Neoliberalizm, 1970’lerdeki ekonomik krizlerin ardından güç kazanan, devleti küçültüp ekonomiyi serbest piyasaya bırakan bir düşünce biçimidir. 1980’lerde Margaret Thatcher ve Ronald Reagan gibi liderlerle yaygınlaşmıştır. Bu anlayışa göre devlet, sağlık ve eğitim gibi alanlardan çekilmeli; özel sektörün rolü artırılmalıdır. Neoliberalizm; ekonomiye devlet müdahalesini sınırlamayı, özelleştirmeyi, kuralsızlaştırmayı (deregülasyon) ve serbest ticareti savunur. Kamu harcamaları kısılır, devletin mal ve hizmetleri özelleştirilir. Başlangıçta ekonomik büyümeyi hedeflese de zamanla gelir eşitsizliğini artırmış, sosyal devleti ve toplumsal dayanışmayı zayıflatmıştır.
IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar aracılığıyla özellikle Latin Amerika, Doğu Avrupa ve Asya ülkelerine yayılmış, 1980 darbesi sonrasında Özal hükûmetleri aracılığıyla Türkiye’de de uygulanmaya başlamıştır. Neoliberalizm, bireyselliği ve bireysel başarıyı yüceltirken, kamusal hizmetlerin piyasalaştırılmasına ve sosyal eşitsizliklerin derinleşmesine zemin hazırlamış; bu yönüyle hem ekonomik büyümeyi hem de toplumsal adaleti etkileyen yapısal bir dönüşüm yaratmıştır. Bugün sadece Türkiye’nin değil tüm Dünya’nın içinde bulunduğu hâlin nedeni de bu neoliberal politikalardır.
Bu politikaların sonuçları küresel ve yerel verilerle açıkça görülmektedir: Credit Suisse’in 2023 Küresel Servet Raporu’na göre dünya nüfusunun en zengin %1’i toplam küresel servetin yaklaşık %45’ine sahipken, en yoksul %50’si yalnızca %1’ini elinde bulunduruyor. Türkiye’de ise TÜİK 2023 verilerine göre, en yüksek gelir grubundaki %20’lik kesim, toplam gelirin yaklaşık %48,4’ünü alırken, en düşük %20’lik kesim sadece %6’lık bir paya sahip. Dünya Eşitsizlik Laboratuvarı raporları da Türkiye’de en zengin %1’in ülke servetinin yaklaşık üçte birine sahip olduğunu göstermektedir.
Michel Franco’nun New Order (2020) filmi, şok edici biçimi ve rahatsız edici içeriğiyle hem politik hem sinemasal olarak büyük tartışma yaratmış, neoliberalizmin sırları dökülmüş aynasından bize gösterdiği, bu düzenin anlatısıdır. Meksika’daki derin sınıfsal uçurumu belgesele yakın bir gerçeklikle perdeye taşırken, kısa sürede sınıf çatışmasının, yozlaşmış devlet yapısının ve şiddetin normalleşmesinin felaket tablosunu gözler önüne serer. Bu düzende her şey çürümüştür, bireyselliğin aşırı derecede körüklendiği bu yapıda her kurum ve birey bu çürümeden payını fazlasıyla almıştır.
Film, varlıklı bir ailenin evindeki lüks düğün hazırlıklarıyla başlar; her şey steril ve yapay bir huzur içindedir. Ancak alt sınıftan gelen evin eski bir çalışanının hasta karısı için yardım istemesiyle bu huzur bozulur. Bu ziyaret, dışarıdaki büyük patlamanın küçük bir işaretidir. Dışarıda başlayan isyan kısa sürede her şeyi altüst eder. Franco, bu noktada sert bir kırılma yaratır; izleyiciyi ansızın ve neredeyse duyarsızca sunulan sarsıcı olaylarla yüzleştirir, kaçacak bir konfor alanı bırakmaz.
Filmin derdi oldukça nettir: Sınıf ayrımıyla beslenen bir toplumda adaletin yerini kaos, özgürlüğün yerini ise militarist baskı alır. Franco, filmde sadece zenginleri değil, devrim umuduyla yola çıkanları da eleştirir; çünkü kaosun doğurduğu yeni düzen, eskisinden daha otoriter ve insanlık dışıdır. Filmdeki askerî darbe, sokak infazları, gözaltı işkenceleri ve sistemli tecavüz sahneleriyle seyirciye bir distopya değil, “gerçekliğin sadece birkaç adım ötesi” sunulur. Bu bağlamda film, Hannah Arendt’in “şiddet, politikayı yıkıma götürür” sözünü doğrular niteliktedir.
Film, oldukça kontrollü ve mesafeli bir sinematografiye sahiptir. Statik çekimler ve el kamerası kullanımı yaşanan kaosun soğukkanlı ve tekinsiz görünmesini sağlarken, seyirciye olayların içindeymiş duygusunu da verir. Hızlı gelişen olayları ve bu filmin içindeymişsin hissi veren belgeselimsi havası, klasik bir anlatı ya da dramatik ögelerin olmayışı filmi anlamayı güçleştiren bir etki yaratabilir. Fakat bu Franco’nun tam da istediği etkidir. Gerçekte de içinde yaşadığımız bu düzeni ve ilişkilerini anlamakta yaşadığımız zorluğu bize film yoluyla hissettirir. Ses kullanımı özellikle dikkat çekicidir: patlayan silahlar, bağırışlar, sirenler ve sessizliğin ardındaki gerilimli hava, izleyicide neredeyse fiziksel bir tedirginlik yaratır. Işık tasarımı da iki dünya arasındaki ayrımı görsel olarak vurgular: Üst sınıfın dünyası parlak ve sıcakken, isyan ve ordu sahneleri gri, kirli ve karanlıktır. Bu ikilik, filmin sınıfsal temasıyla biçimsel bir bütünlük oluşturur.
Franco’nun filmografisinde daha önce izleme şansı bulduğumuz Chronic (2015), Sundown (2021), Memory (2023) ve bu sene İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz son filmi Dreams (2025) daha çok karakter odaklı psikolojik dramalar üzerinden sistem eleştirisi yaparken, New Order resme daha geniş bakarak, özünde aynı ahlaki soruların peşine düşer: Birey ne kadar direnebilir? Sistem karşısında insan ne kadar insan kalabilir? Bu filmde bireyin yok oluşu kolektif bir felaket boyutuna ulaşır.
Neoliberal Düzenin Maskesiz İfşası
New Order, biçimsel olarak distopik bir isyan ve baskı düzenini konu alsa da alt metninde sunduğu dünya, neoliberalizmin günümüzde aldığı “normal” biçimin çarpıcı bir teşhiridir. Film, yaşadığımız ekonomik-politik sistemin distorsiyona uğramış bir versiyonunu değil, mevcut haliyle neoliberal düzenin maskesiz bir ifşasını sunar.
Neoliberal düzen, bireysel başarıyı kutsarken kolektif talepleri bastıran; görünürde özgürlük vadederken, yapısal eşitsizlikleri görünmez kılan bir sistemdir. Anlatı bu yapıyı görünür ve çıplak hale getirir. Filmdeki zenginlerin steril yaşam alanları, yoksulların “yardım” dilenerek var olabildiği çarpık hiyerarşi ve nihayetinde bu eşitsizliğin yarattığı patlama, neoliberalizmin kriz anlarında otoriterliğe yönelme eğilimini yansıtır.
Franco’nun filminde devrimi gerçekleştiren halk değil, ordu olur; çünkü neoliberal sistemde halkın kolektif dönüşüm arzusu sistematik biçimde bastırılırken, düzenin yeniden kurulması silahın, zorbalığın ve gözetimin eline geçer. Buradaki “yeni düzen”, aslında neoliberalizmin kriz anlarında daha da baskıcı, daha da güvenlikçi bir forma evrilmesidir. Naomi Klein’ın “Şok Doktrini” burada tam yerini bulur: Kaos ortamı, elitler ve devlet aygıtı için yeni bir tahakküm fırsatıdır. New Order, bu süreci sinemasal bir laboratuvara çevirir.
Filmde devletin ve kolluk kuvvetlerinin işlevi, klasik liberal anlatıdaki gibi güvenliği sağlamak değil, mevcut ekonomik-sınıfsal yapıyı korumaktır. Neoliberal devlet, vatandaşının refahını değil, sermayenin huzurunu gözetir. Bu nedenle askerler, yalnızca düzeni korumaz, düzenin adaletsizliğini yeniden üretir. Sınıf atlamanın hayal olduğu bu evrende, yoksulların isyanı bile sonunda sisteme eklemlenmek zorundadır. Umut, örgütlü halk hareketinde değil; bireysel kaçışlarda, susturulmuş çığlıklarda kalır. “Her koyun kendi bacağından asılır” felsefesinin vücut bulmuş hali olan neoliberalizm Meksika bayrağında umudu temsil eden yeşil rengi sadece sağa sola atılan bir boyaya indirgerken dayanışmadan yoksun öfkenin ifadesine dönüştürür. Bu da neoliberalizmin toplumsal hayal gücünü nasıl felce uğrattığının resmine işaret eder.
New Order, sadece bir sınıf çatışması filmi değil, neoliberalizmin kriz anlarındaki yüzünü teşhir eden, didaktik olmayan tokat gibi bir anlatıdır. Franco, gelecekte olacakları değil, bugün olanları büyüteç altına alır. Bu yönüyle film, neoliberal düzenin soğukkanlı anatomisi olarak okunabilir: İçinde adaletin değil kontrolün, eşitliğin değil sadakanın, demokrasinin değil güvenlikçi otoritenin hüküm sürdüğü bir dünya. Kısacası: “Yeni düzen” dediğimiz şey, zaten yaşamakta olduğumuz eski ve acımasız düzendir.
Film Michel Franco’nun Memory ve Sundown filmleriyle birlikte Mubi’de izlenebilir. Üç film de meraklısını bekliyor.