Açlık, Utanç gibi filmlerinin adlarından bile anlaşılabilecek tebliğci üslubuyla Steve McQueen bu sefer de köleliği ‘çözüp bitiriyor’.
Zihnimizin ve genetiğimizin derelerine işlenen korkularla baş etmek, ancak tehdidin olmadığı karalarda mümkün. Erkeklerde hadımlık endişesi, kadınlarda tecavüz korkusu, siyahlarda ırkçılığa (ve derinlerde köleliğe) maruz kalma kuşkusu; akıllardaki soru/korku işaretleriyle geçerliliğini ve debisini hala, fazlasıyla koruyor.
Bir siyahi yönetmen olarak Steve McQueen’in 19. asırda yaşamış Solomon Northup’ın gerçek hayatına dayanan aynı adlı kitabını uyarlamaya girişmesi de bu hesaplaşmanın açık bir ifşası olarak okunuyor. Nitekim Solomon varlıklı, sağlıklı, başarılı bir siyahi müzisyen ve bir eşle iki çocuktan oluşan ailesiyle mutlu bir özgür adamken; özgürlüğünü adi beyazların kandırıp elinden aldığı ve adil beyazların iade edip, ailesine kavuşturduğu 12 yıllık bir esaret yaşıyor.
Yönetmenlerin içlerinde sakladığı ve beyazperdeye taşıdığı bu türden korkuların, zaman/mekan değişimleri üzerinden kendilerini kurguladıkları ihtimal değerlendirmelerinin örneklerine sıkça rastlar olduk. Michael Haneke’nin senaryosunu da yazdığı Amour(2012), Avusturyalı ustanın kendi yaşlılık deneyimini farklı bir düzleme oturtmasını temel alıyordu. Steve McQueen de benzer kulvardan yola çıkıyor ama kendini dereye atıyor veya akıntıda sürükleniyor değil. Hikayeyi anlatma derdinde bir gözlemci, ırklar arasında arabulucu o. Toplumsal arka planı suçlamaktan uzak, yalnızca zamanın/mekanın kötülüğünün ürettiği korkunç detaylara kürek sallıyor. Böylece ilk bakışta sert gözüken ama özünde beyazlara cici bir reji sergiliyor. Amour’dan derindeki farkıysa; ne bir güvercinin sızmasına, ne de orijinal imgelerin dahil olmasına izin vermiş filminde. Olmasına da gerek yok belki, amaçlanmamış da zira ama anlatıdaki kuruluk da ortada. ‘Sanatsal ehliyetini’ marangozdan almışçasına; masraftan kaçmayarak, bol malzemeyle yaptığı ihtişamlı bu tahtadan kuklanın ya kalbi? Köleliğe, şiddete ve aşağılanmanın dibine maruz kalan karakterlerinin performansına yüklenen acı pornografisi ve Hans Zimmer müzikleri nabzı sağlıyor esasında.
Solomon Northup (Chiwetel Ejiofor) huzurlu yuvasında müşfik aile babası, şehirli çevresinde saygın bir keman virtüözüyken; ailesi için ciddi para kazanacağı bir sirke katılma beklentisiyle, beyaz ‘sihirbazlar’ tarafından aldatılarak köle tacirlerine satılıyor. Ona ‘Platt’ deniyor, birçok sahip değiştiriyor. Kimlik takasından finale kadar, Solomon temsilindeki varsıl özgürlüğü unutuyoruz. Yüzyıl Amerika’sındaki köleliğin kırsaldaki yakıcı gerçekliğine geçiş yapıyoruz. Platt hayatta kalmak için türlü onursuzluğa göz yummak ve çirkin davranışlar sergilemek zorunda kalıyor. Kirlenmişliği(ni)n farkında ama düzeni değiştirmek için zemin hiç müsait değil. Zaten o taraklarda da bezi yok. Refah zamanlarında köle sahibi beyazlara gıkını çıkarmayan, sistemi yadırgayan ama onla barışık Solomon’un; köle Platt iken hayatta kalma çabası da yine bencil ve konformist. ‘Aman tadımız kaçmasın Ali Rıza Bey’ zihniyetinde, renk kardeşlerinin acılarına üzülüyor belki ama elle tutulur cesareti/iradesi/eylemi olmadığından ‘mızmızlığının’ tekrarları da yoruyor.
Oysa filmde yer alan yan köle karakterlerin dramları bile daha sahici ve (sinemasal anlamda da) ilgi çekici. Pamuk tarlasında köle doğan, çiftlik sahibi tarafından tecavüze ve işkenceye uğrayan Patsey’in(Lupita Nyong’o) hikayesi veya iki çocuğundan zorla koparılan, ailece köle Eliza’nın(Adepero Oduye) gözyaşları içinde; Platt’ın dertleri tespih tanesi. Her türlü acının ve aşağılanmanın yaşandığı ortamı olduğu gibi aktarmaya çalışan film biraz da uzatıyor, geriyor ki; sıkılgan seyircinin içi şişsin. Patsey’in kamçılandığı sahne, tavrının zirve noktası oluyor. Anlatımın keskinleştiği bu anlarda; ‘çok büyük acılar yaşandı, biraz da siz zorlanın’ mesajını iyice bastırıyor.
Hikayenin sivriliğini kazanmasında da, ‘beyaz efendi-siyah köle’ çatışmasındaki en azılı çiftlik sahibi Epps’in(Michael Fassbender) payı büyük. Kölesi Patsey’e ve pedofiliye eğiliminden dolayı suçluluk duyması, bunu da ağır şiddetle örtbas etmeye çalışması, kararsızlığının ve kolay kanabilirliğinin ışığında yaşananlar; tansiyonu sürekli yükseltiyor. Hatta hikayenin Epps’e taşınmadan önceki kısımlarının uzunluğunun anlamını/önemini sorgulamaya bile yol açıyor. Yönetmenin ‘görece iyi beyaz sahip’ Ford’u(Benedict Cumberbatch) da anlatıya katarak sapına kadar politik bir konuda, tarafsızlık şerhini koymak istemesine de bağlayabiliriz bunu. Ancak dinin kullanılma biçimine karşı acıması yok. Neredeyse her kötü beyaz, vahşetini kutsal kitaplara dayandırıyor. Günümüzde de farklı formlarda ve bayağı popüler olan, kullanıcılarının zihniyeti doğrultusunda dinin alet edilebilirliğinin basitliğini gösteriyor. Meşrulaştırma biçimlerinin saçmalığına hizmet eden bu sahneler; her ne kadar anlamlı olsalar da, filmin bütünlüğünün biraz dışında kalıyorlar.
Gelgelelim finalindeki sorunlu tavır; içerikle çelişerek, sağlı sollu yumrukların arkasından gelmesi beklenebilecek nakavtı sunamıyor. Başrolünün bu bataklıktan kurtulmasının mutluluğunu yeterli görüyor film! Finalinde yükselen yaylılar ve sevinç dalgası üzerinden (pamuk tarlasında sırtını döndüklerine veya arta kalanlara ilişkin hiçbir detayın öne çıkarılmamasına rağmen) riyakarca sevinecek miydik? Yoksa Solomon’un kapanış jeneriğindeki biyografik detaylarından, bir aziz yahut kurtarıcı olarak sistemin karşısına dikilebileceğini mi çıkarmalıyız? Bize tanıtılan Solomon’un böylesi bir karaktere dönüşeceğine inanmak hayli güç açıkçası. Sinema tarihi tonla siyahi; blaxplotation yiğidi, özgürlük savaşçısı, halk kahramanı görmüş geçirmiş. Solomon Northup bunlardan biri olmasın elbet. Yönetmenin bu geleneğin genleriyle oynaması da övgüye değer ancak durduğu yerin siyasi ve insani karşılığı çürümüş bir yumurtaya tekabül ediyor. Çürümüş yumurta da, yine ve yeniden sepeti bozuyor.
Steve McQueen; olayları ele alış biçimindeki o büyük tebliğci üslupla, yani ‘bu temalar kullanılmış olabilir ama sizi başta biçimselliğiyle öne çıkarak özgünleşen, gerçeğe çok yakın, karanlık, kararlı, çarpıcı bir yolculuğa çıkaracağım’ iddiasını büyük oranda realiteye dönüştürebilen ve fakat kendini aşırı ciddiye alan filmler çekiyor. İki uzun metrajından, ölüm orucundaki gerçek bir mahkumun hikayesi Hunger(2008) ve ruhsal açlığını/bunalımını cinsellikle örtmeye çalışan, kanımca sanatsal yönden en parlak işi Shame’den(2011) sonraki bu üçüncü filminin ismi bile yeni bir meydan okuma. 12 Years A Slave(2013), her ne kadar aynı adlı kitaptan uyarlandıysa da herhangi bir isim değişikliği sürpriz olurdu. Çünkü ortada kanıtlanma arayışının yahut çeşitli komplekslerin ürettiği kibre kayan bir tavır var ve bu didaktik/çiğ isimler bana geçmişimden bir şeyler hatırlatıyor. 15-16 yaşlarında bir ergenken tek sayfalık kişisel yorumlarımı içeren maddelerden oluşan (Umut, Aşk, Emek vb) 100 sayfa civarı bir ‘hayat ansiklopedisi’ yazmayı düşlerdim. Yıllar bana bunun saçmalığını, böylesi ego bazlı girişimlerin anlamsızlığını gösterdi. McQueen’in de bazı derin meselelerden önce; ego ve tevazu gibi içsel değerlerle yüzleşip büyümesi, sinemasını da büyütecektir diye düşünmekteyim.
Salihcan’ın yazılarını ilgiyle okuyorum. Bu yazıda da çok iyiydi. Steve McQueen’in çalışmaları arasında en toplumsal film olarak bunu gösterebiliriz. Gerek sinematografisi gerekse yönetimi itibariyle bence aldığı tüm övgüleri hakediyor.