The Hypnosis (2023), yüzeyde oldukça tanıdık bir hikâye sunar: Bir kadın, özgürlüğünü yeniden tanımlamak istemektedir ancak çevresi bu değişime pek sıcak bakmaz. İşte bu hikâye, özgürlüğün ve bireyselliğin ön planda olduğu İskandinavya gibi bir toplumda anlatıldığında çok daha ilginç bir hâl alır. Ernst de Geer’in ilk uzun metraj filmi, The Worst Person in the World (2021) ve Sick of Me (2022) gibi filmlerle tematik bir yakınlık kurarken izleyiciyi rahatsız etmekten geri kalmaz.
Vera ve André, hayli uyumlu bir çift olarak karşımıza çıkar. Toplumun her türlü beklentisini karşılayan, iyi eğitimli ve sağduyulu girişimci bir çift olarak kadın sağlığına yönelik bir uygulama geliştirirler. Özellikle gelişmemiş ülkelerde kadınların menstrüasyon, doğurganlık ve hamilelik konularında bilgi sahibi olmasını hedeflerler. Shake-Up isimli bir etkinliğe katılır ve sponsor arayan diğer girişimcilerle bir yarışın içine girerler. Bu etkinlikteki girişimcilerin tümü kalkınma politikaları olan iklim değişikliği, su krizi ve cinsiyet eşitliği gibi konularda geliştirdikleri projelere yatırımcı aramaktadır. Vera ve André başta olmak üzere girişimcilerin, gelişmemiş ülkeleri odağına alarak geliştirdikleri uygulamalar, aslında Batı’nın kendini “kurtarıcı” olarak konumlandırdığı eski hikâyenin yeni bir versiyonudur.
Tıpkı, Batı’nın Doğu üzerindeki kontrol ve şekillendirme çabası gibi Vera’nın annesi, zenginliği ve otoritesiyle Vera’nın hayatına sürekli olarak müdahale eder; bu çerçevede ona “en doğru”yu gösterme çabası içindedir. Vera’nın annesiyle olan ilişkisindeki nüanslar, ne kadar görünmez iplerle başkalarına bağlı olduğumuzu güçlü bir şekilde hissettirir. Annesinin sunduğu “mükemmel” sınırlar, aslında Vera’nın kendi isteklerini, doğrularını ve sınırlarını keşfetmesine izin vermeyen, onun üzerinde sürekli bir baskı oluşturan görünmez bir kontrol aracıdır. Bu etkiyi, Andre’nin “Annene kafa tuttuğunu görmek çok güzel.” sözlerinden anlayabiliriz. Böylece, annenin kontrolcü tavrı, bireysel özgürlüklerin ön planda tutulduğu ülkelerdeki baskıcı ve şekillendirici geleneksel kodları işaret eden önemli bir figür hâline gelir. Bireyi kontrol etmeye çalışan, onun özgürlüğünü sınırlandıran her türlü otoriteyi temsil eder.
Filmin görsel dili, karakterlerin görünmez sınırlarını hissettiren soğuk ve minimalist bir yaklaşımla desteklenmektedir. Bu soğuk renk paleti, modern İskandinav toplumunun yüzeydeki kontrol etme arzusunu yansıtmayı başarır.
Vera’nın tütün bağımlılığından kurtulmak için başvurduğu hipnoterapi seansı, onun yalnızca sigaradan değil, aynı zamanda tüm görünmez toplumsal sınırların etkisinden kurtulma sürecini başlatır. Hipnoz, burada bir metafor olarak ele alınır ve bireyin kendisini baskılayan her türlü sosyal ve kişisel sınırı aşmasını simgeler. Hipnoz sahnesi, kısa bir sahne olmasına karşın film boyunca varlığını hissettirir. İzleyici, bir tür beklenti ve gerilim içinde Vera’nın geçirdiği değişimleri gözlemlemeye başlar. Hikâyenin yönünü değiştiren bu kırılma ânı, filmin temel çatışmasını oluşturur. Vera artık ne Andre’nin ne de annesinin alıştığı “uyumlu” Vera’dır.
Shake Up’taki kaynaşma etkinliği sırasında Vera’nın sınırları zorlayan ve cesurca kendini ifade eden tavırları başlarda takdir toplar. Ancak zamanla Vera’nın değişimi, topluluk için “kabul edilebilir” sınırları aşmaya başlar. Film, burada toplum ve birey arasında ince bir gerilim kurarak seyirciyi tetikte tutar. Nitekim toplum, bireyin özgünlüğünü desteklese bile aslında sessiz bir şekilde belirli bir uyumluluğu talep eder.
André karakteri ise bu uyumluluk talebinin en somut temsilcilerinden biri. Vera’nın yeni ve daha cesur tavırları, André’nin güvenini sarsarken onun kendi sosyal statüsüne olan bağlılığının daha da açığa çıkmasına sebep olur. André, Shake-Up etkinliğinin lideri Julian’ın gözünde “yeterli” bir statü kazanma arzusuyla kendini daha fazla gösterme çabasına girer. Yönetmen, André’nin kabul görme isteğini alaycı bir üslupla işler ve bireyin toplumun onayını almak için kendini nasıl eğip bükmeye çalıştığını gözler önüne serer.
Çift arasındaki gerilim, Vera’nın hayali bir köpeğin varlığını oynamasıyla zirveye taşınır. Feminist bir girişimin ortak kurucularından olan André, sonunda Vera’yı devre dışı bırakacak hamleler yapar. Bu noktada film, komedi unsurlarından uzaklaşır ve tonunu değiştirir. Vera ve André arasındaki çatışmalar, diyaloglar üzerinden etkili bir şekilde işlenmiştir. Vera’nın doğrudan, keskin ve süzgeçsiz dili, onun kimlik arayışındaki netliği temsil ederken André’nin dolaylı konuşmaları, onun sosyal statü kaygısını ve kendine olan güvensizliğini ele verir.
Filmin en takdir edilesi yanı, izleyiciye “başkası adına utanma” gibi güçlü bir his yaşatmasıdır. Hepimizin içinde yer eden, toplumun onayını almak ve “düzgün görünme” kaygısını Vera’nın başkaldıran uyumsuz davranışları ve Andre’nin kırılma anları üzerinden eğlenceli, ironik ama aynı zamanda acı verici bir şekilde sorgular. Bu sayede film, klasik bir temayı yeniden canlandırarak beklentilerinin ötesine geçer.
Final sahnesi, izleyiciyi topluma uyumlu bir yaşam sürmenin beraberinde getirdiği yabancılaşma ve kopma korkusuyla yüz yüze bırakır. Annesinin arkadaşlarıyla çevrili yemek masasında otururken Vera’nın sıkışmışlık duygusunu hissetmek oldukça çarpıcı bir sondur. Burada, toplumun bireyi ‘yardımsever’ ve ‘bilinçli’ olmaya zorlayan beklentisi vurgulanır. Tam o noktada, André’nin, Vera’yı sevdiğini göstermek için tüm statü kaygısını bir kenara bırakarak yaptığı eylem, aslında bireyin toplumun dayattığı kalıpları kırma arzusuna dair umut dolu bir mesaj verir. André’nin toplumun tüm kurallarını altüst eden eylemi, izleyicide güçlü bir iz bırakır: Kendimize yabancılaştıktan sonra tüm bu uyum çabalarının ne anlamı kalır?