Gün geçer, güzelleşir duyulmuş şakımalar;
Duyulmamışlarında daha da güzeli var;
Üstündeki resimde üflenen, duyulmayan
Makamlar işte öyle alımlı, zorlu yaman
Şu güz bilmez ağaçlar altında gelmiş dile.John Keats
Sanat eserinin ölümsüzlüğe düzülen bu mısralar, gerçeklikteki güzelliği vurgularken temsilde daha başka bir güzelliğe dikkat çeker. Ebediyete işlenmiş bu güzellikte gerçekliğin dokunamadığı noktalar vardır Keats’e göre. Asla yok olmayacak, tarih sayfalarında daima nefes alacak, hayata adeta kazınmış bir değer. Ona göre gerçeklik, her zaman sanat eserinin kavuştuğu ölümsüzlüğe hasret duyarken sanatın özündeki ölümsüzlük, insanı insan yapan yegâne unsur olacaktır.
Ölüm ile yaşam, insanın anlam arayışındaki temel diyalektiği ve çatışmayı oluştururken Şükrü Özçevik, kendi ifadeleriyle “tinsel ve maddesel” bir sentez içinde bizleri bambaşka bir yolculuğa davet eder. Berlin Fashion Film Festivali 2022 En İyi Deneysel Film kategorisinde finalistlik elde eden Synthesis (2022), adının altını yoğun ve zengin bir sentezle doldurmuştur. Film, ayrıca Toronto ve Los Angeles’ta düzenlenen Deneysel, Dans & Müzik Film Festivali’nde En İyi Ses Tasarımı ödülünü almış, Los Angeles Fashion Film Festivali Yönetmen kategorisinde finalist olmuş ve Canadian International Fashion Film Festival, London Fashion Film Festival, Balkan Film Food Festival gibi festival seçkilerinde yer almıştır. 3 dakika 15 saniyelik kısa filmin her sahnesi ayrı bir sentezi yansıtırken sonunda ortaya çıkan bütün, insanın doğasını açıklamada etkileyici ve derin bir görsel şölen sunar.
Sentezin parçaları tek bir insanla başlar; ataerkil yaratı hikâyelerine kuvvetli bir alternatif olacak şekilde, bir kadınla. Mitolojide doğa ana Gaia’nın temsil ettiği bu kadın figür, üzerinde yine mitolojik görsellerin bulunduğu bir kimono taşır. Film boyunca Gaia’nın izindeki kadınlar, özel tasarım olan benzer kimonolarla farklı sanat eserlerini ve mitolojik karakterleri yansıtır. Eserlere ilham veren gerçeklikler, sanat eseri hâline gelmelerinden ötürü ölümsüzlüğe kavuşmuşlardır zaten. Ancak kimonolara işlenmeleriyle beraber aynı bünyede canlılığı ve devinimi de barındırırlar. Nitekim Özçevik’in temele yerleştirdiği diyalektik daha ilk başta kendini göstermiştir. Bunun yanı sıra kimonolar, Anadolu toprağının harmanladığı birer tarih panoramasıdır bir bakıma. Sadece tinsel ve maddesel sentezin çok ötesinde, kültürel sentezleri de yansıtmaktadır. Renklerin ve dokuların kültürüyle başlayan bu sentez, Uzak Doğu’da yaygın olan bir giyim türünün Anadolu’ya taşınması, canlı-cansız ayrımını kaldırarak Doğu mistisizmi ile Batı materyalizmini buluşturur.
Hemen ardındaki sahnede, kurgudaki bir diğer hikâye nefes almaya başlar: bir dövme salonu, mitolojiden uçup gelen “anjelik” figürler ve canlı insan derisi. Sanat eserinin insan bedeni üzerine işlenmesi, böylelikle filmin konusunu oluşturan sentezin özünü ve içeriğini farklı bir yönden ortaya koymuş olur. Bir başka açıdan bu sahne, bizleri 3000 yıl öncesine, Uruk kentine götürür. Bir destana mâl olan Gılgamış’ın yolculuğu başından sonuna dek ölümsüzlük arayışı içindir. Bu yolda yaşadığı efsanevi olaylar sonrasında Gılgamış ölümsüzlüğü, tüm yaşam öyküsünü bir taşa kazıdığında bulur. En sade hâliyle söz uçmuş, yazı kalmıştır. Nitekim dövme salonunda gerçekleşenler de binlerce yıllık destanın, günümüzdeki ifadesi değil midir?
Bir sonraki sahnede yine Doğu mistisizminde yer alan geleneklerden kurşun dökme temsilini görürüz. Nazar duaları okunmuş, sıcak kurşun suyla buluşmuş, büründüğü şekillerle kendi öyküsünü dillendirmeye başlamıştır. Bu noktada hikâye anlatıcılığının kadim gücü ön plana çıkar. Hangi tarih veya coğrafyada olursa olsun hikâye, insanın tarihini oluşturan ilk sözdür. Bir damlanın doğumuyla başlayan hikâye de çoğullanarak, artarak, kimi yerde bölünüp parçalanırken kimi yerde bütün gövdeler oluşturarak bir okyanus hâlinde insanlık tarihini meydana getirmiştir. Bireylerin hikâyeleri toplumların destanlarında yansımış, binlerce yıllık insanlık hikâyesi her bir bedende tekerrür etmiştir. Hikâye anlatıcılığının işlevi de her bir damlayı sentezleyerek okyanusu genişletmek, yeni yorumlarla hayatı çoğaltmaktır.
Hemen ardından bir başka sentezin diliyle tanışırız: resim. Tuvalin üzerinde dans eden renkler, sanatçının tuvale vuruş temposu, sahne geçişlerindeki dansçılarla uyum içinde bir ritim yakalar. Her şey devingen, geçişli ve alabildiğine hareketlidir bu dansta. Dansa eşlik eden ezgi ise yine sanatla insan özünü sentezleyen ney’den üflenir kulaklarımıza. Bir erkek ve bir kadın neyzenin nefesleri tek bir çatı altında bir araya gelerek bir yekpare nefes, yekpare ezgi sentezler. Bir tarafta yine insan bedeni ile müzik birleşmiş, diğer tarafta eril ve dişil beden bütünleşmiştir. Özçevik’in yorumuyla burada insanın yedi boğumunu neyin yedi deliği karşılar. Her bir delikten insana özgü bir başka ses, tabiat, anlam fışkırmaktadır. Müzik enstrümanları içinde insan bedenini, müziğin icrasına en çok yakınlaştıran âlet olmasıyla da ney, filmin temasını her anlamda tamamlayan bir sembol olmuştur.
Sahne geçişleri; Nur Niyaz Bildik, Ece Belkıran, Yağmur Bayar, Jülide Oral ve Pırıl Eriten’in sergilediği dans performansıyla sağlanmıştır. Bu danslarda dairesel hareketlerin ve şekillerin ön plana çıkmasına dikkat çekmek gerekir. Zira evrensel hareketten hemen her dinin ibadetine kadar gerek fizik gerekse metafizik alanlarda daire, hareketin temelini oluşturur. Başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktur, böylelikle bir başka ölümsüzlük ifadesi canlandırılmış olur. Bu sonsuz döngüde zaman ve mekân bükülmüş, iç içe geçirilerek “duyulmamış, daha güzel” biçimlere bürünmüşlerdir.
Filmin son sahnesinde karakterlerin her biri objektifle göz göze gelir. Doğrudan insana, izleyicilere hitap eden bu bakışlarda Afrodit’in, Mona Lisa’nın, Liechtensteinlı Leydi’nin, Zeus’un, Üç Melek’in, Kakımlı Kadın’ın ve Medusa’nın gözleri belirir. Görsel yorumun yanı sıra teorik bir okuma yapılacak olursa film, bakışların birbirine dokunduğu bu noktada da postmodernizm ile klasisizm akımlarını bir araya getirmiştir. Sanat, kendi niteliğinin farkındadır; bir ürün olduğunu kabul eder ve bunu içtenlikle kutlar. Öte yandan bu bakışlarda yalnızca günümüz insanının gözü değil, Antik Çağ’dan bu yana insan eli değmiş pek çok eserin bakışı yer almaktadır. İnsanın sanatla bizzat bütünleştiği, sanatın hem kendisi hem de icracısı olduğu bu özel an, filmin de doruk noktasıdır: Her şeyin merkezindeki insan, her şeyin etrafında dönerek bir anlam ve tarih devşirir. Dokunduğu ve can verdiği tüm eserler de yine insanın bedenine oturmuş, onunla nefes almış, “insan”ı yeniden doğurmuştur. Ve doğum, zıtlıklarla ortaya çıkan sentezin en masum, en güzel, en hakiki ve ilk hâlidir.
Müziklerini Mercan Dede’nin yaptığı Synthesis; Doğu ile Batı, insan ile sanat, tin ile ten harmanını günümüz postmodernizmine taşıyan çok katmanlı bir “sentezdir” her şeyiyle. Ülkemizi en güzel şekilde temsil ederek Anadolu kültürünü ve insan özünü objektife taşıyan tüm ekibe teşekkürü borç biliriz.