Adalet gerçekten var mıdır yoksa güç odaklarının yarattığı bir yanılsamadan mı ibarettir? Selman Nacar, Tereddüt Çizgisi ile izleyiciye çözülmüş bir hikâye değil, çözülmeyi bekleyen bir düğüm bırakır. Yüzeyde bir adalet arayışının hikâyesini anlatırken derinlerde çok daha geniş bir toplumsal eleştiriyi yansıtır. Film, seyirci için hem rahatsız edici hem de kaçınılmaz bir yüzleşme imkânı sunar.
2021 yılında İki Şafak Arasında filmiyle yılın en dikkat çeken yapıtlarından birine imza atan yönetmen Selman Nacar, ikinci uzun metraj filminde yine sınıf meselesini ve adalet terazisini derinlikli bir bakışla ele alır. İki Şafak Arasında ile aynı evrende geçen Tereddüt Çizgisi, Erdem Şenocak’ın aynı avukat rolüyle izleyiciyi tanıdık bir dünyaya çeker ve bu bağ, iki film arasında tematik bir süreklilik oluşturur.
Avukat Canan, adaletin peşinde koşan ve cesaretiyle toplumsal statükoya meydan okuyan bir karakter olarak karşımıza çıkar. Küçük bir kentte, toplumsal baskının ve güç odaklarının her şeye yön verdiği bir ortamda suçlanan bir işçiyi savunmayı seçer. Üstelik bu sıradan bir dava değildir; kentteki güçlü çevrelerin çıkarlarını korumak için bir günah keçisine ihtiyaç duyduğu açıkça bellidir. Canan, bu adaletsiz düzeni görür ve hem mesleki hem de insani bir sorumlulukla davanın peşine düşer.
Filmin merkezinde yer alan Canan, iyi eğitimli ve boyun eğmeyen bir kadın olarak hem avukatlık mesleğinde adalet arayışı içinde mücadele ederken hem de bitkisel hayattaki annesine bakan bir evlat olarak yaşamının farklı cephelerinde tek başına savaş vermektedir. Bu çok yönlü çatışma, karakterin toplumsal ve kişisel sınavlarını derinleştirirken aynı zamanda filmi duygusal ve düşünsel olarak zenginleştiren bir katman sunar.
Canan’ın mücadele ettiği sistem, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda kültürel ve ideolojiktir. Hikâyedeki Anadolu şehri, “herkesin her şeyi bildiği” ama kimsenin sesini çıkarmadığı bir yer olarak karşımıza çıkar. Yönetmen, ilk filminde olduğu gibi ikinci filminde de hikâyesini Uşak’ta konumlandırır. Bu yerseçimi, insan ilişkilerine dayalı toplumsal düzeni ve yerel güç dinamiklerini derinlemesine ele almak için bilinçli bir tercih olarak öne çıkar. Film, taşra dinamiklerini tanıdık bir çerçevede sunar ve herhangi bir derinlik katmaz.
Canan, yurt dışında edindiği özgürlük duygusu ve yeni bakış açılarıyla Uşak’a dönmek zorunda kalınca kendini sınırlanmış ve kapana kısılmış hisseder. Kentin sakin yapısı, onun için bir huzur kaynağı olmaktan ziyade hayallerini gerçekleştirme yolunda bir engel gibi görünmektedir. Uşak’ın tanıdık atmosferi, Canan için gelişimini ve kimliğini ifade etmesini zorlaştıran bir yerdir. Filmde kullanılan ışık ve renk paleti; hastanenin donuk sterilitesini, mahkemenin katı ciddiyetini ve küçük kentin durağanlığını çarpıcı bir şekilde işlerken ana karakter Canan’ın sıkışmışlık hissini etkili bir şekilde yansıtmaktadır. Öte yandan, güçlü oyunculuklara rağmen gerçeklikten uzak diyaloglar filmin genel etkileyiciliğini baltalamaktadır. Bilhassa doktor sahnesi örnek olarak verilebilir.
Davanın konusu olan, “patron ve işçi arasındaki çatışma” ekonomik ve toplumsal adalet arayışındaki süreklilik arz eden sorunları simgeler. Emek ve sermaye arasındaki dengesizliğin, hukuki süreçlere nasıl yansıdığına dair güçlü bir eleştiri niteliği taşır. Hukukun tarafsız bir mekanizma olmaktan çıkarak güç sahiplerinin çıkarlarını pekiştiren bir araç hâline dönüşmesi, toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesini gözler önüne serer. Film, bu bağlamda bireyin hak arama çabasının sistematik olarak bastırıldığı düzeni ifade eder.
Film, Nietzsche’nin adaletin kökenine dair felsefi sorgulamalarını hatırlatırken güç ve hak arasındaki ilişkiye cesur bir şekilde odaklanır. Nietzsche’ye göre adalet, güç dengelerinin bir ürünüdür. Güçlülerin kendi çıkarlarını korumak ve güçsüzleri kontrol altında tutmak için yarattığı bir araç ve bir egemenlik biçimidir. Filmde bu fikir, küçük bir kasabanın güç odaklarının adaleti manipüle ederek kendi konumlarını nasıl pekiştirdiği üzerinden somut bir şekilde işlenir. Fakat Selman Nacar, filme başka bir boyut katar. Adaletin maddi güce bağımlı hale geldiği bir bağlamda, bireylerin kararları, sistemin dayattığı çıkar odaklı normlar çerçevesinde şekillenir. Bu sınırlar, zamanla bireyler tarafından yalnızca kabul edilmekle kalmaz, içselleştirilir ve hatta meşru birer davranış olarak görülmeye başlanır. Kapitalist düzen, etik ve vicdanı, bireyin hayatta kalma mücadelesinde birer lüks olarak görmeye zorlar. Canan’ın organ pazarlığı gibi bir karar alması, tam da modern kapitalist düzenin birey üzerinde yarattığı baskının bir yansımasıdır. Annesinin organlarını bir dava kazanmak uğruna teklif etmesi, adaletin paraya ve pazarlığa dayalı işlediği bir dünyada, etik ve vicdanın nasıl sistematik olarak değersizleştirildiğini gözler önüne serer. Film, bireyin umutsuz bir şekilde sistemle uyumlanmaya çalıştığı bir çıkmazı işaret eder.
Sosyal öğrenme teorisinin öncülerinden Alber Bandura’ya göre; birey, etik dışı davranışlarını haklı göstermek için kendi içinde gerekçeler ürettiğinden bahseder. Canan, “adaleti sağlamanın başka bir yolu yok!” düşüncesiyle etik dışı bir davranışı haklı bir amaç uğruna yapılmış gibi rasyonalize eder. Bunu Canan’ın bireysel yenilgisi olarak okumak meseleyi basite indirgemek olur; çünkü bu durum yalnızca kişinin ahlâki zaafını değil, kapitalist düzenin bireyi kendi değerlerine yabancılaştırarak yeniden şekillendirme gücünü gözler önüne serer.
Tereddüt Çizgisi, adaletin tamamen meta hâline geldiği, insan onurunun etik değerlerden sıyrılarak piyasa kurallarına entegre edildiği korkunç bir tabloyu ortaya yansıtmaktadır. Bu durumun kökeninde, kapitalizmin bireyi sürekli olarak “kazanan” veya “kaybeden” kategorilerine zorlaması yatmaktadır. Güç ve para, bireylerin yaşamını kontrol eden anahtarlar hâline gelince insanlar bu sistemde hayatta kalabilmek için etik değerlerini feda etmek zorunda kalır. Canan da bu paradigmanın bir ürünüdür.
Selman Nacar, tartışmaya sunduğu konuya ilişkin toplumsal bir çözüm sunmaz, dahası umut da vermez. İzleyiciyi karakterlerin seçimlerini ve bu seçimlerin arkasındaki toplumsal dinamikleri anlamaya davet eder. Böylece, klasik anlatı yapısının dışına çıkan entelektüel bir sinema dili yaratmayı başarır.