1980’ler ve öncesi, ABD’de ve tüm dünyada LGBTİQ+ bireylerin görmezden gelindiği yıllardır. Sadece gerçek hayatta değil hayatın bir tasviri olan çoğu alanda da yok sayılan bu bireyler; filmlerde, sahnelerde, televizyonda ve daha birçok alanda kendilerine yer bulamaz, zaman zaman temsil edildiklerinde ise sıklıkla karikatürize edilirlerdi. Seksenler, günümüzde artık sadece bazı geri kalmış ülkelerde uygulanan Sodomi Yasaları’nın[1]o dönemin ABD’sinde tam anlamıyla uygulandığı, her eşcinsel bireyin HIV pozitif veya AIDS olarak yaftalandığı, Afro-Amerikan ve Latin Amerika kökenli bireylerin ötekileştirilmiş kimi gruplar tarafından bile ayrımcılığa uğradığı bir dönemdir. Aynı zamanda Reagan dönemi ekonomi politikalarının alt sınıfı daha da çaresiz bıraktığı, muhafazakârlığın iyice güçlendiği bir ortam hâkimdir. ABD’de LGBTİQ+ bireylerin toplumun her alanında şiddete uğradığı ve hedef gösterildiği bir korku ortamı hâkimdir. Nihayetinde bu baskı ortamı neticesinde 1969 yılında yaşanan Stonewall Inn adlı gay bara polis tarafından yapılan baskının ardından yaşanan isyan hareketi büyüyerek dalga dalga yayılmıştır.
Stonewall İsyanları [2]; zamanla LGBTİQ+ bireylerin haklarını savunan birçok grubun ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Özellikle AIDS’in oldukça büyük bir tehdit olmasının ardından ACT UP’ın (AIDS Coalition to Unleash Power) [3] kurulmasıyla LGBTİQ+ bireyler sinip saklanmaktansa ortaya çıkmaya, mücadele etmeye ve direniş sergilemeye başlamışlardır. Bu direnişler; kimi zaman ACT UP’ın yaptığı gibi alanlarda ve çoğunlukla da oldukça sert olabildiği gibi kimi zamanda bir balo salonunun içinde oldukça renkli bir tarzda da olabilmekteydi.
Bu yazının odağında da direnişi, balo salonlarında gösterenlerin hikâyesinin belgelendiği Paris is Burning (1990) var.
Belgeselin kayıt aldığı; New York’un Harlem bölgesinde Afro-Amerikan ve Latin kökenli trans ve gay bireylerin yeniden yarattığı balolar, sadece dönemin trans bireyleri değil aynı zamanda ayrımcılığa uğrayan birçok kesimi için de nefes alacak bir mecra olmuştur. İçeriye girdiklerinde kendilerini dışlanmış, ötekileştirilmiş hissetmeyecekleri, heteronormatif toplum tarafından yansıtıldığı gibi ‘anormal’ olmadıklarını anlayacakları bir mecra… Kapının diğer tarafına geçtiklerinde özgürleşip, büyüyecekleri, ayakları yere daha sağlam basan; kim olduğunu ve ne olmak istediğini bilen birer yetişkin olacakları, korunup kollanacakları, desteklenip dayanışacakları, başarılı olmalarına, denemelerine izin verilecek alternatif bir dünya yaratacakları ve en önemlisi dilinden, kurallarına, modasından, eğlence anlayışına kadar baştan aşağıya yeni bir kültür yaratacakları bir oluşumdur drag balolar. Tıpkı Alice’in tavşan deliğinden yuvarlandıktan sonra ulaştığı gibi bir dünya…
Kendini Yüzde Yüz Doğru Hissetmek Ya Da Hissetmemek, İşte Bütün Mesele Bu!
“Oraya gitmek sanki Harikalar Diyarı’na gitmek gibi. Oraya gidiyorsun ve kendini gay olarak yüzde yüz… doğru hissediyorsun.”
Paris is Burning isimli belgesel filmin yönetmeni Jennie Livingston’un röportaj yaptığı kişilerden biri bir yerde yukarıdaki cümleyi kuruyor. Livingston’ın film boyunca yapmaya çalıştığını da aslında özetliyor. Zira Harikalar Diyarı’ndan kasıt, Harikalar Diyarında Alice’nin Maceraları (1865) eserinde Alice’nin tavşan deliğinden düştükten sonra ulaştığı dünyadır. Lewis Carrol’un İngiltere kraliçesi Victoria’nın döneminde yazdığı ve tüm zamanların üzerine en çok tartışılan, konuşulan, hakkında birçok uyarlama yapılan, döneminin öncü çoğu sanatçısına esin kaynağı olan Harikalar Diyarında Alice’nin Maceraları; masalsı bir fantezi romanıdır. Carrol; döneminin çok ilerisinde bir roman yazmış, kız çocuklarına olan bakış açısını değiştirmiş, simgeler üzerinden tüm sistemi eleştiri oklarının hedefi yapmıştır. Ama en önemlisi Carrol’ın romanı fantezi türünde yazması hayranlık uyandıran bir tercih olmasıdır. Zira Carrol, yarattığı alternatif dünya sayesinde ‘ideal dünyada’ “Olmaz, yapamazsın!” gibi daha nice ifadelerle yasaklanan şeyleri gerçek kılar. Fantazma, en basit hâliyle; bilinçli istekleri dile getiren hayal ürünü tasarım olarak tanımlanabilir. Fantazmagori ise eski Yunanca ‘aldatıcı görüntü’ anlamına gelmektedir. Walter Benjamin ise aynı terimi, modern insanın içinde bulunduğu durumu tanımlamak için kullanmıştır. Benjamin, eğlence endüstrisinin içerisinde tüketerek şahane bir hayat yaşadığı yanılsamasına kapılan modern zaman insanının kendine yabancılaşması olarak tarif etmiştir.
Filmin konusuna gelecek olursak; Jennie Livingston’ın altı yıl gibi uzun bir sürecin sonunda tamamladığı Paris is Burning; toplum dışına itilmiş bireylerin katıldığı drag balolara ve bu baloların bir nevi mimarı olan bireylerin hayatlarına odaklanıyor.
1920’li yıllarda beyaz trans bireylerin tekelinde olan ve daha çok moda yönü ağır basan temsillerin hâkim olduğu kültür, altmışlı yıllardan itibaren beyaz olmayan bireylerin kendi balolarını yaratmasıyla bambaşka bir yöne evrilir. Zira çoğunluğu trans bireylerden oluşan drag’ler bile siyah ve beyaz olarak ayrışmış durumdadır. Livington’un odağına aldığı daha geniş bir topluluğa hitap eden ve daha özgürlükçü olan bu balolar ise seksenlerde ve doksanlarda adeta altın çağını yaşamıştır. Belgesel, drag baloların yapıldığı salonların önünden içine, oradan da evlerin anneleri ya da bireyleriyle yapılan röportajlardan sahnedeki mücadelelerine kadar birçok şeye seyirciyi tanık eder. Bir yandan da sahne geçişlerinde kullanılan görüntülerle hâkim dünyadaki topluluğun yaşantısını dönemin popüler dizileri, dergi kapakları ya da reklamları vasıtasıyla takip etmemizi sağlar. Böylece iki farklı dünya arasındaki ayrışmayı net bir şekilde gözler önüne sermiş olur.
Modern İnsanın “İdeal” Dünyasına Karşı Alternatif Bir Fantazmagorinin Doğuşu
Bu iki farklı dünya üzerinden tekrar fantazmagori terimine Harikalar Diyarında Alice’nin Maceraları romanına geri dönerek aradaki benzerliği kolaylıkla ifade edebiliriz. Romandaki ‘ideal dünya’ ile belgeselin çekildiği dönemde ABD’deki ‘ideal dünya’, Alice’nin tavşan deliğinden düştükten sonra ulaştığı dünya ile drag baloların yapıldığı salonun kapısından geçtikten sonra ulaşılan dünya arasında büyük benzerlikler vardır. Bir yanda gerek İngiltere’nin Victoria Dönemi gerekse doksanlar ABD’si diğer yanda gerek Carrol’un yarattığı fantazmalar dünyası gerekse renkli LGBTİQ+ bireylerin yarattığı performans dünyası olsun durum değişmez. Bu iki dünya arası oldukça geçirgen ama bir o kadar da görünmeyen kalın duvarlarla örülüdür. Bir tarafta sadece beyaz, seçkin, heteroseksüel, varlıklı bireylere sunulan imkânlar dünyası (Bu Benjamin’in modern hayat içerisinde yabancılaşan bireyleridir) diğer tarafta ise herkese ve her şeye imkân tanıyan bir dünya vardır. Alice, nasıl ki ‘ideal dünya’da ona izin verilmeyen, kız çocuğu olduğu için doğuştan men edilen birçok şeyi fantazmalar dünyasında olabiliyorsa draglar da drag balolarında yani kendi yarattıkları alternatif fantazmagori dünyasında heteronormatif dünyada men edildikleri her şeyi olabilmekte ve üstüne üstlük ucube veya hastalıklı biri olmadıklarını da anlamaktadırlar.
Alice; tavşan deliğinden çıktığında büyümesini tamamlamış, özgür bir yetişkin olmuştur. Aynı şekilde balolara katılan insanlar da öyledir. Onlar ki kesinlikle kim olduğunu, nasıl yaşamak istediğini bilen bireylerdir. Sahnede farklı görünseler de günün sonunda olduğu gibi yaşantılarına devam ederler: hem de daha emin bir şekilde. Heteronormatif dünyada birçok insan olduğundan farklı görünür. Kendiyle barışık değildir ya da ötekileştirilmemek için tüm hayatını bir yalan üzerine kurar. İşte drag balolar, koca bir yalanın içinde yaşayan ‘ideal’ topluma da bir ayna tutar aslında.
Varolmanın Dayanılmaz Kapsayıcılığı
Paris is Burning, dönemin drag balolarının sadece bir eğlence ya da direniş hâli olmaktan çok daha önemli bir misyonu yerine getirdiğini gözler önüne serer. Bu balolara katılanlar, sadece cinsiyet anlamında değil birçok açıdan ötekileştirilmiştir. Siyah, yoksul ve straigh olmayan bireylerin anaakım dünya tarafından ne kadar köşeye sıkıştırıldığını ve bu nedenle de bu ötekileştirilmiş bireylerin kendilerine yeni bir dünya icra ederek yaşamaya devam ettiğini görürüz. Bu ötekileştirilmiş bireyler, anne ve babadan oluşan biyolojik aile yerine kucaklayıcı aileler, biat edilmesi istenilen hâkim dünya yerine özgürlükçü bir toplum yaratır. En önemlisi ise o toplumda herkes istediği her şeyi olabilme hakkına sahiptir. 1960’lardaki bu drag balolardakiler; 1920’lerdeki gibi sadece ‘ideal’ vücut ölçülerine sahip bireyler olarak revü kızları gibi topuklu ayakkabılarla ve tüylü kıyafetlerle şov yapmazlar. Livington’un kamerasıyla gezindiği drag balolarda her renkten, her cinsel yönelimden ve her vücut ölçüsünden olan bireylere uygun roller vardır. Daha doğrusu beyaz-heteronormatif dünyadaki tüm kimlikler temsile açıktır: asker, polis, liseli kız, varoş, iş insanı ve daha nicesi…
Livingston, henüz gencecik bir yeni mezunken girdiği dünyayı bir yandan kendi tanırken bir yandan da her şeyi öğrenen, meraklı gözünden kayıt almıştır. Yönetmen her ne kadar yıllarını drag balolarda ve o alt-kültürü inşa eden insanlarla birlikte geçirse de her zaman bir profesyonel olarak kayıt alır. Asla odağındaki bireylerin arkadaşı gibi davranmaz. Hatta onun bu mesafeli duruşu, kimi çevrelerce eleştiri konusu bile yapılmıştır. Livington’ın bu meraklı ve gözlemci kamerasından izlenilen drag baloları, tüm detaylarıyla öğrenirken bir yandan da henüz o dünyanın içine tam olarak girmemiş ama bunun hayalini kuranları ve o dünyanın gediklilerini özel hayatlarındaki ortamlarında dinlemek mümkün olmaktadır.
Sözcüklerin Gücü Adına Güç Bizde Artık!
Drag baloların yapıldığı salonun dışındaki bu bölümlerde jargona, terimlere, kurallara tam olarak vakıf olunuyor. Örneğin; drag balolara katılarak yarışan aileler, bu ailelerin anneleri ve bu ailelerin nasıl bir ilişki içinde olduğunu veya süpürme, okuma, gölge, vogue (bu terimlerin Mubi’deki çevrimleri daha farklı yapılmış) gibi terimlerin anlamı öğreniliyor. Zira hâlâ Sodomi Yasaları’nın uygulandığı bir dünyada ötekileştirilmiş bireylerin hayata tutunması adına bir nevi stigmotivasyonu [4] hayata geçirmeleri tam olarak bunlarla mümkün olmaktadır. Mesela dil… LGBTİQ+ bireyler; gerek eril iktidarın onlara hakaret olarak doğrulttuğu terimleri alıp sahiplenmeleriyle gerek balolarda kullandıkları, kendi yarattıkları alt-kültüre ait ve sadece onların lügatinde olan terimleri yaratmalarıyla veya atanmış cinsiyetlerine inat hissettikleri cinsiyeti, biyolojik aileleri yerine kendi seçtikleri alternatif aileleri, para kazanmak için yaptıkları işe paralel yapmak istediklerini yaptıkları bir dünya yaratmalarıyla stigmotivasyonu ustalıkla uygulamışlardır.
Velhâsılıkelâm New York’un arka mahallelerine itelenmiş LGBTİQ+ bireylerinin hayata tutunma, alternatif bir dünya yaratma, direniş sergileme hâlinin belgeselidir Paris is Burning. Tüm o dünyanın bireylerinin farklı farklı kategorilerde giyinip sahnede yürümeleri, eril dünyanın kurallarına nanik yapmaları, dayatılan cinsiyet rollerini, ‘ideal’ yaşamı ters-düz etmeleri bir direniş, bir karşı duruş değil de nedir? Onlara hakaret olarak kullanılan unvanları bir direniş ifadesine dönüştüren, itelendikleri arka mahalleleri şehrin en göz alıcı yerlerinden biri hâline getiren, adeta Alice’in içtiği iksirin veya yediği kekin yarattığı etkiyi yaratan bu alt-kültüre ait tarihe not düşülmüş bu benzersiz belge, Onur Ayı’na özel olarak Mubi kataloğuna eklendi. Paris is Burning’i izledikten sonra draglara ve drag balolarına ait öğrendiklerinizin tadı damağınızda kaldıysa her şeyi kurmaca bir yerden anlatan ve şu an Netflix kataloğunda bulunanPose dizisini de şiddetle öneririm.
[1]Sodomi Yasaları, cinsel eylemleri belirli normlara aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklayan ve cezalandıran yasalardır. Bu eylemler arasında genellikle anal seks, oral seks ve eşcinsel ilişkiler yer alır.
[2]Stonewall Olayları, 28 Haziran 1969’da New York City’deki Stonewall Inn adlı gay barında başlayan ve LGBTQ+ hakları hareketinin önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilen protesto ve isyanlardır.
[3]ACT UP (AIDS Coalition to Unleash Power), HIV/AIDS krizine karşı etkili politikalar geliştirmek ve bu hastalığa dikkat çekmek amacıyla 1987 yılında New York City’de kurulan bir sivil haklar organizasyonudur.
[4]Stigmotivasyon, bireylerin yaşadıkları toplumsal damgalamaya (stigma) karşı motivasyon geliştirmeleri ve bu motivasyonla hareket etmeleri sürecini ifade eden bir kavramdır. Bu kavram, özellikle azınlık grupları, marjinalleştirilmiş topluluklar veya belirli bir nedenden dolayı toplumsal dışlanmaya maruz kalan bireyler için geçerlidir. Stigmotivasyon, bu bireylerin karşılaştıkları olumsuz etiketlemeler ve ayrımcılıkla başa çıkmak için motivasyon ve dayanıklılık geliştirmelerini içerir.