Genel anlamda, sinema diye sınırlandırmaksızın hayatımızın her alanında karşılaştığımız yargı şudur: Komik olan, politiktir. Bunu her komik şey için söylemiyorum tabii ki fakat bunu okuyucunun herhangi bir gününde deneyimlediğini biliyorum. Kara mizah, bunun en garip örneği. Sokakta veya topluma açık herhangi bir alanda aynı esprileri duyuyor olsaydınız muhtemelen türettiğiniz yargı apayrı olurdu. Fakat zamanınızı ayırdığınız şey bir sahne sanatı olduğu için bir şekilde orada üretilen toplumsal-bireysel hicvi tüketiyorsunuz. Konuyu saptırmayayım.
Sinemada mizahi unsurların kullanımı esasen pek çok kola ayrılıyor. Geçen gün şans eseri denk geldiğim The Road to Magnasanti (2017), bu konuda benim şu ana kadar gördüğüm komediler içinde farklı bir yerde duruyor. Yönetmen John Wilson, son zamanlarda HBO’da yayınlanan belgesel-dizisi How to With John Wilson (2020) ile dikkatleri üzerine çekmiş olsa da öncesinde deneysel çalışmalar yapan bir yaratıcıydı.
The Road to Magnasanti, New York’un bir Sims şehrine benziyor olması fikri üzerine kurulmuş. Bilmeyenler için Sims, çok uzun yıllardır piyasada olan ve geliştirilmeye devam eden bir yaşam simülasyonu oyunu. Bu oyunda insanlar dijital avatarlarını yaratarak onların sanal yaşamını yaşamaya başlıyor; ev tasarlıyor, binalar dikiyor ve şehirler kuruyorlar. Haliyle, yaratılan her şey oldukça geometrik, köşeli, simetrik, matematiksel olarak kusursuz objelerden oluşuyor. Kusursuz kelimesinin ortaya çıkardığı “kusuru” sezmek oyun sırasında pek mümkün olmuyor. Fakat –filmde de keşfedildiği üzere- bu oyunlar, sanayi devriminden sonraki endüstriyelleşen kentleşmenin sanal bir yansıması. New York’un yapılaşmasını düşünün. Blok, blok blok, blok… Bloklar halinde gökdelenler, arada bir yerde kocaman Central Park.
Central Park, olağandışı bir mimariye sahip ferah bir yaşam alanı.
Cümledeki kusuru fark ettiniz değil mi? Olağandışı, yani bir şekilde matematiksel olarak kusursuz. Doğadaki hiçbir şey kusursuz değildir, mantıken insan yapımı herhangi bir şey de bu yüzden hatasız olamaz, fakat buna yaklaşabilir. Matematikteki limit konusunu hatırlayın. Doğru denklem kurulduğunda sonsuza giden şeyin limiti sıfırdır.
Sanayi devrimi sonrası toplumsal ve endüstriyel olarak tarihteki diğer çağlardan farklı olarak üstel olarak büyümeye başlayan insan türü için matematiksel olarak kusursuzlaşmak; yani bloklar halinde yaşamak mecburi hale geldi. Çok fazla insan, üretilmesi gereken tonlarca hayvansal, bitkisel ve petrol türevi ürünler… Daha çok, daha çok, daha çok… Bu, her alanda düzeni getirmenin zorunluluğunu gösterdi. Politika buna göre şekillendi. Bu değişimden dolayı toplumun ve politikanın her alanında demokrasi yerine otoriter güçler ve rejimler görülür hale geldi.
Bu konularda daha fazla boğulmayalım. The Road to Magnasanti, alt metnine bunu alarak New York şehri üzerinden tüm dünya şehirlerinin ve toplumların analizini yapıyor. Bunu yaparken ironi unsurlarıyla bezeli dilini deneysel kamera kullanımı ile süslüyor. Yaşadığımız şehir hayatının bir distopyadan ibaret olduğunu; sıkışık ve altlı üstlü yaşadığımız binaların doğamıza ne kadar aykırı olduğunu herhangi bir yargıya varmadan, yalnızca yaşam simülasyonu oyunları ile gerçek arasında çağrışım yapacak biçimde anlatıyor. Bu tavrıyla, pek çok video denemeden (video-essay) farklılaşıyor. İzledikten sonra, gülümsemenizle birlikte ağzınızda tatlı, aklınızda ise nahoş bir tat kalıyor.
Biçimsel olarak George Kuchar filmlerine öykünen bu yapıt, anlatımındaki özgün “boş vermişlikle,” çağdaşı denemeci yönetmenlerin yapıtlarından ayrışıyor. Bu sayede yukarıda değindiğim gibi kendisini apayrı bir komedi janrasında konumlandırıyor ve sivriliyor.