede tüm görkemiyle devam ederken, gözlerimizi karanlık, oldukça sade ve basık dizaynı ile klostrofobik dürtülerimizi harekete geçiren bir hapishane hücresine açıyor ve film boyunca bizlere eşlik edecek olan kahramanımız Goreng’in (Ivan Massague) yaşlı hücre arkadaşı Trimagasi’ye (Zorion Eguileor) yönelttiği soruyu duyuyoruz: “Ne yiyeceğiz?”
Nasıl bir yere düştüğü konusunda hiçbir fikri olmayan yeni hücre arkadaşının şaşkınlığını alaycı bakışlarla süzen Trimagasi, adeta yaşanacak olayların özeti niteliğindeki cevabını vermekte gecikmiyor: “Belli ki yukarıdakilerin artıklarını…”
Goreng, kendisini tam karşısında duran yaşlı arkadaşıyla ayıran, hücrenin merkezine açılmış kare şeklindeki büyük deliği fark ettiğinde, Trimagasi’nin alaycı cevabı büyük bir anlam kazanmış oluyor; zira açılan boşluğun hem üst hem alt tarafında birbirini takip eden sayısız nizami delik ve her delikte sessiz bakışlarla volta atan mahkûmların dolaştığını görüyoruz. Bu noktada delik olarak adlandırılan ve dikey öz yönetim merkezi şeklinde nitelendirilen distopik hapishanenin fiziksel tasarımının taşıdığı toplumsal anlamı irdelemekte fayda var. İngiliz filozof Jeremy Bentham’ın 1785 yılında tasarladığı ve temel yapılış amacının gözetlemek olarak sunulduğu hapishane inşa modeli Panoptikon, birkaç kattan ve tek odalı hücrelerden oluşan halka şeklindeki bir yapıdır. Bentham’ın “Bir üst aklın, gücü elde etmesinin yeni bir modeli” şeklinde ifade ettiği Panoptikon, çok sayıda insanın bir arada yaşamak durumunda olduğu topluluklarda çıkması muhtemel kargaşa ve dağınıklığın önüne geçmek, bireylerin üst otorite tarafından daima gözetlendiklerinin farkında olmaları sayesinde kendi otokontrol mekanizmalarını sağlamaları amacıyla sunulmuş parlak bir projeydi.
The Platform’da tasarlanmış ve mimarisine uygun şekilde Delik adı verilmiş olan bu modern hapishane de tıpkı Panoptikon gibi, merkezine “gözetim” kavramını yerleştirerek, mahkûmların kendi hücrelerinde yaşadığı dehşet anlarına tüm hapishanenin ihtişamlı ritüeller izliyormuşçasına tanıklık edebileceği bir toplumsal röntgencilik ortamı yaratıyor. Ancak filmde Panoptikon idealine tamamen zıt olarak, bireyler kendi otokontrollerini sağlamak ve kurulmuş düzenin sağlıklı işleyişini temin etmek yerine kaosu ve itaatsizliği tercih ediyorlar.Zamanla hapishanenin bütün hücrelerini saran kitlesel delilik hâli, her katmanı bir öncekinden daha şiddetli vuran bir çöküş dalgasının başlangıç zilini çalmış oluyor. Filmde hapishane sakinlerini (!) büyük bir yıkıma sürükleyen ve panoptikonun sunduğu pembe tabloyu tersyüz eden deliğin çalışma mantığına yakından baktığımızda taşların yerine oturduğunu görüyoruz. Zira yaşlı Trimagasi tarafından verilen, hapishanedeki temel olayın “yemek yemek ve hayatta kalmak” olduğu bilgisi, akıllara “yalnızca güçlü olanın hayatta kalmayı başardığı” vahşi kapitalizm dinamiklerini getiriyor ve filmin başında söylenen “Üç tür insan vardır: Yukarıdakiler, aşağıdakiler ve düşenler.” cümlesi kapitalizmin temelinde yatan sınıf kavramının altını kalın çizgilerle çizmiş oluyor. Ancak hayatta kalmayı başaran güçlü (!) mahkûmların her otuz günün sonunda yeni aya, yeni bir katta gözlerini açtıkları gerçeği alt ve üst sınıf kavramlarını ironik bir şekilde ortadan kaldırarak, istisnasız her mahkûmu çaresizliği ve açlığı iliklerine kadar hisseden ve en nihayetinde delirmekten başka yolu kalmamış olan insanların dâhil olduğu ‘’düşenler’’ sınıfının bir ferdi hâline getiriyor.
Bu noktada filmin sunmuş olduğu kapitalizm eleştirisinin ne kadar sağlıklı olduğu konusu tartışmaya açılmış oluyor, hücredeki mahkûmların üst otoritenin ‘’keyfî’’ kararları doğrultusunda bazı aylar alt, bazı aylarsa üst sınıfa mensup üyeler hâline gelmeleri ve “pastadan” aldıkları payın bu keyfî uygulama doğrultusunda büyük değişiklikler göstermesi, kapitalist sistemin özünde yatan ve üretim davranışları temelinde şekillenen sınıf kavramını da göz ardı etmiş oluyor. Üretim, tüketim ve bölüşüm ilişkileri yüzyıllardır egemenliğini sürdüren kapitalist sistemin, biri diğerinden bağımsız şekilde değerlendirilemeyecek olan halkalarını oluştururken; The Platform’da yönetmenin bilinçli ya da gözden kaçırarak yapmış olduğu tercih, üretim eylemini kendi bağlamından kopararak, bu eylem sonucu ortaya çıkması gereken ürünü –platform adı verilen masanın üzerini donatan leziz yemekleri- adeta otoritenin sunduğu bir “lütuf” gibi göstermiş oluyor. Gerçek hayatta ise çarkların bu denli tesadüfi işlemediği, hepimizin yakından bildiği ve farklı basamaklarının bir üyesi olduğu kapitalist piramidin yapboz misali her otuz gün sonunda bozulmadığı bir sistemin içerisinde yaşadığımız gerçeği oldukça aşikâr!
Temelinde laissez faire (bırakınız yapsınlar) ideolojisini barındıran ve “iktisadi özgürlük”, “bireycilik” gibi kavramların ana yapı taşlarını oluşturduğu liberal düşünce, kapitalist sistemin özünü besler. Bu sisteme göre kaynaklar kıt, istekler ise sonsuzdur. Peki ya bu kıt kaynaklar, sonsuz istekleri karşılama noktasında birbirinden farklı özelliklere sahip sınıflar arasında nasıl bölüşülecektir? İşte meşhur kapitalist piramidi inşa eden koşullar tam da bu soruya göre şekillenmiştir. Piramidin en alt basamağını işçi sınıfı oluşturur. Marx’a göre bu yapıyı var eden iki tip ilişki vardır: Bunlardan ilki üretim güçleri ve insan arasında şekillenir; bu ilişki bir diğerini, insan ve insan arasındaki ilişkiyi doğurur. Tüm bu ilişkiler yumağı ise bizi kapitalist üretim sürecine götürür. Üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran azınlık, alt basamağında yer alan ve artığın büyük kısmını üreten çoğunluğa sahip işçi sınıfının emeği üzerinden geçinmeye başlar ve en nihayetinde bu durum birbirine düşman iki sınıfın oluşmasına yol açar.
The Platform’da nüktedan Trimagasi’nin anlattığı hikâye, sistemin “tüketim” ayağını anlamamız açısından da oldukça önem taşıyor. Televizyonda izlediği reklamdan etkilenerek tuğlayı bile rahatlıkla kesebileceği vadedilen bir bıçağı satın aldığını anlatan yaşlı adam, bir hafta sonra aynı televizyonda bu sefer tuğlayı kestiğinde bile körelmeyecek kadar keskin bir üst model bıçak reklamıyla karşılaştığını söylüyor. Şüphesiz bu reklam kapitalist sistemin “ihtiyacı olmasa bile tüketen” bireyler yaratan veya bu bireylere “tükettiği malları ihtiyacı varmış gibi” pazarlayan bir sistem olduğunu açıkça gözler önüne seriyor. Trigamasi hikâyesini, bu reklam karşısında aklıyla alay edildiğini hissettiğini ve öfkeyle televizyonu camdan aşağı fırlattığını ekleyerek bitiriyor. Camdan fırlatılan televizyon ne tesadüftür ki bütün ırkçılığı ile “homojen” bir bütün oluşturma hayali kovalayan günümüz toplumlarının tüm gücüyle nefret ettiği kaçak göçmenlerden birinin kafasına düşüyor ve adamın ölümüne sebep oluyor. Olay sonrası cezasını çekmek üzere hapishaneye gönderilen yaşlı adamın gülümseyerek elinde salladığı üst model bıçak ise adeta sistemin yarattığı cenazeler ordusunu simgeler bir nitelik kazanıyor: Tek suçu o an bisikletiyle pencere önünden geçmek olan bir göçmen ve reklamların cazibesine kapılarak ihtiyacı olmayan bir üst model bıçağı satın alan Trimagasi…
Marx’ın sınıfsal analizine ve kapitalist sistemin en alt basamağını oluşturan işçi sınıfı gerçeğine geri dönecek olursak yönetmenin tıpkı üzeri yemeklerle donatılmış platform fikrinde olduğu gibi, alt sınıf kavramını yansıtırken tasarladığı mizansenin de sorunlu olduğunu görüyoruz. Zira delikte katlar, dolayısıyla sınıflar her ay değiştiği için düşmanlık ve öfke bir mantık gözetmeksizin mahkûmların kendileri dışında kalan herkese karşı topyekûn besledikleri tekinsiz hisler hâline geliyor. Bu yolla mahkûmlar adına, tepkilerini içerisine düşürüldükleri adaletsiz durumun gerçek suçlusuna yöneltmeleri seçeneği de tamamen devre dışı bırakılmış oluyor. Dışarıdan bir el vasıtasıyla yaratılan yeni düşenler sınıfı, aynı kaderi paylaştığından ve iradesi elinden alınarak otoritenin elinde kukla gibi oynatıldığının farkında olmayan alt sınıfı; örgütlenmeyi başaramayan bir beceriksizler sürüsü konumuna düşürüyor. Oysa kapitalizmin temel dayanak noktası tam da buyken, yani işçi sınıfının içerisinde taşıdığı gücü başka odaklara yönelterek örgütlenmesinin önünü kapamayı temel amaç edinmişken, filmin sorunun göbeğine kusursuz bir şekilde parmak basması, The Platform’u bir kapitalist sistem eleştirisi olmanın tamamen dışında konumlandırıyor. Hapishanede mahkûmlar birbirinin yemekleri üzerine işiyor, deli olarak addedilen bir kadına tecavüz ediyor ve aç kaldıklarında birbirlerine saldırıyorlar. Olan bitenin farkına herkesten erken varan zeki adam Goreng ise, bir cinnet anında öldürdüğü Trigamasi sonrası hücresine yerleştirilen yeni arkadaşı Baharat’a (Emilio Buale) örgütlenmeleri ve yukarıdan gönderilen yemeği en alt kata kadar ulaştırarak herkesin leziz sofradan payına düşeni alması gerektiğini anlatıyor. Bu yolla üst yönetimin planlarını suya düşürerek platformun işleme mantığının da devre dışı bırakılabileceğini öngörüyor. Aynı fikirleri ölümü öncesi Trigamasi’ye açtığında yaşlı adam tarafından alenen komünist olmakla suçlanan Goreng’in dâhiyane fikri Baharat’ın aklına yatıyor ve iki kafadar hücrelerindeki yataklardan birinin demirlerini kırarak icat ettikleri ilkel silahlar vasıtasıyla platformun üzerinde ayakta dikilip alt katlarda yatan mahkûmların gözünü korkutarak, ihtiyaçları olandan fazlasını yemelerinin ve açgözlülük yapmalarının önüne geçmeye çalışıyorlar. Goreng’in iyi niyetli fikri yüzeysel açıdan bir komünist girişim gibi gözükse de, örgütlenme eyleminin tamamen zor yoluyla, bilinçsizce, mahkumların isteklerinin tam tersine gönülsüzce yürütülmeye çalışılması ve alt sınıfın birbirine düşman edilerek öfkeyi kontrolsüzce kendi içlerine yöneltmesi, filmde eski yönetim kadrosunda yer alan ve kendi isteğiyle mahkûmları düşürdükleri zor durumdan kurtarmak amacıyla hapishaneye giren Imaguiri’nin (Antonia San Juan) defalarca kez dillendirdiği “spontane dayanışma” fikrini çürüten bir anti-tez olma işlevini de yitirmiş oluyor.
The Platform’da alt sınıf Imaguiri’nin inandığı gibi vicdana gelerek (!) spontane bir dayanışma zinciri başlatmıyor ancak görünen o ki; filmde bir kahraman olarak mitleştirilmeye çalışılan Goreng ve yoldaşı heyecanlı Baharat’ın oluşturduğu iki kişilik dev kadro da, örgütlenmenin özüne tamamen ters olarak almaya çalıştıkları zoraki aksiyon ile alt sınıfın aklını çelmeyi başaramıyor ve yaptıkları tüm planlar suya düşüyor.
Burada iktisadi ve toplumsal düşüncenin özünde yatan çarpıtılmamış gerçeğin ne olduğunu iyi kavramak çok daha büyük önem kazanmış oluyor. Marx’a göre insan, kendisini, kendi çalışmasıyla yaratır ve tüm dünya tarihi insan çalışmasıyla, insanın yaratılmasından ibarettir.(1) Bu noktada devreye eylem felsefesi olarak adlandırılan praxis girer. Praxis, insana, eylemi ile kurtuluş yolunu göstermek iddiasındadır. (2) Marksizme göre kapitalizm insanlık tarihinin gelebileceği en son noktadır ve karşıt tezlerin doruğunda ortaya çıkacak olan sentez durumu sınıf ayrımını da ortadan kaldıracaktır. Praxis kavramı, alt sınıfın kendi gücünün farkına varmasıyla doğrudan ilintilidir; zira insanlığın senteze ulaşmak için ışıklar içerisinden süzülüp gelen bir kurtarıcıya, bir peygambere ihtiyacı yoktur.
The Platform’da ise Goreng, gerek yanında getirdiği ve filmin pek çok sahnesinde içinden pasajlar okuduğu kitabı Don Kişot’un başkahramanı ile delilik noktasında yaşadığı özdeşleşme gerekse ölen mahkûmların hayaletleri tarafından, ebedi kurtuluşu getirecek bir mesih olarak nitelendirilmeye çalışılmasıyla birlikte belli ki insanlığın başına felaketi getiren Deliği etkisiz hâle getirmesi için bir umut ışığı olarak görülüyor. Goreng de tıpkı bir peygamber gibi gaipten sesler duyuyor ve rüyâlarında kendisine insanlığın kurtarıcısı olduğu haberi müjdeleniyor. Filmde kapitalist piramit böylelikle en tepesinden en altına kadar bütünüyle alaşağı edilmiş oluyor ve gerçekte piramidin üst basamaklarında yer alarak kapitalist dinamiğin işlemesine tüm varlığıyla destek olan “ruhban sınıfı”nın yol göstericisi bir peygamber, evlere şenlik bir şekilde alt sınıfın kanaat önderi olarak konumlandırılıyor. Yönetmen, filmin gidişatına yakışır bir sona imza atarak, platformda en alt kata inmeyi başaran ve katlardan birinde buldukları küçük bir kız çocuğunu yönetime ‘’mesaj’’ olarak göndermeye karar veren Goreng’in dâhiyane misyonunu tamamladığını öncülüyor ve film platformun üzerinde, yemek artıklarından geriye kalan boş tabaklar arasında yatarak tüm hızıyla en tepeye ulaşmaya çalışan Asyalı bir kız çocuğunun masum bakışları arasında son buluyor. Sistem kendi suni kurtarıcılarını yaratarak kitleleri ebedi kurtuluş hayaliyle oyalamaya devam ederken, Platform, katlar arasında durmaksızın yolculuğunu sürdürmeye ve kendi elleriyle yarattığı düşenler sınıfını karanlık bir deliğe hapsetmeye devam ediyor.
(1) Gülten Kazgan, İktisadi Düşünce
(2) Gülten Kazgan, İktisadi Düşünce
Güzel bir yazı olmuş. Tebrik ederim