Piyano, kadının ataerkil düzene başkaldıran, direnen, kendini özne olarak var etmeye çalışan kimliğinin bir simgesi, vücudunun bir parçası, sessiz çığlıklarıdır.
Jane Campion’a ‘Altın Palmiye ödülünü kazanan ilk ve tek kadın yönetmen’ unvanını getiren üç Oscar ödüllü The Piano (1993) Ada adında dilsiz bir kadının özgürlük arayışını; kendi kimliğini bulma, cinselliğini ve arzularını ifade etme mücadelesini konu ediniyor.
19. Asırda dilsiz bir İskoç kadını olan Ada McGrath (Holly Hunter), babası tarafından planlanmış bir evliliği yapmak üzere Yeni Zelanda’ya gider. Bir takım kişisel eşyalarının yanı sıra insanlarla iletişimini sağladığı iki şeyi, kızı Flora’yı ve piyanosunu da yanında götürür. Eşyaları taşımak ve ilk defa göreceği karısını karşılamak üzere bir grup yerliyle kumsala gelen Alistair Stewart (Sam Neill) Ada için hayati önem taşıyan piyanoyu kumsalda bırakarak diğer eşyaları alır. Ardından Maori’ce konuşabilen ve yüzünde yerlilerinkine benzeyen dövmeler bulunan Baines’le (Harvey Keitel) piyano üzerinden pazarlık yapar. Piyano’nun Ada için önemini fark eden ve piyanoyla kadın arasındaki iletişimden etkilenen Baines, kadının kendisine piyano dersleri vermesi karşılığında Stewart’a bir arazi teklif eder ve böylece piyano dersleri başlar. Ancak Baines’in Ada’ya olan tutkusu günbegün artar ve ondan her siyah tuş karşılığında bir isteğini yerine getirmesini talep eder. Böylece Ada her tuşta piyanosuna biraz daha yaklaşacaktır ve sonunda ona kavuşacaktır. İkili arasındaki anlaşma zamanla farklı bir yakınlığa dönüşür. Stewart, bu yakınlığı keşfeder ve Ada’yı vahşice cezalandırır.
Şüphesiz filmdeki en çok merak uyandıran nokta Ada’nın sessizliğidir. Filmin başında altı yaşından beri konuşmadığını öğrendiğimiz ana karakterimizin neden sustuğunun bilgisini film boyunca öğrenemeyiz. Ancak kadının sessizliği bir metafor olarak düşünülürse bir çeşit vazgeçişi simgelediği söylenebilir. Ada susmayı bilinçli olarak tercih etmiştir çünkü erkek egemen dünyada geleneksel yollarla kendini ifade etmenin yararsızlığını biliyor gibidir. Bu noktada filme adını da veren piyanonun önemi ortaya çıkar. Piyano, kadının egemen dili reddederek yarattığı, yalnızca ona özgü olan bir dili ifade eder.
Öte yandan piyano, mülkiyetin bir parçası olarak nakledilen, takas edilen, özne olamayan nesneleştirilen Ada’nın uzantısı olarak karşımızda durur. Piyano, kadının ataerkil düzene başkaldıran, direnen, kendini özne olarak var etmeye çalışan kimliğinin bir simgesi, vücudunun bir parçası, sessiz çığlıklarıdır. Campion filmin başlangıcından itibaren Ada’nın piyanoyla kurduğu bu tinsel ve simgesel birliği sürekli olarak vurgulayarak Ada için piyanonun önemini seyirciye de hissettirir.
Piyano, Ada’nın yeni kocası, ataerkil düzenin temsili olarak sunulan Stewart için satılıp alınabilecek bir nesneden ibarettir. Stewart daha ilk karşılaşmalarından itibaren Ada’yı dinlemeyi reddeder ve piyanoyu/kadının sesini kumsalda bırakır. Bu andan itibaren ikili arasında bir gerginlik başlar. Daha sonra Stewart’ın Ada’nın fikrini almadan bir parça toprak için piyanoyu pazarlık konusu yapmasıyla bu gerginlik daha üst bir seviyeye taşınır.
Baines, Ada’ya olan tutkusunu kadının bir parçası olan piyano üzerinden ve onun aracılığıyla gerçekleştirir. O olmadığı zamanlarda giysileriyle piyanosunu siler ya da piyanosunu çalarken onu hayranlıkla izler. Bu ana kadar piyano, Ada’nın bir uzantısıyken bir anda eril bakışın arzusunun fetiş objesine dönüşür.
Bununla birlikte kamera da seyirciyi bu hayranlık dolu bakışa ortak etmeye çalışan bir tutum sergiler; kamera, kadının pürüzsüz, parlak, beyaz tenine, piyano çalarkenki çıplak omuzlarına ve boynuna, korsesinin ortaya çıkardığı vücuduna odaklanarak izleyiciyi eril bakışa ortak eder.
Filmde kültürün göstergesi olarak Ada’nın itinayla süslenmiş örgülü saçları ve giyim tarzı onu bakımsız Maori kadınlarından ve filmdeki diğer kadınlardan ayırır. Sıkı korsesi, elbisesinin altına giyindiği kafesten kasnağı, kabarık etekleri Yeni Zelanda’nın balçık, çamur ve çalılarla örtülü vahşi doğasında hareketi kısıtlayan ve pratik olmayan bir manzara çizer. Bu durum burjuva kültürünün sömürge topraklardaki konumuna gönderme yapar gibidir. Sömürge topraklarının çamur, balçık ve çalılıklardan ibaret vahşi toprakları işlenememiş ve sömürgeci krallık yerlileri yeterince uygarlaştıramamıştır. Nitekim tiyatro piyesinin sergilendiği sahnede yerlilerin gerçekle kurgusal olanı ayırt edememelerinde bu durum açıkça ortaya serilmiştir.
Sömürge edilen yerliler ve sömürgeci krallık ya da doğaya karşı kültür ikiliği filmdeki iki erkek karakter üzerinden de ele alınabilir. Beyaz sömürgeci adam olarak konumlandırılan Stewart genel olarak olumsuz bir tablo çizmektedir. Yerli halk/Maoriler, dillerini konuşabilen, doğaya yakın duran, mülkiyeti önemsemeyen ve yüzünde moko dövmeleri bulunan, kısmen yerlileşmiş Baines’i benimserken, Maorilerce kutsal sayılan ve işlenmeyen topraklar konusunda hırslı, cinselliği bastırılmış ve dillerini bilmeyen Stewart’ı ötekileştirirler ve onunla “Yaşlı, kuru testisler!” diye dalga geçerler. Ada için de benzer bir durum söz konusudur; kadının cinsel uyanışı, tutku ve arzularının ortaya çıkması Baines ile olur. Stewart’ın sömürgesi olan topraklardaki iktidarsızlığı karısı ile ilişkisinde de devam eder. Baines’le olan ilişkisini keşfettikten sonra Stewart, karısına tecavüz etmeye çalışır fakat başarılı olamaz. Ada’nın Baines’e yazdığı notu gören Stewart, kadının parmağını baltayla keser. Bir diğer deyişle onu simgesel düzeyde hadım ederek susturur. (Baltalı tiyatro piyesi Bluebeard Stewart’ın vahşi saldırısını önceller.)
Hadım etme sahnesi diğer yandan erkek egemenliği ve phallosentrism ilişkisini akıllara getirir. Bilindiği gibi silahlar sinemada fallusun yani gücün/ iktidara sahip olmanın simgesidir. Dolayısıyla Stewart’ın hadım etme operasyonunda kullandığı balta da fallusu yani iktidarı ele geçirme arzusunu simgeler. Buradan hareketle Stewart’ın hadım etme operasyonunun, kadını toplumsal cinsiyetin bir gereği olarak tekrar nesne konumuna indirgemeyi, ötekileştirme arzusunu temsil ettiği ifade edilebilir. Stewart, bu iktidar mücadelesinde kendi iktidarsızlığına karşı Ada’nın toplumsal ve bireysel iktidarına onu eksilterek, piyanosuyla olan bağını kopararak son verir.
Kendisini erkek egemen toplumun kadına bakışından farklı olarak konumlandıran ve bu haliyle etrafındaki diğer tüm kadınlardan ayıran Ada’nın, diğerleştirilmeye karşı verdiği mücadelesi, kimlik arayışı, çığlıklarının anlatıldığı The Piano, Michael Nyman’ın hüzünlü tınıları ve Stuart Dryburgh’un masalsı sinematografisiyle birleşerek kadın filmleri arasında kendine özel bir yer ediniyor.
The Piano filmi hakkında internetten yarım saat kadar eleştri yazısı bulamadıktan sonra sizin eleştirinizi bulup okumak; Ada’nın parmağına kavuşması kadar can alıcıydı diyebilirim. Ve yazdıklarınızı okurken kendimi Ada gibi hissettim. Sanki okunacak değil de üzerine günlerce konuşulacak bir öykü Ada ve diğer kadınların öyküsü. parmaklarınıza sağlık 🙂
Yazıyı beğenmenize sevindim.Çok teşekkürler yorumlarınız için.
Film hakkında bilgi edinmek isterken bu sürükleyici aktarımı sonuna kadar okumadan gecemedim ! Oysa hiç de böyle bir huyum yokken ! O kadar uykusuzken ve de sabah erken kalkmam gerektigini bilmeme rağmen bu guzel yorumunuzun uzuvuyla gaza gelip bu filmi izlediğime hala inanamiyorum. Ustelik bir de yorum yazdim ! [ geç kalmamin tek sorumlusu olarak ozel hayatima darbe vurmuş dahi olabilirsiniz şuan ! Bunu anlamam için uyumam lazim ! 🙂 ] çok keyifli ve de ilginç bir tecrube oldu benim için.Bu guzel aktariminiz aracılığıyla tanışmış olmaktan mutlu oldum. Kaleminiz hiç susmasın ! Sevgiler,
Filmin yaziya dokulmus en guzel hali ellerinize saglik. yorum yaptigim ilk bu tarz yazi gercekten hakettiniz.
merhaba ben Ada’nin denize atılan piyano ile birlikte ip vasıtasıyla denize bırakmasını ve boğulmayı kabul ettikten bir süre sonra yaşamak için didinmesini sormak istiyorum.
Teşekkürler
Piyano Ada için anne karnındaki çocuğun hayata tutmasın gibi Ada’nın dış dünyayla olan bağlantısını simgeler. Okyanus anne karnındaki ambiyo sıvısı gibi Ada’yı sarıp sarmalarken yaşamakla ölmek arasındaki ince çizgide “arzularım yaşamayı tercih etti” diyerek piyanoyla olan bağını koparıp bir bebek gibi bir yaşamdan bir başka yaşama geçer. Eril zihniyete, kadına toplumsal rol biçen evlilik kurumuna ve hem kadın sömürüsü hem de medeni toplumun yerli toplum üzerindeki bitmez sömürüsüne kadınsı bir dokunuş.
Kısa bir senaryonun bir sahnesinde, kadının ataerkil baskıyla mücadelesini sembolize edebilecek ve bir salonun duvarında, bir sembol, metafor ararken bu güzel film eleştirisiyle karşılaştım. Çok iyi olmuş, elinize sağlık
Sevdigim bir arkadasimin tavsiyesi ile bu filmi izlemek istedim ama oncesinde yazdiginiz bu yazi dizelerini okumak ve izleyecegim film hakkinda bilgi edinmek istedim
Aslinda bu normalde yapmadigim bir hareketti ama elinize ve yureginize saglik
Size tesekkurlerimi iletmek amaci ile ve onemli bunu tavsiye eden arkadasimin bana kazandirdigini sonsuzlastirmak adina bu aciklamayi yazmak istedim
Simdi heyecanla filmi izlemeye baslayacagim
Tesekkurler nacre
Tesekkurler emegi gecen size