Cem Kaya, Türkiye’deki arabesk kültürünü anlamaya çalışan ve Gökhan Bulut ile birlikte yönettiği Arabeks (2010); ülkemizde daha çok Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk Sineması olarak bilinen, DokuFest Film Festivali’nde seyirci ödülünün sahibi olan Remake, Remix, Rip-Off: Kopya Kültürü ve Popüler Türk Sineması Hakkında (2014) isimli belgeselleri ile çoktan gönlümüzü kazanmış durumdaydı. Fakat son olarak bu yılın en ilgi uyandıran, prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nde seyirci ödülü ile taçlandırılan Aşk, Mark ve Ölüm (2022) ile birlikte tabiri caizse başyapıtını yarattı. Bu nedenle belgeselin yönetmeni, Mehmet Akif Büyükatalay ile birlikte ortak senaristi, kurgucusu ve daha nicesi olan Cem Kaya ile söyleşmekten dolayı çok mutluyum. Yaptığı işlere olan hayranlığımı anlatmaya kelimelerin yetersiz kalacağı Kaya’ya söyleşiyi kabul ettiği için çok teşekkür ederek ilk soruma geçmek istiyorum. Zira sormak, konuşmak istediğim öyle çok şey var ki… Fakat öncelikle kısa bir giriş yapmak isterim:
Aras Ören’in şiirinden ismini alan Aşk, Mark ve Ölüm; üç bölümden oluşuyor. Her bölüm ismiyle müsemma. Aşk bölümü, memleket hasretiyle yanıp tutuşan âşıkların hayata tutunma çabasına, mark bölümü gelenlerin bir şekilde hayatın devam ettiğine kanı getirip eğlence dünyasını yaratmasına, son olarak ölüm bölümü duvarın yıkılmasıyla yükselen ırkçılık nedeniyle hayatta kalma çabasına odaklanıyor. Tıpkı şairin dediği gibi…
Kara sevda uzun sevda.
Mark dediğin yalan sevda.
Köşeyi döndüm tam,
Ölüm çıktı karşıma.
Aşk ne güzel umut dolu.
Yıllar geçti yüzüm soldu.
Mark dediğin yalan sevda.
Hayaller hep tuz buz oldu.
Ağla tepin bağır çağır.
Alçak sesle yüksek sesle.
Her yan duvar her yan sağır.
Ölüm ucuz gelir bize.
Cem, ülkemizden Almanya’ya misafir işçi olarak gidilmesinin üzerinden altmış yılı aşkın zaman geçmiş. Nereden baksan kayda değer bir tarih var ortada. Zira gidenler ne tam olarak oranın kültürüne entegre olabiliyorlar ne de Türkiye’deki yaşamlarını bire bir yaşatabiliyorlar. Böylece ortaya yepyeni bir altkültür çıkıyor. Ve anladığım kadarıyla bu kültür büyüdükçe birçok kişinin ilgisine mazhar oluyor, çeşitli ürünler toparlanmaya başlıyor. Lakin bu toplamayı yapanlar da ortada sahip çıkılması gereken çok büyük bir hazine olduğunu düşünenler de kolları sıyırıp işe girişemiyor. Evet, bazı toplama işleri (Bülent Kullukçu ve İmran Ayata’nın 2014 senesinde ürettiği Songs of Gastarbeiter) var ama… Herkes bu akıl almaz derecede zorlu işe seni sokmaya çalışıyor. Ve nihayetinde bir şekilde ikna ediyorlar. İyi de yapıyorlar. Tüm süreci elbette konuşmak istiyorum. Ama benim öncelikle öğrenmek istediğim, nasıl ve kimler tarafından ikna oldun ve bu ikna süreci ne kadar sürdü?
Aslında ikna süreci değil tam olarak. Hep geliyordu bana buna benzer teklifler. Ama ben sürecin ne kadar zor olduğunu biliyordum. Ve bana teklifi getirenlere “Tamam birlikte yapalım da peki, sen bu işin neresinde olacaksın?” diye soruyordum. Aslında genelde teklifler gazeteci gibi sinema sektörüyle doğrudan ilgili olmayan kişilerden geldiği için süreç biraz uzadı. Çünkü zaten ben hali hazırda yazmaya başlamıştım. Ama kendim yapmak istiyordum. Sonra Mehmet Akif Büyükatalay’dan (2019 yapımı Oray filminin yönetmeni) mektup alınca ikna oldum. Yine Ufuk Cam, ikna olmama sebep olanlardan biriydi. Cam, bu konuyu bizden bağımsız bir şekilde zaten çalışıyordu ve onun da oldukça başarılı işleri vardı. Neticede madem öyle güçlerimizi birleştirelim dedik. İş, sadece seçtiğin partnerlere bakıyor aslında. Mesela ben üç tane belgesel çektim. Ve hep üç kişiydik. Arabeks ile Motör’de Tan Kurttekin, Gökhan Bulut ve ben; Aşk, Mark ve Ölüm’de ise Mehmet Akif Büyükatalay, Ufuk Cam ve ben. Aslında o dönem herkes bu işi yapmak istiyordu. Çünkü Almanya’da Türkiye’den misafir işçi alımı anlaşmasının yapılmasının üzerinden geçen on yıl dönümlerinde hep bu tarz projeler yapılır. Mesela ellinci yıldönümünde de böyle olmuştu. Ki ben Arabeks’i de böyle çekmiştim. Tabii bütçe dağıtılıyordu bu konu ile ilgili. Dolayısıyla da çok talep vardı. Bir de Türkiye’de çekilemiyordu artık. Ben 2009-2010’ları hatırlıyorum mesela. İşte bu İstanbul Kültür Başkenti süreciydi. Her yerde Erasmus öğrencileri, her köşe başında Avrupalı bir film ekibi vardı. Fakat devran dönünce (gülüyor), film çekmek tekrar zorlaşınca, Deniz Yücel’in tutuklanması sonrası gözler Almanya’ya döndü. Almanya’da neler vardı diye düşünülmeye başlandı. Aşk, Mark ve Ölüm de bu şekilde ortaya çıktı bir nevi.
Aşk, Mark ve Ölüm’ü var eden ana besin kaynağı, arşiv çalışmaları. Harikulade bir arşiv çalışması var karşımızda. Arşiv çalışması dediğimiz çaba, bana bir anlamda “deli işi” gibi geliyor. Bunu fazlasıyla olumlu bir yerden söylüyorum tabii. Yıllarca kütüphanelerde, bilgisayar başında ya da her nerde ise dirsek çürütmek kolay değil. Bir de içine girdikçe derinleşen bir dünya sonuçta. Sadece arşiv çalışması ne kadar sürdü? Araştırmayı nerelerde ve hangi koşullarda gerçekleştirdiniz? Türkiye’de araştırma yaptınız mı hiç? Bu arşiv çalışmasının zorluğundan dolayı hiç “Nereden girdim bu işe?” dediğin anlar oldu mu?
Şimdi ben Arabeks ve Motör’ü yaparken Türkiye Sineması’nı baya bir taramıştım. Daha doğrusu ekip ile beraber taramıştık. Bin beş yüz ile iki bin arası film izlenmişti.
Baştan sona mı diyoruz?
Elbette. Tabii hep Türkiye Sineması ile ilgiliydi. Fakat Almanya ile ilgili şeyler çıkınca da hemen bir kenara koyuyordum. Öyle bir ön çalışmamız zaten diğer filmlerden vardı. Bu seferki şansımız ise Alman kamu televizyonlarının arşivlerine girmemiz oldu. RBB, WDR ve ARTE gibi kanallar, ortak yapımcımız oldu. Böylece bu kanalların arşivi bize açıldı. TRT arşivine girmek gibi bir şey bu aslında. Tabii arşivlere girer girmez derya-deniz bir dünya çıktı karşımıza. Bir de sadece o kanalların değil bütün eyaletlerin kanalları açıldı. Yine Fransız, Avusturya, Hollanda, Danimarka, İsveç kanallarında misafir işçi taraması yapabildik. Bu nedenle de Türkiye’de çok fazla arşiv çalışması yapmadım bu kez. Zaten konumuz da Almanya’ydı. Aslında Almanya’dan Türkiye’ye sonra tekrar Türkiye’den Almanya’ya gönderilen ve bir nevi Messenger görevi gören videokasetlerle ilgili bir tarama yapabilirdik. Ama gerçekten artık o kadar derine inemedik. Ki zaten gerek de kalmadı. Çünkü bir de kamu kurumlarının misafir işçilere özel haftada bir yayınlanan on beş dakikalık yayınları vardı. Mesela “Sizin Vatanınız Bizim Vatanımız” isimli bir program vardı. Ki redaktörleri de Türk’tü. Bu yayınların azımsanmayacak bir bölümü de müziğe yer veriyordu. Bu otuz beş-kırk yıl süren yayınlar çok işimize yaradı. Tüm bu yayınların içerisinde o kadar iyi malzemeler vardı ki bazılarını kesip kullanmaya elimiz varmadı. Gerçekten kolajlamaya eliniz varmıyor. Tabii arşiv sürecinin en zor yanı elindeki malzemeyi düzenlemekti. Orada çok titiz çalıştık. Aylarımızı hatta yıllarımızı tüm bu malzemeyi düzenlemeye harcadık. Zaten malzemeyi titizlikle ayrıştırıp düzenleyince sonrası çok kolay oldu.
Peki, Arabeks ve Motör ile Aşk, Mark ve Ölüm süreçlerini birbiriyle kıyasladın mı hiç? Aslında her yapımının bir öncekini kıskandıracak işler olmasının bir sebebi de bu durum sanki: Öncesinde yaptığın araştırmalar, bir sonraki projenin üzerine eklenerek büyüyor. Neticede hep birbirine bağlantılı konular: Arabeks, Yeşilçam, göç, ötekilik vs… Ki Arabesk’te karşımıza çıkan katılımcılardan bazılarını veya Motör’deki Yeşilcam sahnelerini Aşk, Mark ve Ölüm’de tekrar görüyoruz. Sence Arabeks ya da Motör olmasaydı Aşk, Mark ve Ölüm bu kadar donanımlı olabilir miydi? Ya da sen bu kadar yetkin olabilir miydin? Her yapımında doküman toplama ve tüm elindeki malzemeyi etkin bir şekilde kullanma konusunda daha da uzmanlaşıyor olmalısın. Ne dersin? Elinde var olan ve Aşk, Mark ve Ölüm’de kullanmadığın ama rahat bir belgesel daha çıkacak malzeme de var diye düşünüyorum. Var mı gerçekten?
Var var bir tane değil beş belgesel çıkar. Ama bunu ben mi yaparım onu bilmiyorum. Benden sonraki nesiller yapmalı artık diye düşünüyorum. Çünkü çok zaman harcandı. Benim filmlerim arasında yedi- sekiz yıl var. Motör 2014’de çıktı. Aşk, Mark ve Ölüm 2022’de çıktı. Evet, bu arşiv malzemesi üst üste ekleniyor. Bir de şu var: bir üçleme yapmışım gibi aslında. Ama hiç öyle bir düşüncem de yoktu açıkçası. Hepsi birbirine tabii ki bağlantılıdır. Ben mesela Yeşilçam’a nasıl girdim? Diploma tezimi, master tezimi neden yazdım? Çünkü biz burada videokaset kültürüyle beslendik. Buradaki yaşamımla alakalı, gurbetçilikle alakalı bir şey. Arabeski biz videokaset kültürüyle öğrendik. Mesela Türkiye’de yaşasaydım her yerden dinleyebilirdim. Ama biz burada hep filmler üzerinden öğrendik. Çünkü o zaman dönerci vs gibi o müziklerin çaldığı mekânlar da yoktu. O yüzden bunu yapan, bunu taksim eden medyum videokasetti o dönem. Mesela Almanya’daki Türk müziği kültürü ilk başta hiç dikkatimi çekmedi. Ben sonradan uyandım. Aslında biraz da Bülent ile İmran’ın sayesinde oldu. Onların toplaması Songs of Gastarbeiter üzerine oldu. Onlar bu yolda bir öncü vazifesi gördüler. Sonra olayın ilginçliğini keşfedince harekete geçtim ve ilk başta literatüre yöneldim. Bir seneye yakın bir zamanda sadece yazdık zaten. Tabii okuyup da yazdık. Aynı zamanda burada göçmenlik araştırmaları diye bir dal var. Bu dal bünyesinde göçmenlik üzerine bir sürü iş de yapılmıştı. Orada çokça araştırma yaptık. Bu araştırmalar sırasında hem müzik hem göçmenlik üzerine çokça okuma yaptım. Sadece müziği tek başına ele alamazdık. Çünkü müzik referans olarak bize hayatı tarif ediyor. Çünkü tüm o eserlerin sözleri hayatı, göçmenlerin yaşadıklarını, hissettiklerini anlatıyor. Sözlerle hem ırkçılığa hem de gördükleri muameleye dikkat çekiyorlar. Bunu Yüksel Özkasap da Derdiyoklar da Cartel de hiphop müzik yapanlar da yapıyor. Yani hep böyle hayatla bir bağı var müziğin. Bu yüzden sadece müzik üzerine değil tüm göçmenlik sürecine odaklandık. Haliyle çok meşakkatli, çok kapsamlı bir araştırma oldu.
Peki, bir yandan da Aşk, Mark ve Ölüm’ün istifçilere (Yanlış bir tabir kullanmak istemem ama…) de çok şey borçlu olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Bu biriktirme olayı bana hep çok ilginç gelmiştir. İlk kez Pelin Esmer’in 11’e 10 Kala isimli belgeselinde istifçiliğin nasıl bir boyutta olduğunu görmüş ve delirmiştim. O günden bu yana da hâlâ çok ilgimi çeker. Uzun bir süre mezatlara gidip insanları gözlemlemişliğim bile var. Aşk, Mark ve Ölüm, biraz da bu noktadan yakaladı beni. Şimdi yanlış bilmiyorsam sende de bir dispozofobi –ya da koleksiyonerlik mi demeliyim?- durumu var. Zira ben, biriktirmekten nasibini almadıysan böylesine bir işe sabır gösteremezdin diye düşünüyorum. Ama en çok da Ömer Boral’ı burada anmalıyız. Nasıl bir koleksiyonu var tam olarak? Sayılarla ifade edebiliyor muyuz? Boral’ın koleksiyonu ne düzeyde katkı sağladı belgesele?
Ben Ömer abi ile on- on iki sene önce tanıştım. Hatta Arabeks’ten önce Ömer abiden kaset alıyordum. Kendisi tam anlamıyla bir Hakkı Bulut hayranıdır. Mesela bir internet sayfası vardı. fanatikhakkicilar.de diye. Kasetleri de Hakkı Bulut kasetlerini elde etmek, takas etmek için biriktiriyor aslında. Elinde Hakkı Bulut ile ilgili her şey var. Ve gerçekten çok tatlı, çılgın bir abimiz. Bremen’de yaşıyor. Benim de Ömer abininki kadar olmasa da az çok bir koleksiyonum var tabii. Yirmi yıldır biriktiriyorum. Koleksiyonlarımız vesilesiyle tanıştık ilk olarak. Daha sonra Arabeks’in Almanya ayağını illaki anlatmak istiyordum. Ki Cavidan abla, Muhabbet ve İsmet abi ile de o dönemde tanışmıştım. İsmail YK ile de o dönem çekim yapmıştım. Bu insanları zaten tanıyordum. Ayrı bir ilişki vardı aramızda. Ama onun yanında Ömer abi benim alter egom olabilir. Tabii ki benden çok daha çılgın biri ama… Her neyse Ömer abinin filmde görmediğiniz çok daha büyük bir arşivi var. Onun koleksiyonunda altı bine yakın kaset var. Evindeki tavan arası ve kiler tamamen kasetlere ayrılmış durumda. Yatak odasındaki yatağının altından tut da filmde gördüğünüz kanepelerin altı dâhil olmak üzere her yer dolu. Ki artık kasetleri saklayacak yeri kalmadığı için bir kısmını dijitale aktararak satmaya başladı. Çünkü kasetler için bir yeri kiralamaya maddi durumu da olmadığından ne yazık ki satmak zorunda kaldı.
Peki, bu kadar koleksiyonlardan arşivlerden bahsettik. Tabii ortada çok büyük bir külliyat var. Röportaj kısımları da eklendiğinde ne kadar uzun olabileceğini tahmin dahi edemiyorum. Hepsi de büyük bir emeğin sonucunda ulaşılmış ürünler. Gel gör ki bir yerde bazılarından vazgeçmek gerekiyor. Bu kesme biçme kısmı bana en zor kısımmış gibi gelir hep. O yüzden de birçok kişi bu zorluğa göğüs geremez. Ama sen bu noktada da maharetini gösteriyorsun. Tüm elindeki malzemeyi makul bir süreye indiriyorsun. Muazzam bir kurgu var her anlamda. Bu süreç nasıldı diye sormak istiyorum tabii ki. Zorlandığın anlar oldu mu?
Aslında ben her şeye senaryo aşamasında zaten karar vermiştim. Bir de elimizdeki malzeme o kadar güçlüydü ki daha az güçlü malzemeyi kullanmamaya çok kolay karar verdik. Elimizdeki malzemenin güçlü olması bizi rahatlatan en önemli etkendi. Mesela arşiv çalışması yaparken Ufuk bazen beni arayıp bulduğu şeylerden bahsediyor ya da bir fotoğraf gönderiyordu. Normalde o bahsettiği şeylere bir yıl önce olsa çok heyecanlanır ve ayağa zıplardım. Ama artık elimizde öyle güzel şeyler vardı ki… Ufuk’a “Boş ver, elimizde daha iyisi var!” diyordum. Yani böyle bir bolluk içinde yaptık filmi. Tam olarak best off kullanabildik. Böyle bir lüks hayatımda bir daha gelir mi bilmiyorum. Bir de bu Alman televizyonlarında yayınlanan yapımlarda üst sesler vardı. Filmde sizin duyduğunuz üst sesler bizim değildi. O belgesellerde vardı zaten. O sesler bize çok yardımcı oldu. Bir de tabii ben kurgucuyum zaten. Belgesel çekmiyorsam reklamların kurgusunu yapıyorum. Başkalarının işlerini sürekli kesiyorum.
Ama başkalarınınkini kesmek kolaydır.
Yok, aslında mesela bazen yönetmenler geliyor ve benim kesmek istediğim sahneden vazgeçmek istemediğini söylüyor. Ben ona neden bu sahnenin kesilmesinin gerektiğini anlatıyorum. O pratiğe sahibim. Bir de biz reklamda meseleyi otuz saniye gibi kısa bir sürede anlatıyoruz. Bazen hiç anlatmayıp sadece görsel kullanıyoruz. Bu anlamda deneyimlerim bana pratiklik sağladı.
Belgeselin kayda değer bir bölümü de aslında teknik olarak konuşan kafalar. Konuşan kafalar tarzındaki belgeseller en klasik ve artık bence tedavülden kalkması gereken bir yöntem. Lakin Aşk, Mark ve Ölüm; özellikle bu röportaj kısımlarında seyirciyi ihya ediyor. Bunu yapmak çok zordur. Hatta belgeselin en komik anları da buralarda ortaya çıkıyor. Mesela ilk aklıma gelen anlardan birinde bağlama çalan müzisyen sanatını icra ederken kameranın “Game of Thrones” yazılı eşofmana kaymasıydı sanırım. Ve tabii ki Cavidan Ünal’ın sahneleri…
Hımm… Konuşan kafa. Evet, evet, komiklik elementleri var. Benim yaptığım filmlerde çok fazla insan oluyor. Hikâyeyi çok farklı ağızlardan dinliyoruz. O yüzden benim sadece birkaç insanı takip edip onun portresini çekmek gibi bir lüksüm yok. Öyle olsa onların gündelik hayatını izlersin, bir şeyler anlatırlar sana. Aşk, Mark ve Ölüm’de öyle bir şey yok. Bir yerde zorunlu olarak konuşan kafalar formatını seçmeye zorunluydum. Fakat benim konuşan kafalarım hayatı çok da ciddiye almayan tipler. Hani bu konuşan kafa belgesellerinde bir ciddiyet vardır. Duruşu, oturuşuyla her şey bir mizansene sahiptir. Ama bizim belgeselde böyle değil. Ben bu kısımları çekerken mesela özellikle geniş açıyla çektim. O teknik detay da konuşan kafalar hissiyatından uzaklaştıran etkenlerden biriydi. Figürü gerçeklikten koparıyor çünkü. Diğer taraftan da söyleşinin eğlenceli ve enerjik geçmesine bakıyorum. Ki bu insanların çoğu şov dünyasından geliyor. Belgeselde mesela ilk söylenen şey: “NASA beni arasa ve dese ki bağlamanızı Ay’da çalar mısınız?” Yani bir film böyle başlarsa ben o filmi izlerim. (Gülüyor) Aslında karakterler benim için çok önemli. Ama kameraya nasıl anlatıyor o daha da önemli. Yoksa konuşan kafa olmuş olmamış bir şey fark etmiyor.
Kayda alıp da diğerlerinin enerjisinin yanında sönük olduğu için kurguda kullanmamaya karar verdiğiniz röportajlar oldu mu?
Tabii oldu.
Değil mi? Bir Cavidan Ünal varken…
Aynen. Hem Cavidan Ünal hem diğerlerinin çoğu zaten şov dünyasından gelen kişiler. Ve benim kamerama konuşurken de bir nevi o şovu icra etmeye devam ettiler.
Peki, Cem sen Arabeks’ten yani araştırma, toplama ve yaratım sürecinden önce tüm bunların ne kadarına hâkimdin? Mesela arabesk müzik dinler miydin? Ya da Yeşilçam filmleriyle aran nasıldı? Yoksa arabesk ile yerli sinema ile barışman geçtiğimiz on – on iki yılın sonucunda mı gelişti? Bu süreç, senin de kendini gerçekleştirmene yardım etti diyebilir miyiz?
Dönem dönem farklıydı bu. Çocukluğum Yeşilçam filmlerini izlemekle geçti. Her akşam eve kasetler gelirdi. Her gün iki film izlerdim. Ve o dünya büyülü bir dünyaydı. Daha doğrusu Alman televizyonlarına kıyasla büyülü ve bize çok uzak bir dünyaydı. Mesela İstanbul’da yaşasaydım gider o mekânları bulmaya, o kişilerle tanışmaya, o dünyayı takip etmeye çalışırdım. Ama öyle bir dünya da yoktu. Çok uzak ve uhrevi bir dünyaydı orası… En sıra dışı Battalgazi filmleri için bile bu geçerliydi. Çünkü Alman televizyonlarında ve radyolarında neredeyse hiç temsilimiz yoktu. Mesela yılda bir defa arabayla Türkiye’ye gidersin. Ve yolda hep kaset dinlersin. Türkiye’den kaset alır Almanya’ya götürülürdü. Arabesk de pop da protest de dinlerdin. O yüzden çok uzun bir süre bu gerçeklik hep hayatımdaydı. Ama bir ara bu kültürden koptum. Doksanların sonuna doğru bambaşka şeylerle ilgilendim. Lakin üniversitedeyken (2002) bir fikir olarak tekrar aklıma geldi. Aslında mevzuya akademiden girdim. Ama detaylı olarak konuya eğilmem akademik oldu. Tekrar daha profesyonel bir şekilde bu dünyayla ilgilenmeye başladım. Mesela Nezih Erdoğan okudum. Onun Dünyayı Kurtaran Adam (1982) ile ilgili çalışmaları vardı. Yine o zaman Bilkent Üniversitesi’nde Ahmet Gürata vardı. Ahmet hocanın çalışmalarını çok okudum. Metin Demirhan vardı. Onun sahafı vardı. Oraya çok giderdim. Giovanni Scognamillo ile de o dönem tanıştım. Hatta Motör’de ufak bir sahnesi de vardır.
Almanya’ya misafir işçi olarak ilk gidenlerin müzik ile ilişkisi âşıklıkla sınırlıyken orada büyüyen ikinci nesil ise yavaş yavaş arabesk müziğe yoğunlaşıyor. Ya da üçüncü nesil mi demeliyim? Bir sonraki nesil ise hip-hop, pop, rap gibi daha anaakım bir çizgiye kayıyor. Fakat önceleri sadece birbirlerine hitap ettikleri bu müzik tercihi daha sonra geniş kitlelere ulaşıp Muhabbet ile zirveye ulaşıyor. İlk kez bir gurbetçinin albümü Alman müzik marketlerde satılıyor. Ve tüm Almanya, onu dinliyor. Tıpkı arabesk müziğin gelişimi gibi… Arabesk, ilk başta tamamen ötelenmişlerin, sonra daha geniş kesimlerin odağındaydı. Fakat günümüzde rock müzik kültürüne bile kabul edilmiş, geniş kesimlerce dinlenen bir tür haline gelmiştir. Ötekilik, uyum ve kabulleniş… Ne dersin? Gurbetçilerin müzik üretim süreci ile arabeskin gelişimi arasında bir benzerlik kurabilir miyiz?
Ama bunlar aynı müzikal tarz üzerinden olmuyor. Bunlar farklı müzik türleri. Arabeks’te bir tane tür var. O tür ellili altmışlı yıllarda yapılıyor. Onun bir hikâyesi var. Günümüze kadar evriliyor. Heavy metal ya da punk gibi. Bu Almanya’daki müzikler için geçerli değil. Almanya’da farklı farklı janrlarda müzikler yapılıyor. Mesela halk müziğe yakın Metin Türköz, arabeske daha yakın Yüksel Özkasap var. Çünkü Özkasap daha çok hasret türküleri söylüyor. Arabesk, Türkiye’de nasıl evriliyorsa Almanya’da da öyle evriliyor aslında. Almanya’daki müziklerin farklılığına sebep olan farklı etkenler var. Mesela bir tanesi teknik bir olaydır. Arabeks için yaptığım röportajda İsmail YK anlatmıştı bana. O dönem Yurtsever Kardeşler düğün salonlarında çalıyordu. O zamanki sound değişiyor. Çok ilginç mesela buraya çok fazla Türkiye’den müzisyen gelmediği için daha çok kulaktan kulağa iletiliyor. Ama tabii ki o iletim esnasında bazı değişikliklere uğruyor. Tıpkı bizim burada konuştuğumuz dil nasıl değişiyorsa melodiler de tıpkı onun gibi değişiyor. Aslında bunu daha da netleştirmek için başka bir örnek vereyim. Türkiye’de nasıl farklı farklı yörelerde müzik değişiyorsa Almanya’dakini de Almanya yöresi olarak düşünebiliriz. Bir de tabii Almanya, Türkiye’nin bütün bölgelerinden göç alan bir yer. Biraz İstanbul gibi… Bütün Türkiye’den göç aldığı için farklı farklı yörelerin müziklerini icra etme zorunluluğu var. Her hafta sonu farklı bir yöreden göç eden ailelerin düğünü oluyor. Ve bütün havaların öğrenilmesi lazım! O dönem internet de yok. Mesela düğünlerde gelin karşılaması olur. Bu her yörede farklıdır. Bir hafta sonu Erzincanlı diğer hafta sonu Karadeniz’den bir ailenin düğünü olur. Bu nedenle düğün müzisyenlerinin bütün yöreleri bilmesi lazım. Belgeselde Rüştü abi (Elmas) bunu anlatır. Müzisyen kasetçiye gider. Ve şanslıysa o yörenin kasetini bulur. Düğüne giderken arabada dinler ve düğünde çalar. İnanılmaz bir şey…
Gelelim Berlin’deki Hasenheide Parkı’na… Yanlış bilmiyorsam uzun bir süre Berlin’deki bu parka giderek çekim yapıyorsun. Birkaç komik ya da enteresan an yakalamak için günlerce oraya gidip saatlerce çekim yapman bile delice bir şey. Büyük bir sabır ve özveri işi var ortada. Üstelik konuşanların sana “Cem” diye hitap etmesi dikkat çekici. Katılımcılarla arkadaş gibisin. Sanki röportaj değil de sohbet gibi gelişmiş her şey. Artık onlar gerçekten senin arkadaşın mı oldu? Görüşüyor musunuz düzenli olarak? Çünkü bu müzisyenlerin bazılarıyla on yılı aşkın bir tanışıklığın var. Bir de parka gittiğinde genelde onlara arşivlerden bulduğun görüntüleri izlettiriyorsun değil mi? Bir yandan onlar sana anlatırken bir yandan da sen onlara hatırlatıyorsun. İki taraflı bir alışveriş var sanki. Öyle diyebilir miyiz? Sen nasıl tanımlarsın? Hatırlamak her ne koşulda olursa olsun kişiye, topluma iyi gelen; onu iyileştiren bir deneyimdir. Günün sonunda tüm bu hatırlayış durumu, bir iyileşme süreci görevi de görüyor aslında. Ne dersin?
Diyebiliriz tabii. Ama onların da kişisel arşivlerinin olduğunu unutmayalım. Mesela Dede abinin (Filmin finalinde uzun uzun kameraya bakan abimiz) fotoğraf arşivi var. Türkischer Basar döneminden. O da onları benimle paylaşıyor. Ya da Atalay Özçakır’ın (Türkischer Basar’ı kuran)… Özçakır, vefat etti maalesef. Ama eşi bana kendi arşivini açtı. Ya evet aslında oradaki insanlar şöyle düşünüyor: “Ya bu çocuk bir şeyler yapmaya çalışıyor.” Hani vardır ya bizim kültürümüzde. Birine güven duyarsan sonuna kadar paylaşırsın. Oradaki insanlarla öyle bir bağ gelişti. Hatta adı konulmamış bir anlaşma var adeta aramızda. Bazı şeyleri konuşmadan anlaşıyoruz. Özellikle Dede abi ile. O yüzden bir aile gibi olduk aslında. Muhtemelen bir on- on beş sene sonra ben de onlarla orada oturacağım. (Gülüyor)
Ben kesinlikle onlarla o parkta oturup karşılıklı kadeh tokuşturmayı çok isterdim. Çünkü çok eğleneceğimi düşünüyorum. Peki, sadece belgeselleri yaparken mi arıyorsun? Yoksa aralarında düzenli aralıklarla görüştüklerin var mı?
Var var. Mesela Kunt abi ile düzenli görüşüyordum. Yeni vefat etti o da. Kunt (Tulgar) abi ile birlikte birçok festivale gittik. Ankara’daki Fantasturca da bunlardan biriydi. Çetin İnanç ile yakındık. Bazen de tabii sadece bir kere görüşmekle kalıyordu ne yazık ki. Mesela Metin Erksan ile öyle bir şey olmadı hiçbir zaman. Büyük bir şanstı Metin Erksan ile Halit Refig’i birlikte çekebilmemiz. Ama sonrasında tekrar görüşemedik. Bazı insanlarla olmuyor işte. Hepsiyle değil. Mesela Cavidan abla ile oldu. Cavidan abla arada yemek yapıp çağırır beni. Birlikte yemek yeriz. Bu güzel bir şey… Çünkü ben o insanların yanına antropolog kafası ile gitmiyorum. O yüzden aramızda bir arkadaşlık oluyor. Eşit seviyede olmayı istiyorum. Bir de işte arada onları montaja da çağırıyorum. Gelip izlemelerini istiyorum. Park mesela biraz hassas bir alandır. Sonuçta sarhoş da oluyorlar. Ama onları sarhoş olarak göstermek istemiyorum. Hatta onlar da ilk başta bu nedenle bir çekingenlik yaşadılar. Ama ben her zaman o sarhoşluk noktasına geldiğinde çekmeyi bırakıyordum.
Belgesel, Almanya’ya giden misafir işçilerin orada yarattığı müzik kültürünü anlatmaktan ibaret değil. Bir anlamda gurbetçilerin altmış yılı aşkın yaşanmışlığını anlatıyor. Müziği sadece araç olarak kullanıyorsun aslında. Zira belgesel, Alamancı dediğimiz bu kesimin, birinci kuşaktan tut da şu anki kuşağa kadar nasıl yaşadığı, eğlendiği, ötelendiği, katledildiği, benimsendiğini uzun uzun anlatıyor. Öyle ki belgeselde daha önceki yıllarda izlediğim gurbetçilerin hayatına odaklanan belgesellerin hepsinden birer parça görebildim diyebilirim. Mesela Pınar Öğrenci’nin Gurbet Artık Bir Ev (2021) belgeselinde izlediğimiz Kreuzberg semtinden de görüntüler var. Duvarın yıkılması ve sonrasında yükselen ırkçılık, kentsel dönüşüm, Solingen Faciası ve daha nicesi… Sanırım Almanya’ya misafir işçi olarak gidenler hakkında yapılmış en kapsamlı yapımlardan biri Aşk, Mark ve Ölüm.
Onu bilmiyorum. O sorunun cevabı bende değil gerçekten. Belki bu kadar eğlencelisi yapılmamıştır. Ya da bu kadar görünür değildir. Mesela geçenlerde bir belgesel izledim. Buradaki ikinci nesli anlatıyor. Çok başarılı ama görünür değil. O film arşivlerde duruyor. Yasaklı da değil ama gösterilmiyor. Mesela bir Mubi göstermiyor. Araştırmak lazım aslında. Burada da küratörlüğün önemi çıkıyor ortaya.
Hep diyoruz ya buradan gidip bizden ve oradan alıp başka bir kültür yaratıyorlar diye. Bir nevi melez bir kültür olarak tanımlıyoruz. Gel gör ki bizim mi gurbetçilerin mi daha içerden bir yaşayışa sahip olduğu tartışılır. En basitinden Türkiye’de gazinolarda şampanya patlatılırken Almanya’dakiler rakı yakıyor. Şimdi hangisi daha içerden? Ya da düğün geleneği… Bir yerde boynuz kulağı geçiyor mu desek ne desek bilemedim. Demem o ki belgesel, bir yandan gurbetçilerin özgünlüğünün altını çizerken bir yandan da buradakilerle bir barışma sağlıyor. Örneğin ben Fatih Akın filmleriyle tanışana kadar gurbetçilere hep mesafeli olanlardandım. Tabii klişe genellemeler kaynaklıydı bu mesafe. Fakat tamamıyla aştım bunu. Tüm bu ön yargılarını kıramayanlar, mutlaka Aşk, Mark ve Ölüm ile tanışmalı! Çünkü bu barışmanın sağlanmasına çok ön-ayak oluyor. Sen ne dersin? Bu barışmada katkının olduğunu düşünüyor musun?
Hımmm… Ya mesela ben Arabeks’i yaptığımda o tarz müzikle yavaş yavaş barışılıyordu. İşte Murathan Mungan ile Müslüm Gürses bir şeyler yapmıştı. Arabeks, Teoman ile bitiyor mesela. Teoman ile Müslüm Gürses’in birlikte sahneye çıktığı an var. Ve orada Paramparça’ yı yorumluyorlardı. Müslüm Gürses nereden nereye gibi bir durumu vardı. Tabii bunu filmde anlatırken de arabeske sosyolojik açıdan baktık, müzik olarak baktık. Seksen sonrası değişimiyle ele alıp günümüze nasıl geldiğine baktık. O da aslında arabesk müziğe buradan bakmak yerine şuradan bakmak gibi. Biraz açıyı kaydırsak acaba ne oluyor diye bir soru ile yola çıkmıştım. Yeşilçam’da da öyleydi. Ben Yeşilçam ile ilgili bir belgesel çekerken orta yüksek kültür zaten burun kıvırır durumdaydı. Hani, belki bir iki klasik sevilirdi sadece. O dönem özellikle o kesimden tepkiler “O kadar iyi işimiz varken sen niye Yeşilçam ile ilgili bir şey yapıyorsun evladım!” gibiydi. Benim ana amacım bu filmleri yapıldıkları dönem içinden anlatmaya çalışmaktı. Oradaki enerjiyi vermeye, Yeşilçam denen olgunun anatomisine inmeye çalıştım. Yine Arabeks’te olduğu gibi buradan bakıp da aşağılayacağımıza şuradan bakıp o olguyu anlamamıza, empati kurmamıza çaba sarf ettim. Anlatıyı biraz değiştirdim. Aşk, Mark ve Ölüm’de de bir kez daha aynı yöntemi uyguladım. Tabii ki ön yargılarla da bakılabilir tüm bu misafir işçilik dönemine. Ki bu ön yargılar hem Türkiye’de hem burada var. Ama perspektifi bir nebze değiştirip empatiyi işlemeye çalıştım. Aslında ben çok fazla bir şey yapmıyorum. Ben tripotu alıp sağa sola kaydırıyorum. Daha doğrusu konuşan insanlara bir alan tanıyorum. Kimsenin sormadığı soruları soruyorum. Cavidan abla mesela… Cavidan abla Türkiye’ye gelse ve konser verse kimse tanımayacak bu kadar sevmeyecekti. Fakat belgesel sayesinde herkesin ilgi odağı oldu.
Şimdi film ilk olarak Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yaptı. Orada genelde Alman, Avrupalı seyirciler vardı mutlaka. Daha sonra 41. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini yaptı. Ve Türkiye’deki seyirciyle buluştu. Tabii bu arada sadece gurbetçilerin olduğu gösterimler de yapmışsındır. Ben aradaki farkı sormak istiyorum. Hangi grup daha coşkulu karşıladı? Tepkiler tam da beklediğin gibi miydi? Yoksa çok daha fazlası mıydı? Bir kıyas yapabilir misin?
Ya iki taraftan da tepkiler çok iyiydi. Ama Türkiye’deki seyirci daha coşkuluydu. Ve bunun neden böyle olduğunu anlayamadım gerçekten. Sadece festival değil tabii. Biz vizyondayız da şimdi. Gelen tepkiler inanılmaz. Türkiye’deki her gösterim sonrası benim timelinem doluyor. Almanya’daki gurbetçilerden de çok iyi tepkiler geliyor. Bir de onlar çok şaşırıyorlar. “Biz nasıl bunları bilmeyiz?” diyorlar. İlk defa görünür olduklarını söylüyorlar. Zaten ben şu aralar her gün farklı bir şehirde gösterimlere katılıyorum. Çünkü burada bir yandan festivallere gidiyor bir yandan da vizyondaki söyleşilere katılıyorum. Gösterimlere genelde üç nesil geliyor mesela. Ve her nesil kendinden bir şeyler buluyor. Aslında buradaki hissiyat: “Burada bir tarih yarattık gibi!” Çünkü biz buradaki geçmişimizi bilmiyoruz. Çünkü buradaki geçmişimiz okullarda tarih derslerinde anlatılmıyor. Anlatılsa da tabii ki görsel ile anlatmak çok farklı. Burada anlatılsa da çalışma koşullarının zorluğu, ırkçılığa maruz kalma tarafı anlatıldı hep. Türkiye’deki yönetmenler de durumu hep bu açıdan ele aldılar. Ben de bu filmi böyle yapabilirdim. İzleyip boynu bükük çıkardık filmden. Çok üzülürdük. Ve kısa süre sonra unuturduk. Ama ben öyle anlatmak istemedim. Çünkü biz burada yaşıyoruz. Ve burada bir hayatımız var sonuçta. Bu hayatla bir noktada barışmamız gerek. Bu nedenle de mizahla anlatmak istedim. Çalışma tarihimizle değil de normal hayatımız ile bağdaştırmak istedim.
Filmin prolog ve epilog sahneleri üzerine de özellikle konuşmak isterim. Öncelikle tüm jenerik aktıktan sonra seyirciyi karşılayan epilog sahnelerini hep çok sevmişimdirJ Film biter bitmez arkasına bile bakmadan salonu terk eden seyirciyi pişman edecek bir tercih bana çok hınzır gelir. Ama benim asıl sormak istediğim şey başka tabii. Prolog sahnesinde bizi karşılayan İsmet Topçu’nun bir dileğini duyuyoruz. Epilog sahnesinde de film ekibi adeta bir melek gibi bu dileği gerçeğe dönüştürüyor. Topçu, annesinin ve babasının ülkelerinden kalkıp Almanya’ya gelmelerinin ötesine bir hamle yapıyor. Uzaya giderek müziğini sadece ülkeler arası değil gezegenler ötesine taşımış oluyor. Bu anlamda fikir çok dâhiyane. Nasıl ve belgeselin hangi aşamasında İsmet Topçu’nun bu dileğini gerçekleştirmeye karar verdiniz? Nasıl gelişti her şey?
Aslında İsmet Topçu, Almanya’nın ilk çocuk starlarından biri. Önce gitar ile başlıyor. Babası da müzisyen. Ve babası onun klasik müzik eğitimi almasını istiyor. Yani bağlama ile başlamıyor. Çocukken sahneye çıktığı ilk düğünlere gitarıyla çıkıyor. Hani belgeselde diyor ya “Her yerimizden, donumuzdan bile para çıkıyordu.” diye. Gerçekten de çocukken düğünden dönünce annesinin üstünü çıkarırken her yerinden para çıkarmış. O aslında çocukluk anısı. Sonra bağlamaya merak salıyor. O klasik gitar üzerinden bağlamaya geçiyor. Hatta kendi dört telli bağlamasını yapıyor. Bir nevi bağlamayı buzukiye benzetiyor. E tabii bir de elektronik bağlama olunca enteresan bir ses çıkıyor ortaya. Derken kendi tekniklerini geliştiriyor. Bağlama için opera yazmak gibi çılgın çılgın şeyler yapıyor. Orhan Gencebay’a çalıyor. Özellikle seksenli-doksanlı yıllarda Almanya’daki ünü Türkiye’ye taşıyor. Böyle bir geçmişi var. Salt bir düğün müzisyeni değil. Hatta fan grupları oluşuyor. Çünkü İsmet Topçu Bağlaması diye bir şey var. Tüm hayatını buna adıyor. Çocukken onun yaşındakiler sokakta oynarken o on-on iki saat müzik çalışıyor. Ve hayatı boyunca yeni yeni şeyler icat ediyor. Ama bir türlü hayatı boyunca o zirveyi de bulamıyor. Büyük ünü yapamıyor. O da belki Almanya’da olmasından kaynaklıdır. Ailesi burada sonuçta. Burayı da bırakamıyor. Belki Türkiye’de uzun süreli bir sözleşme imzalasa her şey çok farklı olabilirdi. Ama burada mütevazı bir işçi kasabasında yaşıyor. Bize bu Ay hikâyesini anlattığında bir süre sonra filmin o sahne ile başlayacağına karar verdik. Oradan da ilk sahneyi kurguladım. Hatta o ilk sahnede müziğini de icra etse mi diye düşündüm. Fakat sonra ilk sahnede sadece o sorunun olması daha mantıklı geldi. O soru çok da iyi oldu. Filme bir merak oluşturuyor. Ama finale İsmet abiyi koyamazdım. O yüzden aklımıza doksanlı yıllardaki gibi bir kullanım geldi. Neden olmasın dedik. Elbette o sahne olmasa da olurdu. Ama olursa da güzel olur dedik. Ve sonra nasıl yapabiliriz diye düşündük. Aklımıza birçok şey geldi.. En son VR üzerine karar kıldık. Ama program tamamen İsmet abi için sıfırdan yazıldı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında kullanılan bir sığınak var. Şimdi sanat merkezi olmuş. Orayı kiraladık. Daha güzel bir atmosfer olsun diye. Çekim günü giymesi için de ona NASA tişörtü almıştık. Ama İsmet abi o yeşil kıyafeti ile gelince tabii ki bu dedik. VR gözlüğü İsmet abiye önce çok ağır geldi. Ama sonra alıştı. Biz orada tüm gün çekim aldık. Belgeselde olmayan muhteşem anlar var. O gün, çok duygusal anlara ev sahipliği yaptı.
Peki, her anı müzik ile döşeli bu filmde telif meselesini nasıl hallettiniz? Müzikle döşenmiş bir film izliyoruz. Ha röportajlar yapılırken söyleniyor ha arşivden çıkan görüntülerde karşımıza çıkıyor. Mesela kullanmak isteyip de telif nedeniyle kullanamadığınız görüntüler, parçalar oldu mu?
Yine çok şanslıydık. Sadece bir parçada sorun yaşadık. Cem Karaca’nın bir parçasını dâhil edemedik. Çünkü parçanın bestecisinin kızı vermek istemedi, çok büyük paralar istedi. O yüzden onu dâhil edemedik. Pelikan müzik ile çalıştık. Aşk, Mark ve Ölüm biraz da onlar sayesinde oldu. Bu işi çok sahiplendiler. Pelikan Müzik olmasaydı işimiz gerçekten çok zordu.
Adettendir, “Bir sonraki projeniz ne olacak?” diye de sorayım. Yine bir belgesel mi? Ya da Cem Kaya elinden çıkan bir kurmaca fikri de aşırı heyecan verici. Ne dersin? Bir yandan da belgesel için yine en azından beş-altı yılını vereceğini tahmin ettiğim için…
Şu an aslında üç tane proje var. Ve üçü üzerine de çalışıyoruz. Üçü de belgesel. Daha doğrusu biri hibrit format. Ama daha finansman sağlanmadı. Bakalım, tam net olmadan konuşmak istemiyorum. Fakat daha önemlisi ben beş-altı yıldır hiç tatil yapmadım. Hiç özel hayatım yoktu. O yüzden bu seneyi de atlattıktan sonra belki bir üç-beş ay hiçbir şey yapmak istemiyorum. Gerçekten bu işler insanın ömründen yiyor. Kasımda Amerika’ya gideceğiz. Onun ardından birçok festival var. Süreç çok hareketli devam ediyor daha. Belgesel, İsrail’de TV’de gösterildi. Yeni Zellanda’ya ve Japonya’ya satıldı. Şubat ayında da Mubi’ye gelecek. Sonrasına bakacağız.
Çok teşekkür ederim Cem. Hem böyle bir belgeselle bizi buluşturduğun için hem de söyleşi için. Ağzına, yüreğine sağlık. Umarım bambaşka projelerde tekrar buluşur ve söyleşiriz.