Onur Doğan 1991 doğumlu, Radyo, Sinema ve Televizyon mezunu genç bir yönetmen. Kısa filmin belki de en zor türü olan korku-gerilim türünde C.O.D (2017), Reddedilen (2019) ve Bomba (2024) adında bugüne kadar çektiği üç adet filmi bulunuyor. Korku-gerilim için kısa filmin belki de en zor türü diyorum, çünkü kısa film süresi içinde izleyiciyi korkutabilmek hiç de kolay bir iş olmasa gerek. Doğan ise bu işi hakkıyla kotarıyor ve izleyicinin koltuğunda rahat rahat oturmasına bir saniye olsun izin vermiyor. Doğan ile Ömer Seyfettin’in eserinden uyarlanan son kısa filmi olan Bomba’nın ardından bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu keyifli sohbet için Onur Doğan’a çok teşekkür ediyor, filmine ulusal ve uluslararası festivallerde başarılar diliyoruz.
Ömer Seyfettin, Kaşağı adlı eseriyle benim neslim de dâhil olmak üzere pek çok çocukta travma yaratmış bir yazardır. Örneğin ben Kaşağı’dan sonra başka bir eserini okumaya cesaret edememiştim. Ancak daha sonra yazarın hayatını merak edip araştırdığımda kısacık ömründe yüz elliden fazla hikâye yazdığını öğrenmiş ve şaşırmıştım. Hatta ölümünün de hikâyeleri gibi trajik bir şekilde gerçekleştiğini ve ölümünden sonra dahi bu trajedinin katlanarak devam ettiğini görmüş ve çok üzülmüştüm. Sizin Ömer Seyfettin ile olan ilişkiniz nedir? Onun Bomba adlı eserini kısa film için uyarlama fikri sizde nasıl oluştu?
Ömer Seyfettin’in trajik yaşam öyküsünü ben de biliyordum ama hikâyelerini okumamıştım. Kaşağı öyküsü, ilk-orta okul zamanlarında okumaktan uzak durduğum, kitap kapak görselini hep hafızamda tuttuğum bir öyküydü benim için. O dönemde ilgimi çektiğini söyleyemem.
Seyfettin’i, Bomba ve Beyaz Lale öykülerini yaklaşık dört, beş yıl kadar önce keşfettim. İkinci kısa filmimi yaptıktan sonra bu kez kendim yazmadığım bir hikâyeyi uyarlamak, dönüştürmek istedim. Hikâye bana ait olmasa bile onu değiştirmek, yeniden yorumlamak, kendi tarzımı ortaya koyarak anlatmak gibi bir hedefim vardı. Bu yüzden telifi olmayan ve Türk edebiyatında kendi hikayelerimiz içinde bir arayışa girdiğimde Ömer Seyfettin öyküleri karşıma çıktı.
Burada Bomba ve Beyaz Lale birbirine çok benzeyen yapıda, hatta Marvel, DC sineması gibi bir dilde tarif edersem aynı sinematik evrende geçen iki hikâye benim için. İkisi de yakın savaş dönemlerinde, yakın coğrafyalarda geçen çok sert ve sansürsüz bir dille benzer mesajlar/uyarılar vermek amacıyla yazılmış vahşi savaş öyküleri. Hiçbir yorum ya da değişiklik yapmadan okuduğunuzda dahi kendiliğinden korku öyküleri zaten. Ömer Seyfettin gibi Türk edebiyatının en ünlü yazarlarından birinin bu tür öyküler yazdığını keşfedince çok şaşırmıştım. Sonrasında söylediğiniz gibi trajik yaşamında zorluklar ve savaşlar görmüş, Kurtuluş Savaşı, kuruluş mücadelesi ve cumhuriyeti görmeye ömrü vefa etmemiş bir yazar olarak nasıl bir dönemde, nasıl endişelerle yazdığını düşündükçe öykülerini neden bu kadar sert yazdığını daha iyi anladım ve daha çok sevdim. Aslında Beyaz Lale de ilgimi oldukça fazla çekiyordu ama Bomba’nın öyküsü kısa film formatına daha uygundu. O yüzden Bomba’ya odaklandım. Filmi çekilsin diye yazılmamış bir edebiyat öyküsünü senaryo formatına aktarmak, yüz on yıl önceki bakış açısıyla yazılmış bir eseri günümüzde farklı bir sanat dalıyla anlatmak ve bunu yaparken evrensel bir dil yakalayıp dünyanın farklı coğrafyalarında seyirciyle buluşturmaya çalışmak benim hedeflerime dönüştü kısa sürede.
Özellikle son yıllarda Bomba ve Beyaz Lale’nin önce haklı olarak çocuk öyküleri seçkilerinden kaldırıldığını okudum. Zaten hiçbir zaman çocuk öyküsü olarak görülmemesi gerekiyordu bu iki savaş hikâyesinin ancak daha sonra yetişkin öyküleri arasında da yavaş yavaş yeni baskılarının çıkmadığını, çok fazla anılmadığını, gizlenmeye, sansürlenmeye, unutturulmaya çalışıldığını fark ettikçe, yüz on yıl sonra hâlen yakın bölgelerde savaşların sürdüğü bir dönemde tekrar yorumlamak ve hatırlatmak istedim. Bunu yaparken de Ömer Seyfettin’in betimlediği tetikleyici şiddet unsurlarını gizlemeden, hatta daha fazla artırarak, eklediğim yeni sahneler, değiştirdiğim mizansenler ile hikâyeyi tam olarak korku-gerilim türünde, istismar sineması çatısı altında bir filme dönüştürdüm.
Korku-gerilim türünde kısa filmler çekiyorsunuz. Bomba (2024) filminizi de orijinal öyküden daha kanlı ve vahşi işlediğinizi biliyorum. Sizce şiddet beyaz perdeye ne dereceye kadar yansıtılmalı? Sizin için bunun bir sınırı var mı?
Bence sinemada şiddet ya da cinsellik ve bunların türlerini herhangi bir dereceye kadar yansıtmaya/sınırlamaya çalışırsak bu işin içinden çıkamayız. Her ikisi için de tüm dünyada geçerli olan bazı yasal sınırlar var. Bunu aştığınızda zaten materyaliniz film olarak kabul edilmiyor, bir suç unsuruna dönüşüyor. Bunu kastetmiyorum tabii ki. Sinemanın seyirciye herhangi bir ahlaki, etik bir sınır belirlemesi gerektiğini, öğretici ve örnek olması gerektiğini düşünmüyorum. Bu sanata bakışımız ile ilgili bir mesele tabii ki. Bir hikâye anlatırken gerçek hayatta nasıl bir karşılığı varsa, şiddet içeren sahneleri öyküye eklediğimizde seyircide uyandırmak istediğimiz bir empati ya da uyarı varsa bunu diğer her tema gibi kullanabiliriz.
Korku sineması en eski film türlerinden biri. Türkçede korku sineması olarak telaffuz ediliyor ama ‘‘dehşet sineması’’ demenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Korku sineması dendiğinde mutlaka korkutmayı amaçlayan, korkutmadığı zaman başarıya ulaşamayan bir film türü gibi sanılıyor. Halbuki içinde dehşet içeren sahneler barındıran ya da seyirciyi dehşet içeren sahnelerle hikâye anlatan film türü olarak görmek uluslararası ‘‘horror’’ tabirinin tam karşılığı. Bunun da birçok alt türü var. Rahatsız edici filmler, istismar sineması, seyirciyi irite etmek üzere tasarlanan türler de bunların içinde. Benim de son iki filmimde yakın olduğum alt tür bu aslında. Diğer birçok film türüne kıyasla izlemesi de yapması da oldukça zor ve zahmetlidir. Bazı izleyicilerin hiç kabul edebileceği bir film türü değil bunu anlayışla karşılıyorum hatta bunun üzerine farklı sorumluluklarla ilgili düşünüyorum.
Özellikle günümüzde gittikçe artan bir hassasiyet ile şiddet içerikli, ‘gore’ diye tabir ettiğimiz bol kanlı sahneleri görmek istemeyen seyirci sayısı çoğalıyor. Bunun özellikle günümüzde ortaya çıkan sosyolojik akımlar ve internet yoluyla gerçek hayattaki şiddet materyallerine yirmi, otuz yıl öncesine göre daha sık ve daha hızlı maruz kalmamızla ilgili olduğunu düşünüyorum. Şiddet içerikli sahneleri olan, bu yolla seyircisiyle empati bağı kuran, duyguyu aktaran filmleri izlemek, kimileri için özellikle gündemimizde bu kadar şiddet içerikli gerçek olay varken zorlayıcı, kabul edilemez olabiliyor. Kimi seyircinin de hiç korku filmi kültürü yokken bu filmlere maruz kalması söz konusu olabiliyor. Ancak bu tür bir sinemadan rahatsız olan seyircinin elinde çok güçlü bir koz var: izlememek. Filmlerin sinopsisleri, posterleri, fragmanları nasıl bir tarzda olduğu ve seyirciye ne sunduğu hakkında yeterince güçlü bilgiler veriyor. Aşırı şiddet içerikli ve kanlı filmleri izlemeyi tercih etmeyen, izlerken rahatsız olan seyircilerin film seçimi yaparken kolayca karar verebileceği bir durum bu.
Bomba’nın festival yolculuğu nasıl gidiyor? Ulusal ya da uluslararası festivallerde filminize dair aldığınız yorumlar sizi mutlu ediyor mu?
Bomba’yı yeni projem olarak tercih etmemdeki nedenlerden biri Türk edebiyatı klasiği olan bir öyküyü kendi tarzımla yorumlayarak tüm dünya ile paylaşmaktı. Özellikle korku sinemasının en çok geliştiği ülkeler olan ABD, İtalya, Fransa ve şimdilerde özellikle son on yıldır korkunun yeni parlayan yıldızı Güney Amerika ülkelerinde uluslararası standartlarda bir Türk korku filmini oradaki seyircilere anlatmaktı. Bu anlamda filmin hem içime sindiğini hem de amacına şimdiden ulaştığını söyleyebilirim. Bomba, yüz on yıl önce yazılmış ve artık bahsedilmeyen bir öykü iken bugün 2024’te yedi kıtada birçok ülkede seyirci ile buluşuyor. Festival sürecinin ilk üç ayında, ağırlıklı olarak yurtdışındaki korku filmi festivallerinden on ödül, yirmi sekiz seçki ve izleyenlerden, jürilerden çok güzel mesajlar aldık. Ancak ülkemiz için benzerini söylemek ne yazık ki şimdilik mümkün değil. Tabii ki özgür bir sanat ortamında olmadığımızı, sansürlendiğimizi, baskılandığımızı biliyorum ve bilhassa bu yüzden de elimi taşın altına sokuyorum. Seçkiye alınma, ülkemizde seyirciyle buluşturulma anlamında riskli hikâyeler seçiyorum.
Şu ana kadar 25. İzmir Uluslararası Kısa Film Festivali, Dicle Kısa Film ve Belgesel Festivali’nde ve Haliç Goldenhorn Film Festivali’nde kendimize yer bulabildik. Ülkemizde festivallerin bu filmden uzak durmasının en önemli sebebi tür festivali olmaması. Şu an aktif olarak Türkiye’de sadece bir tane korku filmleri festivali var, onu da biz yapıyoruz zaten. İsmi Kork Uluslararası Korku Filmi Festivali. Bu yıl ilkini düzenlediğimiz uluslararası uzun ve kısa metraj korku filmi festivalimiz harika bir ilgi ile tamamlandı. Yüzün üzerinde seyirci tek günde on bir saat boyunca filmler izledi ve ödül törenine katıldı. Uluslararası filmlerin hemen hepsi Türkiye prömiyerini yapıyor ve türümüz korku olduğu için seçki çok dinamik, eğlenceli, renkli filmlerden oluşuyor. İlk yıl Bomba’yı kendi festivalimizde özel gösterim olarak göstermek istemedik. Ülkemizde farklı festivallerde açılış yapmak istedik filmle ancak festivalde Bomba’yı soran, izlemek isteyen çok kişi oldu.
Ülkemizde çoğu festival karma seçki yapıyor ve klasik dramalar diyebileceğimiz türün yanına korku filmi eklemekten çekiniyorlar. Bir iki film için seçkiye belki de +18 uyarısı eklemek gerekecek bu yüzden. Film festivalleri biraz daha çeşitli programlarla belki korku filmlerini bir araya getirdikleri geç seanslar, midnight madness seçkileri düzenleyebilirler. İzmir’de örneğin animasyon ve belgesellerin olduğu bir seçkide gösterildik ve ben moderatörü seans öncesinde uyarana kadar salonda çok sayıda küçük çocuk vardı. Bence festival programı yapılırken hangi filmlerin arka arkaya gösterileceği, ilk filmin ne olacağı, seansın hangi filmle biteceği ve seyirci salondan ayrılırken onda bırakacağı etki çok önemli konular. Film yönetmeni olarak katıldığım yurtdışı festivallerde bu konuların oldukça iyi tasarlandığına şahit oldum. Festivallerimizin seçkilerine, programlamalarına biraz daha dikkat etmesi ve özen göstermesi gerektiğini düşünüyorum. Umarım ülkemizde de ilerleyen dönemde daha fazla seyirci ile buluşturabilme imkânımız olur ve Türk sinemasında korku filmlerine dair daha gelişkin örnekler, daha fazla çeşitlilik görebiliriz.
Bomba kısa filminizi bir de uzun metraj çekme gibi bir planınız olduğunu biliyorum. Uzun metrajın castı belli mi? Yine aynı oyuncularla mı çalışacaksınız yoksa bambaşka bir kadroyu mu izleyeceğiz? Filmin vizyon tarihine ilişkin ayrıntılar belli mi?
Bomba’nın uzun metrajı aslında kısa film versiyonu bittikten sonra gelişen bir fikir olarak gündemimize geldi. Bu kısa filmi aslında uzununu da yapmak amacıyla, ona örnek olsun diye başladığımız bir proje değildi. Başlı başına orijinal hikâyedeki olay örgüsüne ve süreye uygun olarak kendi başına bir kısa film olarak tasarlandı ve yapıldı. Daha sonra film ekibinden bazı arkadaşlarımız ve filmi ilk izleyenler uzun metraj fikrini de yakıştırdı ve uzunu da olsa mı, olur mu sorularını ortak yapımcım Kerem Kurtuluş ile birlikte konuşmaya başladık. Şimdi önümüzdeki dönemde uzun metraj senaryosunu yazacağım. Ardından uluslararası ortak yapımcı ve fon/destek başvurularına bakacağız. Bu süreçte her şey istediğimiz gibi giderse önümüzdeki iki yıl içinde prodüksiyon aşamasına geçebiliriz diye düşünüyorum. Castı konuşmak için henüz çok erken, önce uzun metrajın nasıl evrileceğini belirlemem gerekiyor. Yeni mekânlar, yeni karakterler eklenecek. Bazı roller aynı karakterler olsa da uzun metraj için dönüşebilir/değişebilirler. Bu da yeni oyuncu seçimlerini gündeme getirebilir. Uzun metrajın senaryosunun ihtiyacına ve o dönemdeki şartlarımıza göre değişiklik gösterebilir. Filmi perdede izlemek için en erken ve en iyi ihtimalle iki, üç yıl gibi tahmin ediyorum. Belki de senaryo olarak kalır, prodüksiyon olarak zor ve özellikle ilk uzun metraj için hiç konforlu bir proje değil. Zaman gösterecek diyelim.
Her kısa film yönetmenine yöneltilen “Kısa filmi uzun metraja geçmeden önce bir basamak olarak mı görüyorsunuz?” klişe sorusunu sormayacağım. Benim sorum, bugüne kadar kısa filmler çeken bir yönetmen olarak zaman zaman sektörde gerekli saygıyı göremediğinizi hissediyor musunuz? Örneğin en son Adana Altın Koza Film Festivali ödül töreninde ulusal uzun metraj yarışması sonuçlarının açıklanmasından sonra belgesel ve kısa film ödülleri esnasında salonun neredeyse boşalması konusundaki düşünceleriniz nedir?
Tabii ki hissediyorum. Artık üçüncü kısa filmimi çektiğim için bu türdeki bakış açıları karşısında idmanlıyım. Ben filmlerimi, yurtdışındaki janr festivalleri için ve ülkemizde bu türe gereken değeri veren, takip eden seyirciler için yapıyorum. Yurt dışında da buradakinin tam tersi yoğun ve güzel bir ilgi, saygı durumu var.
Festivalde filmi izleyen dağıtımcılar filmi bünyelerine almak için mail atıyor, seyircilerden özel mesajlar geliyor. Çok yakın zamanda Arjantin’de bu yıl uzun metraj yapan bir yönetmen bir dağıtımcı sayesinde Bomba’yı izlemiş ve Türkiye’ye geldiğinde benimle tanışmak istediğini, olası uzun metraj projeleri için ortak yapım konularını görüşmek istediğini belirtti. Ülkemizde de kısa filme gereken değeri veren platformlar, festivaller ve seyirciler var elbette. Tabii ki temennimiz bu oranın çok daha fazla artması. Maalesef sektördeki bazı isimler, platformlar, güya kısa film yapımcılarına, yönetmenlerine seslenen içerikler, haberler, yönlendirmeler paylaşırken ‘‘kısa filmciler’’, ‘‘geleceğin sinemacıları’’ hitaplarını halen sürdürebiliyorlar. Ben otuz üç yaşındayım ve geçimimi mesleki anlamda reklam yönetmenliği yaparak kazanıyorum. Kısa film yapan herkesin ‘‘ileride’’, ‘‘bir gün’’, ‘‘gelecekte’’ yönetmen olacağını, sinema yapacağını düşünmek en hafif tabirle demode, paslı ve günceli yakalayamamış bir kafa yapısının ürünü. Adana ve Antalya gibi festivaller ülkemizin festivalcilik anlamında en köklü, güçlü değerleriydi. Uzun yıllardır devam eden gelenekler emekler sonucu markalaşmış değerlerin bugün geldiği noktaları görmek çok üzücü. Büyük tecrübelerle yapılmış çok değerli organizasyonlardı bunlar şüphesiz ancak maalesef yıllar geçtikçe yanlış ellere devredilmesinin sonucunu görüyoruz bence. Birçok alanda olduğu gibi burada da liyakatsizlik, beceriksizlik ve saygısızlıklar art arda gelince geçmişte ne kadar harika düzenlenmiş olursa olsun itibar kayıplarının önüne geçilemiyor. Üstelik yapılan hatalar ne yazık ki basit organizasyon hataları değil zaten işin acı tarafı da bu. Kısa filme, sinemacılara yapılan saygısızlıklar, iş bilmezlikler, tümüyle hatalı yaklaşımlar büyük sorunlara yol açıyor. Bu da sinemacıları haklı olarak kızdırıyor tabii ki. Yıllardır imkânsızlıklardan ötürü festivallerde gerçekleşen birçok aksiliği ben de yönetmen olarak hoş gördüm. Ancak skandallara yol açan sansürlemeler, tüm film türlerine aynı önemi vermemekten ortaya çıkan aksamalar artık bitmesi gerekiyor.
Türkiye’de korku-gerilim türünde film çeken yönetmenler genelde cin, peri gibi dini ögelerle izleyicisini korkutma yöntemini seçiyor. Sizin bu türde çektiğiniz üç tane kısa filminiz bulunuyor ancak hiçbirinde bu temayı kullanmamışsınız. Sizin izleyiciyi korkutmak için izlediğiniz yöntemler nedir? Korku/gerilim türündeki filmlerden, bir yönetmen, senarist ve sonra da bir izleyici olarak beklentiniz nedir?
Aslında ilk kısa filmim C.O.D’u bir korku filmi olarak değerlendirmiyorum ama o da karanlık bir hikâye, belki onu da diğerleriyle birlikte düşünmek mümkün bu konu için. Benim kişisel olarak cin, şeytan vb. dini ögeler içeren hikâyelerden şimdilik uzak durmamın sebebi bu türde fazlaca örnek çekilmesi ve bunların hemen hemen hepsinin başarısız filmler olması.
Dolayısıyla bu türde bir filme girişecek olmak henüz filmi çekmeden aynı algıda değerlendirilmeye neden olabilir. Maalesef sinemacı olmayan, film grameri bilmeyen, alaylı ya da okullu olarak yeterince yetkinliği olmayan birtakım kişiler yıllarca, çok ucuza film yapıp kâr etmek amacıyla Türk sinemasında yıllarca eksik kalmış korku türü yeniden canlanacak iken çok zarar verdiler. Hatta artık seyircinin bu tür filmlerden sıkıldığına dair çalışmalar, araştırmalar da mevcut. Burada aslında önemli olan filmin konusu değil, ‘’hap yap para kap’’ mantığında film yapmaya çalışan insanların eline Giallo senaryosu da tutuştursak, body horror projesi de emanet etsek yine aynı mantıkla ellerine yüzlerine bulaştıracaklar. Çünkü senaryo yazmayı, oyuncu yönetimini, sanat yönetimini, görüntü yönetimini, doğru, etkili ve yerinde kamera hareketi ya da açı tercih etmeyi, mizansen kurmayı, planlar arası ritmi pacingi, blockingi, kurguyu, ses tasarımını, filme uygun müzik estetiğini bilmiyorlar. Film yaparken samimi değiller ve amaçları iyi bir film yapmak değil. Bunları iyi yapan ve genelde farklı türlerde film çeken bir yönetmen iyi bir cin filmi tabii ki çekebilir. Anadolu kültüründe var olan etkili bir şeytan hikâyesini perdeye uyarlayabilir. Bu konuda bir hikâye seçmememin bir diğer nedeni de benim kişisel olarak sinemaya aktarmak için pek ilgimi çekmeyen konular olması. Bir gün çok etkili bir senaryo keşfedersem ama neden olmasın. Aslında kâbus gibi rüya sekansları çekme fikri çok cazip geliyor çünkü fantastik ögelere gidilebilir, hayal gücünün sınırları zorlanabilir. Diğer türlü anlatı olarak gerçek hayatla sınırlı kalmak söz konusu.
Benim korku filmi yaparken ya da izlerken tek beklentim aslında bir şekilde hikâye anlatılırken bir heyecana ortak etmek, seyirciyi rahatsız etmek ya da rahatsız olmak, etkilenmek diyebilirim. En çok peşinde olduğum his bu. Bir de çok fazla içe dönük sahnelerin bana sıkıcı geldiğini fark ediyorum. O yüzden dinamik yapıda hikâyeler peşindeyim bu da genelde korku sinemasının içinde kendiliğinden var oluyor. Bende heyecan uyandıran ve bunun filmini çekmeliyim deyip gerçekleştirdiğim filmlere geriye dönüp baktığımda hep birileri ölüyor, bir yerlerden kanlar akıyor. Çok bilinçli bir tercih değil aslında iç güdüsel bir durum, biraz karamsar biriyim sanırım.
Filmlerinizde kullandığınız efekt ve makyajın oldukça iyi olduğunu düşünüyorum. Biliyoruz ki kısa filmlerin bütçesi uzun metraja göre son derece kısıtlıdır. Kısıtlı bütçenize karşın efekt ve makyajdaki bu başarınızı nasıl sağladınız?
Teşekkür ederim. Kamera arkası ekipte çok titiz davranmaya çalışıyorum. Şimdiye kadar hep birlikte çalışmak istediğim sanatçılarla çalışma fırsatım oldu. Makyaj ve özel efekt konusunda uygulamanın içime sinecek olması sahneyi yazarken ve çekimini tasarlarken kendimi sansürlememek adına çok önemli. Ön hazırlıkta ben makyaj sanatçılarına örnek referanslar atıyorum farklı filmlerden, bazen video oyunlarından. Makyaj ve sette uygulanacak efektin biçiminde nasıl bir görüntü ve nasıl bir etki istediğimi iyi biliyorum ve bol örnekle tam aklımdakini aktarıyorum. Sanatçılarda istediğim şeyin ne kadar mümkün olduğunu, ne kadar süre gerektireceğini ya da mümkün olup olmayacağını tecrübelerine göre benimle paylaşıyorlar. Bazen set öncesi deneme testleri yapıyoruz. Örneğin Bomba’da karından akan kan makyajı için stüdyoda uygulama yapmıştık sette sürpriz yaşamamak için. İki filmimde de çok yetenekli isimlerle çalıştık. Reddedilen’de Müesser Seda Sümer ve Bomba’da Hazal Tanrıverdi ve Hüseyin Akgül ile ön hazırlıkta yapmak istediklerimizi çalıştık. Alanında çok yetenekli sanatçılar ve ortalığı kana bulayacaksanız en doğru üç isim ülkemizde.
İkinci kısa filminiz olan Reddedilen (2019) filminiz oldukça rahatsız edici bir sahneyle başlıyor. İzlemekte oldukça zorlandığımı belirtmek isterim. Bu açıdan, izleyicide oluşturmak istediğiniz gerilimi başarılı bir şekilde verebildiğiniz ortada. Başka bir açıdan ise bir kadının hamileliğini kendi kendine sonlandırmasının ardından hikâyenin bağlanma şeklini düşündüğümüzde, filminizin kürtaj karşıtı olarak algılanabileceğine ilişkin bir eleştiri veya yorum aldınız mı bugüne dek? Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?
Evet, bu şekilde düşünen bazı seyirciler oldu. Bir söyleşi sırasında da “Kürtaj gibi bir konu beyaz perdede işlenebilecek bir şey mi?” gibi tuhaf bir soru da almıştım. Ben de dâhil her seyirci tabii ki kendi yaşam öyküsü, hayat anlayışı, refleksleri, travmaları ve kendi penceresinden yorumluyor filmleri. Ben filmi bitirip paylaştıktan sonra film benden çıkıyor. İsteyen istediği gibi düşünebilir, yorumlayabilir zaten sinemanın güzelliği ve onu sanat yapan da budur. Kürtaj karşıtlığı benim vermek istediğim bir mesaj değil, bana dair bir okuma da değil filmde. Ben filmi yazan, çeken kişi olarak ve bugün hâlâ izlediğimde böyle bir çıkarım yapamıyorum. Ancak bu şekilde düşünecek seyircinin neden böyle düşündüğünü tabii ki anlayabiliyorum. Korku sinemasının içinde kimi zaman toplumsal gerçeklerimiz olan konularla bağdaştırmadan takip etmemiz gereken hikâye örgüleri olabiliyor. Korku sinemasının gerçek hayatta mutlaka karşılığa denk gelmesi gerekmeyen dark-humor olay örgüleri olabiliyor bu film türünün getirdiği bir durum. Komedi filminde mantık aranmaz anlayışı gibi biraz benim için. Reddedilen’i yazarken kendi içinde tutarlı bir neden-sonuç ilişkisi üzerine kurdum hikâyeyi. Bunu kürtaj karşıtlığına benzeten de oldu, bununla hiçbir alaka kurmayan da oldu. Belki korku sinemasının kodlarına ve konuları ele alış biçimine aşina olmak gerekiyor olabilir. Ancak kişisel olarak sorarsanız kürtaj karşıtı biri değilim. Bir önceki kısa filmim C.O.D düşünüldüğünde anti-natalist bir bakış da çıkabilir. Bunlarla ilgili gerçek hayata temas eden bir mesaj vermek isteseydim sanırım toplumsal gerçekçi bir dram filmi çekip ele alırdım konuyu, bu türde çok güzel kısa filmler de var. Ama biz oyuncum Begüm Akkaya ile filmi konuşurken bebeği toplumun kadın üzerindeki baskısı gibi yorumladık daha çok. Reddedilen benim için çok kişisel bir film. Child’s Play hayranlığımdan doğan ve o filmi yapan ekibe ithaf ettiğim, 1988 yapımı filmin oyuncularına izletebildiğim bir film. Aynı zamanda Türk sineması içinde yapılmış ilk katil oyuncak bebek temalı film. Yola çıkış ve yapılış amaçları buralara temas ediyor. Yine de izleyen her seyircinin kendi yorumudur. Keyifli röportaj için çok teşekkür ederim.