Bir fincan kahveyi unutulmaz kılan, sayılı yudumların hoş tadını duyumsadıktan sonra dipte kalan telvenin acısıyla tatlı rüyadan uyanılan andır. Peki bu geleneksel ikram biçimi, özünde yaşam döngüsünü temsil eden bir metafor olarak yorumlanabilir mi? İlk yudum, gençliğin kaynayan kanı gibi sımsıcak yayılır. Diğer yudumlarda kahvenin tadı dilin üzerinde demlenir, daha olgun bir keyif hissi bırakır. Sonra doğru yudumlar soğumaya başlar, kahve taneleri fincanın dibine işaret eder. Ve son yudum, keyifle acının sınırlandığı bir eşiktir. Kahve biter, tadı kalır; sonrası başka hisler âlemine açılır. Bu ritüeli metafor olarak geniş çaplı bir odağa yaydığımızda Aleem Khan’ın 2020 yapımlı filmi After Love; gelenek, kültür, birey çatışmalarını masaya yatıran acı tatlı bir inceleme sunar. Her hayatın sona erdiği nokta, kalanların farklı gerçekliklerle yüzleştiği yeni bir kapı aralar. Kapının ardındakiler, ölümün alıp götürdüğü kişiyi etkilemez belki. Fakat sonrasına aktardıkları, geride kalanların hayatını tümden değiştirebilir pekâlâ.
Mary; sakin, mutlu ve huzurlu evliliğinde sıradan bir yaşantı süren İngiliz bir kadındır. Pakistanlı kocası Ahmed için dinini değiştirmiş, Pakistan kültürünü benimsemiş, hatta Urduca dahi öğrenmiştir. Bir gün kocasıyla alışverişten eve döndükten sonra yalnızca saniyeler içinde hayatı iki parçaya ayrılır. Ahmed kalp krizi geçirir ve oracıkta son nefesini verir. Çocukları da olmayan Mary artık bir başına kalmıştır. Görünürde hayatından kocaman bir tarih eksilmiştir. Onu tanımlayan yegâne kişi/unsur yok olmuş gibi gelse de Ahmed yalnızca fiziksel olarak kayıptır. Neden sonra Ahmed’in cep telefonundaki mesajları ve arama kayıtlarını inceleyen Mary, kocasının ummadığı bir yerde, hiç bilmediği bir aileye sahip olduğunu öğrenir: başka bir kadın ve bir çocuk. Ahmed, karısını sonsuz bir sorular girdabında yapayalnız bırakıp gitmiş, tüm cevapları beraberinde toprağa götürmüştür. Peki, Mary bu yeni gerçekliği nasıl yönetecektir? Tam da burada filmin adı, kendini bir defa daha hatırlatır: After Love. Kocasına duyduğu derin aşk ve bu aşkın getirdiği mutlu bir evlilik sanrısı, aldatılma fikrini o zamana değin Mary’nin aklına hiç getirmemiştir oysa. Şimdi ise aşktan öncesi ve sonrası olduğunu görür Mary. Aşkının bölünmez değil, parçalanmış bir süreç olduğunu. Ve aşkını kalbine gömüp sonraki evresinin peşine düşer; Ahmed’in diğer yaşamına.
Yaşamı Doğuran Kadın
Mary doğrudan Calais’e, Ahmed’in diğer ailesinin yanına her şeyi açıklığa kavuşturmaya gider. Fakat ev sahibesi Genevive, gördüğü ilk anda Mary’i yeni hizmetçi sanıp kadının maruzatını dinlemeden yapacağı işleri sıralayıp kendi koşturmasına dalar. Mary sesini çıkarmaz. Bir süre bu aileyi içten gözlemleyip her şeyi açıklamak için doğru ânı kollamayı seçer. Bu noktada film, her hâlleriyle aralarında bir makas açacak olan iki kadın figürünü tanıtmış olur. İlginçtir ki bu makas başta aralansa da iki kadının birbirine açılmasıyla kapanır ve nihayetinde birleşir. Buraya gelmeden önce Mary ve Genevive’in fiziksel özelliklerine değinmek, feminist kuramlarla yapılacak analizlere ışık tutacaktır.
Mary fazla kilo problemi olmasına rağmen kendisiyle barışık bir kadındır. Fakat orta yaşına rağmen oldukça zinde vücuda sahip olan Genevive’i gördükten sonra da Mary, fiziksel görünüşünden rahatsızlık duymaya başlar. Ayna karşısında uzun uzun iri göğüslerine, sarkmış karnına, dolgun bacaklarına bakar. Vücudu bu hâliyle Anadolu kökenli bereket tanrıçası Kibele’yi andırır. Burada Anadolu’yu özellikle anmamızın nedeni, İngiliz olmasına karşın Mary’nin Ahmed’le evlendikten sonra Orta Doğu kültürünü ve yaşayış biçimini benimsemesi, Genevive tarafından da buna göre muamele görmesidir. Dolayısıyla Kibele temsilini de her yönüyle üstlenmiş olur. Ne var ki Mary’nin rahmi, bereket tanrıçasının aksine doğurganlıktan yoksundur. Onu tamamlayan Genevive ise Mary’nin “anaç”lığını taşımaz. Çocuğuna yemek hazırlamak bir yana, işten eve özellikle tok gelmesi dahi annelik vasıflarını modern iş dünyasına kurban verdiğini gösterir. Mary ise Orta Doğu toplumlarının beklentilerine uygun şekilde daha geleneksel bir anne imgesi çizer. Genevive ile Ahmed’in oğlu Solomon’u görür görmez içindeki fırtınalar diner; çok sevdiği kocasından kalan bu cana tutunmaya adar kendini.
Mary için bu noktada yeni bir doğum başlar. Fiziksel olmasa bile bir annelik rolü doğurur kendine. Solomon’u besler, ona manevi anlamda destek olur, çocuğun ahlâkından ve erdeminden kendini sorumlu tutar. Hatta o kadar ileri gider ki Solomon, annesiyle tartıştığı bir anda Genevive’e tükürünce Mary gayriihtiyari bir hareketle çocuğa tokat atar. Bu sahnede birbirinin hareketlerini tamamlayan iki ayrı anne, tek bir annelik ruhunda bütünleşmiştir. Yani bir bakıma başta fiziksel özellikler ve toplumsal statüyle ayrılan makas uçları, annelik sıfatı altında üst üste gelerek birleşmiştir.
Ayrılıklar, Birleşimler
Ayrılık ve birleşme unsurları, filmin iç dinamiğinde oynayan iki temel karşıtlıktır. Nitekim başroldeki iki kadın karakter de her yönleriyle birbirlerinden ayrı, Ahmed’e olan tutkularında da bir o kadar bütünleşiktir. Ancak yüzeyde böyle bir bağ söz konusuyken derinlere inildiğinde Ahmed’in zamanla silinmeye başladığını görürüz. Bunun nedeni Mary ve Genevive’in, birbirlerini odak noktası hâline getirmeleridir. Mary, bir süre sonra Genevive’e Ahmed’in karısı olduğunu ve kocasının öldüğünü açıklar. Başta duyduğu bu şok edici gerçekle ne yapacağını bilemeyen Genevive, Mary’i evinden kovar. Fakat çok geçmeden Solomon’u da alıp Mary’nin merkezdeki evine kadar gelir. İçeri girer, odasında Ahmed’in kıyafetlerini koklar, yatağında yatar. Bu sahnede yatağın diğer tarafına da Mary uzanır. İki kadını bir araya getiren Ahmed’se ortalarındaki boşluğu soyut bir konu başlığı olarak doldurur.
Mary ve Genevive, birbirlerinden haberdar olduklarından itibaren nasıl bir merak içinde olduklarını itiraf eder. Bir anlatı analizi yapacak olursak bu konuşmada dikkati çeken, Ahmed’in kadınlara karşı duygularından söz edilmemesidir. Yani kadınların merak ettiği, Ahmed’in hisleri değil, salt birbirlerinin neye benzediği, nasıl yaşadığı, hangi özellikleri taşıdığıdır. Böylelikle her kelimede Ahmed’i biraz daha uzaklaştırırlar yataktan. Sonunda yalnızca iki anne, bir “annelik” ve onun şefkatli kollarında bir çocuk kalır. Kadınlar arasındaki duvar kırılmış, bu çatlaktan birbirlerini tamamlayan iki insanın arkadaşlığı doğmuştur. Nitekim Mary’nin kimi zaman ev duvarlarında gördüğü -veya gördüğünü sandığı- çatlaklar da kendi içinde kırıp çözüme ulaştırmaya başladığı sorular olarak yorumlanabilir.
Filmin son sahnesi de Ahmed’in ölümüyle dünyaya gelen yeni aileyi bir uçurumun eşiğinde görürüz. Başta değindiğimiz eşiktir bu; acı ile tatlı, bir adım sonrasıyla öncesine konuşlanmıştır. Uçurumun üstü renkli bir kır manzarasına boyalı iken alt taraf, uçsuz bucaksız beyaz bir coğrafi yapıya sahiptir. Bu görüntü, filmin adını ikinci bir kez yankılar: Aşk toprak altındaki beyaz arafa karışadursun, toprağın üstündeki canlı, diri, bereketli dünya nefes almaya devam edecek ve yeni yaşamlar, köprüler, ilişkiler, aileler doğurmaya devam edecektir.
Ahmed ile Mary’nin uzun soluklu evliliği, kırk yıllık hatırı olan bir fincan kahve kadar kadim kalacaktır tarihte. Ama Mary o fincanı içip bitirmiş, telvenin acısını tatmış, üzerine suyunu içip dilinin üzerinde kalan tadı geride bırakmayı bilmiştir. Ahmed daima gizli tuttuğu yaşamını yıllardır ona sadık kalan sevgili eşine hiçbir zaman açamasa da esas büyüklüğü üstlenmek, geride bıraktığı kadınlara kalmıştır. Artık ölümü göğüslerine gömen kadınların elindedir fincan. Ahmed’siz bir dünyada yeni bir ailenin ilk yudumunu tadacaklar, telve acısına geldiklerinde de uçurumun aşağısına sesleneceklerdir: Ve sana senden sonrasını anlatayım.