Rüya mı, gerçek mi? derken bazen rüyanın alabildiğine gerçek göründüğünü vurgular bazen ise gerçek olduğuna inanmakta güçlük yaşadığımız durumların yarattığı şaşkınlığı ya da duraksamayı dile getiririz. Bazı rüyalar hiç bitmesin isteriz, öyle ki kendimizi gerçeklikten koparıp rüyanın içinde kaybolasımız, hiç uyanmayasımız gelir. Tanıdığımız, bildiğimiz anlamdaki gerçek dünyadan zihnin derinlerinde bir yerlerde kol gezen düşlemlerin (çoğu kez pek tutarsız şekillerde) yarattığı cümbüşün içine girerken her şeyin daha berrak, daha anlamlı olduğu hissine kapılabiliriz. Öte yandan öyle şeylerle karşılaşırız ki uyandığımızda çoğunlukla zihnimiz allak bullak olur. Hâlbuki zihnimizin pek farkında olmadığımız bölümlerinden süzülerek bizi etkileyen rüyalar, gerçeğimizin tam da kendisidir.
On Body and Soul (2017) görünürde son derece dingin bir rüyanın içinde buluşan iki kişinin hikâyesini anlatır. Bir kesimhanede finans müdürü olan Endre ile aynı yerde kalite müfettişi olarak işe başlayan Mária’nın yolları, iş yerinde yaşanan bir hırsızlık olayı nedeniyle kesişir. Olayı araştırmak üzere tüm çalışanlarla görüşmeler yapan psikiyatrist, Endre ve Mária’nın aynı rüyaları gördüklerini fark eder. İmkânsız görünen bu durum, Endre ve Mária’nın etkileşimini artırarak birbirlerine gittikçe kuvvetlenen bir şekilde bağlanmalarına aracılık eder.
Macar yönetmen Ildikó Enyedi’nin uzun bir aradan sonra hem yazıp hem yönettiği On Body and Soul, 67. Berlin Film Festivali’nde hem Altın Ayı hem de FIPRESCI ödüllerine layık görülerek büyük beğeni toplamıştır. Pek çok festivalde gösterimi yapılan ve ödül adaylıkları bulunan film, aynı zamanda 90. Akademi Ödülleri’nde Macaristan’ı temsilen Yabancı Dilde En İyi Film ödülüne aday gösterilmiştir.
Her ne kadar rüya görmeyi, bir görüntüyü -neredeyse bir film gibi- izlemek olarak adlandırsak da rüyalar sadece görülenler değildir elbette. Dokunulanlar, işitilenler, hissedilenler, merak uyandıranlar, kaygılandıranlar ve daha pek çoğu bir aradadır rüyalarda. Öte yandan rüyada görülenin ardındaki anlamı aramak insanlık tarihi boyunca süregelmiş, masallara ve inanışlara konu olmuş, kimi zaman uygarlık tarihinin dinamiklerini belirlemiş ve en nihayetinde modern toplumlarda bireyin iç dünyasını anlamanın bir aracısı olarak benimsenmiştir. Psikanalizin öncüsü Sigmund Freud rüyaları geçerli ruhsal olgular yani bir isteğin, arzunun gerçekleşmesi olarak tanımlar. Rüyaların açık içeriğindeki çeşitli sembollerin araştırılmasıyla insanın içsel dünyası hakkında çıkarımlarda bulunulabileceğini, düşlerin yorumunun ise genel psikolojiye ve bilinç dışına açılan kapının anahtarı olduğunu vurgular.[1] Rüya kavramını film çalışmaları bağlamında ele almak ise rüya kuramının içinde geliştiği klinik bağlamdan çıkarak estetik kaygıların şekillendirdiği bir ortama geçmeyi gerektirir.[2]
On Body and Soul, biz izleyicileri ilk planda rüya atmosferiyle karşılar. Sessizliğin hâkim olduğu bu imgede karlarla kaplı bir ormanda sakin adımlarla dolaşan biri dişi diğeri erkek iki geyik vardır: Usulca yağan karın altında, uzun ince ağaç gövdelerinin arasında birliktedirler. Erkek geyik, geride duraklayan dişiyi bekler, yan yana geldiklerindeyse ona sokulur. Sonra yollarına devam ederler. Böylesine pitoresk bir rüya, gerçekliğe dönüş ile kesilir. Açık gökyüzünde parlayan aynı güneşe bakan başkarakterler ile tanışırken gerçeğin can yakıcı atmosferine de giriş yapmış oluruz.
Sol kolunu kullanamayan Endre, bedeninin eksikliği içinde zaman zaman zorlanan ama böyle yaşamaya alışmış bir adamdır. Uzun süredir yöneticisi olarak çalıştığı kesimhane ile evi arasında rutin hayatını sürdürürken iş yerinde çalışmaya yeni başlayan Mária ile tanışırlar. Mária, ilk bakışta çoğu kişiye tuhaf görünen, farklı bir kadındır. Derli toplu ve resmidir, fazla konuşmaz, kurallara uyma konusunda son derece hassastır. Öyle ki o zamana dek göz ardı edilen “ufak tefek” sorunların idare edilmesine kalite müfettişi olarak izin vermez, doğru bildiğini uygular. İşinin gerektirdiği haricinde sosyal ilişki kurmaz, sosyal bağlamı anlamıyor gibi görünür. Verdiği direkt ve duygusal olarak ifadesiz cevaplar diğer insanlarca aslında olduğundan farklı yorumlanır. Hâlbuki Mária, sosyal iletişim konusunda o zamana dek öğrendiklerini titizlikle uygulamak, empati becerisini geliştirmek ve uyum sağlamak için elinden geleni yapmaktadır. Bu beceriler onun için, geri kalan pek çok insan için olduğunun aksine doğallıkla bildiği şeyler değil, zorlandığı konular olmuştur.
Filmde seyrettiğimiz ikinci rüya, bir öncekiyle aynı atmosferde gerçekleşir. Aynı iki geyik, bu kez birbirinden uzakta, birbirini arayan sonrasında ise karın altında yan yana oturarak birbirlerine bakan figürler olarak görünür. Zaman ilerledikçe ve Endre ile Mária’nın iletişimi arttıkça, bu durum rüyalarına da yansır. Geyiklerin ormanda birbirlerini kollamaları, birbirlerine yardım etmeleri, dayanışmaları yerini gittikçe daha yakın ve eşgüdümlü bir beraberliğe bırakır. Öyle ki iş yerinde hayvanlar için kullanılan “çiftleşme tozunun” çalınması olayını araştırmak üzere çalışanlarla ruhsal durumlarına dair görüşmeler yapan bir psikiyatrist, tesadüf sonucu Endre ve Mária’nın aynı rüyayı gördüklerini keşfeder. İlk başta sinir bozucu bir şaka veya en iyi ihtimalle bir hayli düşük olasılıklı bir rastlantı olduğu düşünülen bu durum, Endre ve Mária’nın yakınlaşmasına vesile olur. Bu yakınlaşma, aynı rüyalarındaki gibi sakin, özenli ve çekingen bir yakınlaşmadır. Rüya zamanı ile gerçeğin zamanının çakıştığı bu noktada ruhunun farkına varan bedenler, her ikisi arasında bir denge kurmanın peşine düşerler. Endre, kendi deyişiyle hızlı yaşamıştır ve tecrübeli olduğunu düşünür, ama reddedilmekle baş etmek onun için güçtür. Mária ise arzularını yeni yeni fark etmiştir ancak onları eyleme dökmek, özellikle de fiziksel temas konusundaki sınırlarını genişletmek için zamana ve çalışmaya ihtiyaç duyar.
On Body and Soul’da tercih edilen üç temel mekânın her birinin, karakterlerin var oluşlarıyla ilgili farklı işlevleri olduğunu söyleyebiliriz. Rüyaların geçtiği sınırları belirsiz orman, ruhsallığı -diğer bir deyişle zihinselliği- temsil eder: Orada bir bedende olmanın gerçeklikte olduğu gibi belirgin sınırlılıkları veya sonuçları yoktur. Tümüyle bir akış içerisinde, sözsüz ve imgelerin hüküm sürdüğü bir alandır burası. Kesimhane ise gerçek dünyanın ta kendisidir: Acımasız, keskin, nedenlerin sonuçlarla ilişkisinin açık olduğu bir yer. Öyle ki kesilen, parçalanan, kanı boşaltılan, derisi yüzülen hayvanların yer aldığı sahneler, bizi gerçeklerle, en çok da bedenin ölümlülüğü gerçeğiyle yüz yüze getirir. Filmde önemli olan bir diğer alan ise yemekhanedir. Burası karakterlerin sosyal anlamda iletişim kurma çabalarını sürdürdükleri, “sözel” olanın yaşandığı yerdir. Pek çok önemli diyalog burada gerçekleşirken iştahın ve yeme eyleminin gözle görülür şekilde dürtü doyurucu özelliği de dikkati çeker.
Gerek rüyalarda geyiklerin gerekse gerçeklikte karakterlerin yüzlerine yapılan yakın çekimler, ikili arasındaki ilişkinin gelişimini yüz ifadelerinde izleyebildiğimiz bir hat hâline gelir. Kesim sahnelerinin vahşetiyle genellikle pastel renklerin tercih edildiği alanlarda bir araya gelen karakterlerin sahnelerinin dinginliği arasındaki tezat, Mária’nın acı duygusunu hissetmek adına bileğini kestiği sahneyle dağılır. Yaşamda, “normal” diye adlandırılan ortalama insan görünümü, karakteri ve davranış örüntülerine sahip olmanın bir avantaj olup olmadığı tartışılabilir; ancak Mária’nın rüyasında tanıştığı Endre ile birlikte olmak adına arzu ettiği değişim insanın sınırlarını ne denli zorlayabileceğinin yüreklendirici bir örneğidir.
Rüyaların, gerçekleri anlamaya giden yolda irdelenmesi gereken sembollerle dolu olduğu ve gerçeklerin bazı anlamları ancak rüyalarda bulduğu, On Body and Soul’da öylesine içtenlikle ve yumuşak bir tonda ele alınır. Peki, ya Mária’nın sorusuna gelince, iki farklı insan aynı rüyayı görebilir mi? İki insanın zihninin tamamen aynı olması mümkün değil ise, bu soruya verilecek yanıt da öngörülebilir. Tam da bu yüzden On Body and Soul, gerçek ile olasılık dışı olanın sınırlarında gezinen fantastik bir film olmaktan çok rüyanın sembolizasyon işlevini üstlenen bir yapıt olarak karşımıza çıkmaktadır. Filmlerin ürettiği imgeler, zihnin çoğunlukla bilinçli görünen ama bilinç dışı süreçlerin daimî etkisi altında işleyen yaratım olgusunun ürünleridir. Filmde bir rüya yaratılmış, sonra iki insan bu rüyaya ortak edilmiştir. Rüyalar gerçek-dışılıktansa gerçeğe dair bir umut, arayış, arzuların ya da belki de ideallerin bir tezahürü olabilecek birer düşünce biçimidir. Öyle ki filmin son sahnesinde arzu doyuma ulaştığında, rüya da görevini tamamlamış ve ortadan kaybolmuştur.
[1]Rüyaların Yorumu, Yaz. Sigmund Freud, Çev. Dilman Muradoğlu, Say Yayınları, 5. Baskı [2]Filmler ve Rüyalar, Yaz. Thorsten Botz-Bornstein, Çev. Cem Soydemir, Metis Yayınları, 3. Baskı