Bilimkurgu türünde kendine has bir yeri olan, Darren Aronofsky imzalı The Fountain (2006), izleyenlere yeni bir deneyim yaşatma vaadinde olan benzersiz bir yapım. Bir erkeğin zamanın ve mekânın dışına çıkarak, insanoğlunun en kadim düşmanı olan ölümle savaşını, aşka adanmışlığını ve hayat ağacı ile olan sonsuz yolculuğunu -sembolik bir dille ve ezoterik öğelerle- anlatan film, macera dolu hikâyesiyle hem aklımızı başımızdan alıyor hem de kalbimizi derinden yaralamayı başarıyor.
Bir kâşif ve onun talihsiz kraliçesinin, bir bilim adamı ve kanser hastası eşinin, kaybettiği sevginin ve ölümsüzlüğün peşinde bir gezginin hüzün ve macera dolu öyküsü ile motiflenen film, üç farklı zamanda geçen ve birbirine kenetlenen olay örgüsü ile dikkat çekiyor. Aynı odak karakterlerin çekim ekseninde çizgisel zamanı büken The Fountain; erkek – kadın, yaşam – ölüm, iyi – kötü, ışık – karanlık gibi kavramların aynı kaynaktan doğan ve birbirini dengeleyen unsurlar olduğu savı üzerine kurulmuş bir eser[1]. Kutsal Simgelerle örülü görsel dokusu, din ve bilimi harmanlayan anlatısının yanı sıra tutkunun her türlü forumunu da barındıran filmin, kendini ve bu savlarını ifade edebileceği bir tanık aradığı söylenebilir.
Ebedî Yaşamın Anahtarı: Ölüm
“…Sevgi Tanrı’dır ve aslında ölüm, küçük bir sevgi kırıntısı olan bizlerin büyük ve sonsuz sevgi kaynağına geri dönmemizden başka bir şey değildir.” Tolstoy
İnsan bilincinin ve varlığının farkına vardığı andan itibaren ölümsüzlüğe karşı şiddetli bir arzu duymuş; sonsuz hayatı büyüde, yarattığı mitlerde ve inancın güven veren kollarında aramıştır. The Fountain filmi de bu arzuyu temele alan bir yaklaşımla tüm ölümsüzlük sembollerini hikâyesinin farklı katmanlarında bir araya getirir. Üç hikâyeden ilki, engizisyonun ağır baskılarıyla boğuşan kraliçenin görevlendirdiği Konkistatör’ün yenidünyanın ormanlarındaki macerası ile başlar. Film ilerledikçe kâşifin buraya neden geldiğini ve nasıl görevlendirildiğini de öğreniriz. Gördüğümüz bu ilk sekans aslında, kanser hastası Izzi’nin yazdığı The Fountain kitabındaki on bir bölümlük bitirilmemiş anlatısına dayanır. Bu kısım, İspanya Kraliçesi Isabel’in (1451-1504) engizisyonla olan mücadelesini ve yenidünyanın topraklarına kayıp hayat ağacını bulması için bir kâşifi (bu tarihsel kişilik Kristof Kolomb’tur) görevlendirmesini konu alır. Parçalı bir anlatıma ve sık sık geri dönüşlere sahip olan bölüm; Tomas’ın pagan rahiple karşılaştığı ana kadar devam eder.
Sekansın başında yer alan (Konkistatör’ün Kraliçe Isabel’in sonsuza kadar birliktelik sözünü temsil eden altın yüzüğü kokladığı an) Hristiyanlığın kutsal sembolü olan nesnenin el ele iki insanı andıracak şekilde konumlanması ve ardından daire figürleri arasındaki almaşık geçişler, ilk sahneden itibaren yoğun bir simgesel anlatım kullanıldığının göstergesidir. Filmin açılışında gösterilen “yaratılış” ayetinden de anlaşılacağı üzere kâşifin piramidin içinde karşısına çıkan pagan rahibin, Tevrat’ta bahsedilen ve alevden bir kılıçla hayat ağacını bekleyen Keruv (Cherubim) olduğu anlaşılır.[2] Geçmiş sekansının sonunda ise kılıcın kâşife doğru öldürücü darbeyi vurmak için indiğini görürüz. “Ölüm, kadere boyun eğmenin en dehşetli yoldur.” diyen rahibin sesi ve savurduğu kılıcın son darbeyi vurmak için indiği görüntüden yirmi beşinci yüzyıla, uzay boşluğunda lotus pozisyonunda duran Tomas’a, kesme yöntemi ile geçiş yapılır. Bu sekansta Tomas, şeffaf küresinde -aşkının ruhunu taşıyan- hayat ağacı ile birlikte Xibalba’ya (Ölüm Yıldızı’na) ulaşmaya çalışmaktadır.
İzzi ile son anlarını düşünen ve kendi ile hesaplaşan Tomas’ın küredeki zihinsel uzay yolculuğu, fikri uyanışını sembolize edecek şekilde karanlıktan aydınlığa doğru değişen ışık geçişleri ile betimlenir. Bu sekansın birçok noktasında hem bizim işittiğimiz hem de Tomas’ın zihninde duyduğu “Tamamla!” sözleri ise, birçok anlama gelecek şekilde kullanılır. Bu söz bitirilmesi gereken bir hikâyeyi anımsattığı gibi, ruhani yolculuğun tamamlanıp bir sona kavuşturulması gerektiğini, insan doğasının her şeyi tamamlama ihtiyacını ve bütün olma arzusunu simgeler. Diğer hikâyelere aşamalı ve kurgu dilinin imkânları ile incelikli bir şekilde geçiş yapan anlatı, seyirci için fazlasıyla karmaşık hale dönüşür. Bu bölüm diğer öykülerle ortak bir anda buluşuncaya kadar devam eder.
Sembollerle Konuşan Bir Başyapıt
Şimdiki zaman diyebileceğimiz sekansta genetik ve beyin tümörü üzerinde çalışan Tomas, eşi Izzi’yi kanserin pençesinden kurtarabilmek için ölümsüzlük arayışına girer. Evlilikte bağlanmayı, kabullenmeyi ve hayat boyu beraberliği simgeleyen yüzük, burada önemli bir metafor olarak kendini gösterir. Tomas’ın yüzüğünü kaybetmesi ile Izzi’nin “The Fountain” kitabını hediye etmesi aynı güne denk gelir. Yüzüğün birçok sahnede açık bir şekilde olaylarla bağıntılı halde kullanılması, ölümsüz birlikteliği simgeleştirebilecek en iyi somut cisim olmasıyla özdeştirilebilir. Bir “Ouroboros” sembolü olan yüzük, kendi kuyruğunu ısıran yılan şeklinde tasvir edilir. Bu sembol doğanın ebedi döngüsünü ifade eder. Özellikle de kendini yeniden var etmeyi ve biter bitmez tekrar başlayan döngüleri (Anka Kuşunu) simgeler. Her şeyin içinde var olan ve yok edilemeyen gücü tasvir ettiği gibi, doğada var olan ilkel birlik ve bütünlük ideasını da ortaya koyar. Thomas, eşinin ölümü sonrasında yüzüğün elinde bıraktığı izi, iki yüz yıl boyunca çizerek -bir yılan logosu olan- Tefilin [3] simgesine dönüştürür.
Bu benzerliğin yanında üç hikâyenin birbiriyle olan ilişkisi, göstergeler üzerinden ifade edilir. Bir bütünü oluşturan işaretler, film süresince bazen gizli bazen de aleni bir şekilde seyirciye sunulur. Xibalba ile beyin tümörünün mikroskobik görüntüsü; hayat ağacı ve Izzi’nin bedeni; ağaç, kanser, kar taneleri ve yaşam arasındaki fraktal bağ, bunlardan bazılarıdır. Keşfedilmeyi bekleyen bu bağlantıların dışında; günümüzde geçen hikâyede Izzi’nin beyin tümörü ile kraliçenin mücadele ettiği engizisyon arasında -insan beynine benzeyen bir harita üzerinde- anlamsal birliktelik kurulduğu görülür. Özellikle, büyük yargıcın ruh beden ilişkisini anlatan konuşmasındaki kanseri çağrıştıran atıflar dikkat çekicidir.
“Bedenlerimiz ruhlarımızın hapishanesidir. Derimiz ve kanımız tutsaklığımızın demir parmaklıkları. Korkmayın! Et çürür, ölüm her şeyi küle çevirir ve böylece ruh serbest kalır.” [4]
Filmin başında eski ahitten yapılan alıntıdan da anlaşılacağı üzere hikâyenin yaratılış efsaneleri ile bağlantıları belirgindir. Âdem ile Havva mitinin film karakterleriyle olan benzerliği birçok yerde ipuçları ile gösterilmiştir. Kraliçe Isabel, göreve giden Tomas’a “senin Havva’n olacağım. Birlikte sonsuza kadar yaşayacağız” demesi ve pagan rahibin son sahnede “affet beni ilk baba, sen olduğunu bilmiyordum” sözleri bunu net bir şekilde gösterir. Tevrat’ta yer aldığı gibi cennet bahçesindeki hayat ve bilgelik ağacı karşıtlığını kullanarak kadına ve erkeğe dair temsiller yapılır.
Filmde ana karakterlerin isimleri de birer sembolik unsur olarak kullanılır. Tomas, doğruluğu kanıtlanmamış bir İncil türüdür.[5] Gnosis (aydınlanma) anlamına gelen bu inanca yapılan atıfla Tomas karakterinin bir elçi (misyoner) olarak resmedilmek istendiği görülür. Ayrıca bu isim Aramice “ikiz” anlamına gelmektedir. Bu da filmin düalite fikrine oldukça uygun bir seçimdir. Filmin kadın karakteri olan Isabel (Izzi) ise, doktrin, öğreti ve kehribar sarısı (amber) anlamına gelen bir isimdir. Yasak meyve olarak tarif edilen bilgiyi elinde tutan karakterin film boyunca süren görevi, bu adın özellikle seçildiğinin göstergesidir. Bunun yanında, filmde baskın olarak kehribar sarısı rengin kullanıldığı düşünülürse, eserin kime ithaf edildiği açıkça ortaya çıkmaktadır.[6]
Bir gösterge olarak Maya inancına dair kutsal motifler de filmde sıkça kullanılır. Bu şekillerden üçgen; zihni ve geçmişi, kare; beden ve şimdiki zamanı, daire ise; ruhu ve geleceği temsil eder. (Bu üçleme Antik Mısırda Osiris, İsis ve Horus; Hristiyanlıkta baba, oğul ve kutsal ruh olarak yer alır.) Bu semboller, bağlantılı olması muhtemel gözükmeyen dekorlarda, eşyalarda ve kişiler üzerinde -bazen de kurguda ve görüntü içindeki iç düzenlemede- izleyicinin tefekkür anını bekleyen birer delil olarak ortaya çıkar. Tüm bu göstergeler ve metaforlarla karmaşık hale dönüşen anlatı, doğru bir anlam çıkarmayı zorlaştırır.
Bu karmaşık göstergelerin yanı sıra filmin merkezinde yer alan ağaç da soyut bir nesne olarak tasarlanmıştır. Kabala inancında yer alan Sephirot (Sefirot) düşüncesini temsil eden ağacın dalları; taç, akıl, anlayış, merhamet, adalet, güzellik, zafer, ihtişam, temel ve krallık mertebelerini temsil eden tinsel enerji merkezi on parçadan oluşmaktadır. Ruhu temsil eden küresi ve hayat ağacı ile hızla ölüm yıldızına giden uzay kâşifi, sembollerle örülü bir atmosferde, anıları ve pişmanlıkları ile yaşamaktadır. Bu yolculuk; onun anlam arayışını, kendi bedenine sıkışmışlığını ve Nirvana’ya olan yolculuğunu simgelemektedir.
Tamamlanan Hikâye
Fazla sayıda bitiş içeren bir eser olsa da, gerçekçi bir bakış açısı ile yaklaşıldığında filmdeki tüm olayların üç farklı zamanda değil; tek bir hikâyenin içinde geçtiği sonucuna varılır. Izzi’nin The Fountain kitabındaki ilk hikâyenin gerçek olmadığı kolaylıkla görülürken, son hikâyede Tomas’ın ölümsüzlüğü bulduğu ve Xibalba’ya ulaştığı gösterilir. Filmin her yönüyle birbirini tamamlayan parçalardan oluştuğu düşünülürse; son hikâyenin Tomas’ın zihninde var olan bir mesele olduğu net olarak görülür. Tomas, aslında ölümsüzlüğü bulmamış; yalnızca öyle olmasını umut etmiştir. Gelecek olarak gördüğümüz hikâye, kitabın eksik kalan bölümünün Tomas tarafından bitirilmiş halidir. Onun yazdığı kısımda, Konkistatör hayat ağacının altında bir bitkiye dönüşmüş; kayıp yüzük, ruhani yolculuğa çıkan Tomas tarafından alınıp takılmıştır. Ölümsüzlük arayışının sonunu gelen Tomas, yıldız tozlarına karışarak hayat ağacının yeniden doğmasını sağlamış ve yolculuğunu tamamlamıştır.
Kitabın tamamlanan anlatısının hemen ardından rüzgârla sallanan sığla ağacı tohumlarıyla görüntü bizi tekrar karşılar. Izzi’nin ağaçtan kopararak Tomas’a sunduğu tohum oldukça anlamlıdır. Çünkü sığla, mitolojide yeniden doğuşu simgeleyen bir ağaçtır. Antik dönem söylencelerine göre Anka Kuşu öleceği zaman bu ağacın dalları arasına yuva yapar ve küllerinden yeniden doğar. Tohumu eşinin mezarına gömen Tomas, ölümün varlığını kabullenmiş ve ölümsüzlük arayışından vazgeçmiş biri olarak gerçek aşkına veda eder. Xibalba’nın ışığına sabitlenen görüntünün ardından biz de filmle olan yolculuğumuzun sonuna geliriz.
Kısa Film: Life On Ship
Kısa filmde yer alan besin, Psilosibin içeren halusinojenik bir mantar türüdür!?
Dipnotlar
[1] Gnostik İlke: Dünya, ikili yaşam (düalite) ilkesinin geçerli olduğu bir gelişim ortamıdır.
[2] “Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere Âdem’i Aden bahçesinden çıkardı. Onu kovdu. Yaşam ağacının yolunu denetlemek için de Aden bahçesinin doğusuna keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yerleştirdi.”
[3] Ele takılan Tefilin, sol kola ve tam duyguların merkezi olan kalbe dönük olarak takılır. İkinci tefilin ise düşünce merkezi olan başa takılır. Böylece, kişinin düşüncesiyle, hisleriyle ve eylemleriyle kendini Tanrı’ya adaması gerektiği vurgulanır.
[4] Hristiyanlığa kaynaklık ettiği düşünülen Platoncu öğretinin, ruh ve Tanrı düşüncesi üzerine bir sözdür.
[5] https://tr.wikipedia.org/wiki/Tomas_%C4%B0ncili
[6] Yönetmen filmi o dönem eşi olan Rachel Weisz’a ithaf etmiştir.
Film analizinize bayıldım, tek kelimeyle muhteşem.
Teşekkür ediyorum. Filmde dair yazıda anlatılanlar dışında merak ettikleriniz varsa yazabilirsiniz.
film yorumlamanıza bayıldım çok ince ve özenilerek büyük bir dikkatle ele alınmış. Bu konuda tebrik ederim. Yalnız ben filmin sonuda kaşifin reçineyi içtikten sonra çiçeklenip doğaya karışmasını asıl ölümsüzlüğün de bu olduğunun anlatılmak istediğini düşündürdü bana. Bu konuda bi yorumunuz var mı acaba? Teşekkürler
Yazıyı beğenmenize sevindim. Bahsi geçen sahnede Tomas, beyhude bir çabaya dönüşen ölümsüzlük arayışının sonuçlarıyla hesaplaşmaktadır. Orada, doğayı ve onun şifa veren gücünü aslında ne kadar yanlış anladığını ve bunun sonuçlarını kendi gözleriyle gördüğünü ifade etmeye çalışır. Şifanın zaten doğada olduğunu biliyordu Thomas (Adem). İlacını da ondan (bir ağaçtan) elde etmişti; ancak, büyük bir açgözlülük örneği göstererek hepsini içmeye, yaşamı ve onun kaynağını kendi kudreti altına almaya çalışmıştı. Sonuçla elde ettiği ölümsüzlük, kendi istediği gibi var olan formun korunduğu bir ölümsüzlük değil; doğanın ona hediye ettiği “gerçek” ölümsüzlük biçimi oldu.
Reçine kısmına değinmenize de sevindim. Filmi sembolik yönden okursak ağaçtan akan sıvı, babadan alınan özü ve anneden alınan sütü temsil eder. Tabi kauçuk ağacının reçinesine benzediğini söylemek de mümkün. Yeni dünyanın ormanlarından elde ettiğimiz başka bir hammadde (kaynak). Kim bilir belki de doğayı nasıl da açgözlülükle sömürdüğümüzü göstermek istemiştir yönetmen.