Bu yıl 21-22 Şubat tarihlerinde üçüncüsü düzenlenecek olan alldesign Uluslararası Tasarım Konferansları ve Yaratıcı Endüstriler Fuarı Proje Direktörü Ali Bilge ve alldesign ekibini ziyaret ettik. Sosyal medya sponsorları arasında Fil’m Hafızası’nın da bulunduğu fuar, Türkiye’de ve Dünya’da tasarım algısı ve sinemanın teknoloji-tasarım ilişkisi üstüne keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
İlki 2011 yılında düzenlenen alldesign organizasyonun çıkış noktası ve bugüne kadarki ilerleme sürecini kısaca özetler misiniz?
Çıkış noktası çok basit aslında. Türkiye’de hayatımıza giren tasarım ürünlerinin ve tasarımla ilgili diğer şeylerin etkisi oldu. Neticede Türkiye’nin de hepimizin yaşadığı bir ekonomik tarihi var. 75-85’ doğumluların bile 10-15 yıllık zaman diliminde kendi içinde yaşadığı bir süreç var. Nasıl olduğuna gelince, kısaca yaşam diyebiliriz. 80’lerde genelde evimizde buzdolabı, televizyon gibi temel ihtiyaç ürünleri vardı. Ancak 90’larla birlikte bu durumda farklılaşma görüldü. Şöyle bir televizyon olsun, böyle bir televizyon olsun durumu yaşandı. TV, Trinitron oldu. Trinitron inceldi LCD oldu, led oldu vs. Örneğin, eskiden bir gaz ocağının üstüne koyup çaydanlıkta su kaynatıyorduk ama şimdi öyle değil. Fuar katılımcılarımız arasında ‘konuşan çaydanlık’ yapan müşterilerimiz var. Üretimleri yurt dışında yapılmış olsa bile fikir ve tasarım olarak Türkiye’deki ofislerde Türk firmalar tarafından yapılan şeyler. Bunların hepsinin hızlanma noktasında, yani üç sene önce alldesign’ın çıkış felsefesi çok doğru bir zamanda gündeme geliyor: Türkiye’de bu tür yaratıcı endüstriler ve tasarımla ilgili konferansın eksikliği. İlk yılında Haliç Kongre Merkezi’nde yalnızca konferans olarak yapılıyor. Yalnızca Türkiye’den tasarımcıların katıldığı bu konferansın ardından bir sene sonra aynı zamanda fuar olarak da düzenlenmeye başlıyor. Çünkü artık bunu Türkiye’de destekleyebilecek firmalar ve tasarım ofisleri var.
Bir yandan gündem bizi çok meşgul etse de Türkiye olarak gerçekten büyüyoruz çünkü, hem de yalnızca rakamsal olarak değil. Belki günlük gürültüden bunu çok fark edemiyoruz. Ama netice itibariyle bizim gibi ülkelerin doğal bir gelişim süreci var. Bu durum Türkiye’de ürün pazarına da etkisini gösteriyor. Artık Türkiye’de pazarlama departmanlarındakiler, firmalar tasarımın nasıl katma değer eklediğini fark ettiler. Bunu söyle açıklayabiliriz: Daha önce Amerika Birleşik Devletleri’nin, Avrupa’nın, Uzakdoğu’da Güney Kore’nin, Japonya’nın II. Dünya Savaşı’ndan sonra geçirdiği evrelerin bazılarını biz de yaşıyoruz. Kısacası, çok basit üretim çerçevesinden çıkıp onun yerine yalnızca üretmek değil ürettiğinizi dünya pazarlarına taşıyabilmek. Üretimde yalnızca verimlilik, girdi maliyetlerini planlamak değil aynı zamanda tasarım ve pazarlama gücüyle aynı ürünleri maliyetinizin dört-beş katı fiyatlara satmak. Bu çok kısa bir sürede yaşanabiliyor. 8-9 sene önce Steve Jobs i-pad vb. gibi ürünleri icat etti ve bir anda tüm diğer markaları geride bırakıp dünyanın bir numarası oldu. Bizim yerel örneklerimiz de var. Kısacası, siz tasarım ve inovasyona yatırım yaptığınız zaman yalnızca yerel pazarda değil tüm dünya pazarlarında fark yaratabiliyorsunuz. Buna ilişkin örnekler geçmişte de şu anda da var olduğundan daha çok istek oluşuyor. Bu anlamda fuar ve konferansların çeşitli sektörlerde tasarımla ön plana çıkmış firmaların temsilcilerini bir araya getirip ortak bir sinerji yaratmak, birbirlerinin potansiyel müşterilerinden faydalanmalarını sağlamak, işbirliklerinin geliştirilmesini sağlamak ve şu anda tasarımda ülkemizde gelinen noktada bunun iş geliştirme anlamında tetikleyici bir platform olmasını sağlamak.
Aklın gözüyle görerek hayata küçük bir fırça darbesi atmak, dünya tasarım okyanusuna İstanbul’dan bir kelebek uçuşu etkisi yaratmak mıdır? Avrasya, Ortadoğu ve Doğu Avrupa’nın yeni tasarım üssü olmayı amaçlarken ilerlediğiniz yolda ortaya çıkardığınız etkileşimden söz eder misiniz?
Tüm bunları konuşmak için henüz erken olduğunu düşünüyorum. Açıkçası ben daha gerçekçi olmayı tercih ediyorum. Bu gerçekten de bir kıvılcım. Satışa sunulamamış bir hayal, tasarım dünyasında çok da gerçekçi olamayabiliyor aslında. Neticede bir tasarımı o pazarın koşullarına göre sunmuş ve onun başarısını sağlamış olmak tüm o tasarım sürecindeki her departman için çok değerli. Bu bir tasarım ofisi ya da tasarımcı olabilir ve tabi ki onun da belirli bileşenleri var: Tasarımı pazara sunma koşullarını birlikte belirledikleri pazarlama departmanı, ar-ge departmanı ve o tasarımla ilgili firmanın distribütörlük ve satış kanalı. Tüm bunlar bir araya doğru biçimde geldiği zaman başarı da beraberinde gelebiliyor. Biz bu tür başarı hikâyelerinin paylaşılacağı bir platform hazırladık. Ancak buradaki entaraksiyonları, fikir alışverişlerini ve yaratılmış iş fırsatlarının ne kadarının gerçeğe dönüşüp dönüşmediğini ölçebilecek bir pozisyonda değiliz şu anda. Tasarım üssü olmak için de her ne kadar bölgesinde çeşitli sorunlar vs. bulunsa da İstanbul çok çok uygun bir konumda. İlk nedeni hava yollarının da çok gelişmesiyle İstanbul’un bir hub haline gelmesi. En büyük avantajı bu. Direkt uçuşlarla hem doğu-batı hem kuzey-güney uçabiliyorsunuz. Örneğin, Baltık ülkeleri arasında tüm ülkelerin direkt uçabildiği tek şehir İstanbul.
Bu, devletin de, kurumların da politika haline getirmesi gereken bir anlam taşıyor. Eğer bir üs olmaktan bahsediyorsak bunun çeşitli ayakları var ve elbette ki alldesign bu mekanizmanın parçalarından biri. Ancak bunun diğer bileşenleri de var tabii ki. Bunun en başında devlet geliyor; sonrasında tasarıma ilişkin mesleki kuruluşlar, akademik kuruluşlar, aynı zamanda tasarımla ortaya çıkabilecek meslek kuruluşlarının bir araya getirdiği İMMİB gibi kuruluşlar. Bunların hepsinin doğru bir şekilde, doğru bir sinerjiyle bir araya gelmesi bir marka oluşmasını sağlıyor. Zaten artık ülke olarak bir marka haline gelmeniz gerekiyor. Örneğin, giydiğimiz t-shirtlerde eskiden “Made in Italy” vs. yazıyordu. Ancak şimdi “Designed in Italy”, “Made in China” ya da “Made in Endonesia” yazıyor. Bu nedenle sizin ülke olarak marka haline gelmeniz önemli. Bu, dizayn olacaksa tamam ya da üretim de olabilir. Örneğin şu anda dünyada söz konusu üretimse aklımıza Çin geliyor, tasarımdaysa mobilyada hâlâ İskandinav ülkeleri biraz daha ön plana çıkabiliyor. Bunu kırmak için mücadele eden çok fazla firma var. Mesela, dünyadaki tasarım organizasyonlarındaki ülke pavilyonlarına baktığınızda çok ilginç firmaların tasarımla marka olmak için yatırım yaptığını görürsünüz. Bu yalnızca bireysel girişimlerle değil, aynı zamanda devlet kalkınma ajanslarının da birtakım inisiyatifleri oluyor. Ekonomi Bakanlığı’nın da bu açıdan güzel bir insiyatifi var: “Design Turkey”. Ancak farklı farklı inisiyatiflerin bir araya gelip daha fazla iletişimle ve doğru bir sinerji ile ilerlemesi gerekiyor ki farklı enerjiler çok daha verimli olabiliyor. Çünkü dünyada çok sıkı bir rekabet var. Onu da görmezlikten gelmemek gerek. Bir anda bir ülkenin çok ciddi boyutta stratejiler izleyerek çok öne çıktığını görebiliyoruz. Bu nedenle gündemimizi kaplayan şeylerden kafamızı kaldırıp bu tür konulara ilişkin tüm bileşenlerin bir araya getirilip ısrarlı ve sürdürülebilir adımlarla ileri götürülmesi gerekiyor.
Organizasyonun bir de Yaratıcı Endüstriler, İç Mimari, Dekorasyon, Obje Tasarımları ve Ürünleri Fuarı gibi bir sergi ve pazarlama boyutu var. Bu fuardan biraz bahsedebilir misiniz? Sektörel geri dönüş ve verimlilik açısından etkileri nelerdir?
Bu sene alldesign’ın üçüncüsü yapılıyor. Ancak bu fuarı ilk kez geçen sene düzenledik. Tabi ki fuarı yalnızca yapmak önemli değil. Aslında katılımcılara yalnızca bir platform sunup “Burada ürünlerinizi tanıtabilirsiniz.” diyorsunuz. Ancak sizin belirttiğiniz gibi bunun takibini de yapmak gerekiyor. Çünkü bu noktada artık bir bayraktarlık görevi de üstleniyorsunuz. Bir tasarım fuarı ve konferansıyla bu kadar değerli isimleri Türkiye’ye getirdiğiniz ve gelişmekte olan bir ülkede bu kadar değerli firmaları bir araya topladığınız zaman misyonunuz oldukça önemli olabiliyor, hele ki Türkiye koşullarında… Ayrıca gelişmekte olan bir ülkede iç pazar o kadar da gelişememiş olabiliyor. Baktığınızda lüks tüketimi seven bir müşteri kitlesiyle yalnızca temel gereksinimlerini gideren, daha alt segmentlerdeki müşteri kitlesi arasındaki orta segment müşteri kitlesi tam gelişememiş olabiliyor. Bu nedenle, katılımcı firmaların başarısını takip etmek platformun görevlerinden biri. Tabi ki geçen sene organizasyonun tam önceliği değilmiş bu elbette. Ancak bu seneki hedeflerimizden biri katılımcı firmalarımızın entaraksiyonlarını ölçebilmek. Bu verileri tabi ki müşteri anketi gibi yapamayız. Ama ne kadar kart alışverişi yapıldı ya da bir kaç ay sonra bu kartvizitlerden kaç tanesi sizin için bir iş fırsatına dönüştü gibi çok daha bilimsel sistemleri, aslında gelişmiş birçok firmanın uyguladığı gibi, bu tür platformların uygulaması gerekiyor.
Birçok farklı alandan “tasarımcı” konuklarınız oluyor. Geçen yıl sinema sektöründen oldukça popüler konuklar ağırlamıştınız. Bu yıla baktığımızdaysa daha çok temel tasarıma bağlı konuşmacıları görüyoruz. Bu seçimlerinizde öncelikli hedefleriniz nelerdir? Yıl boyunca özellikle Avrupa’da yaşanan sosyal ve toplumsal olayları dikkate alıyor musunuz ya da kendi içinizde belirli bir sınır çizerek mi ilerliyorsunuz?
Eğer ikisi arasında bir tercih yapmam gerekirse biraz daha sınır belirleyerek ilerlememiz gerektiğini söyleyebilirim. Açıkçası, toplumsal olaylar biraz savrulma yaratabiliyor. Bizim buradaki amacımız çok profesyonel seviyede gerçekten de tasarım ve bu bahsettiğim yaratıcı endüstrilerle ilgili herkese ilham verici konuşmacıları bir araya getirebilmek. Bunun için de organizasyon büyüdükçe geçen senelerde atladığımız ya da daha ön plana çıkabilecek bir konuşmacının kim olabileceğine dair veya gerçekten yaratıcı endüstrilerden bahsediyorsak bu endüstriler arasında biraz daha ağırlık vermemiz gereken bir endüstri olmuş mudur diye düşünebiliyoruz. Örneğin, bu senenin hazırlıklarını yaparken fark ettiğim noktalardan biri moda ve tekstil alanının eksikliği oldu. Açıkçası, konuşmacıları basın görünürlüğü çok olan isimlerden seçmek gibi bir önceliğimiz yok. Çünkü bizim organizasyonumuzu takip edenler gerçekten de global insanlar. Zaten dünyada bir yerelleşmeden söz etmek artık olanaksız. Herkes her şeyi çok rahat biçimde takip edebiliyor. O yüzden bizim amacımız kitlemize ve kitlemizi de büyütebilecek olan potansiyel kitlemize “Bu ismi görmeyi çok isterdim.” ya da belki “Yurtdışında ya da İngiltere’de görememiştim.” dediklerini İstanbul’a getirmek. “Aaaa bu isim İstanbul’a geliyor.” diyerek böbürlenmenin dönemi geride kaldı. Türkiye artık dünyada çok bilinirliği olan ve saygı duyulan bir ülke. İstanbul çok ilham alınan bir şehir. Geçen seneki konuklarımızın hepsi bir gün daha fazla kalıp İstanbul’u gezmek istedi. Çünkü hepsi kendi işleri için ilham alabilecekleri bir şey bulabiliyorlar bu şehirde. Bu açıdan İstanbul için ‘unique’ diyebiliriz. Tek bir yüzü yok, çok fazla yüzü var ve hepsi de onları ayrıca şaşırtıyor. Bu da tasarım için çok önemli bir şey. Çünkü sürekli yaratıcılığı besleyebilen bir şehir.
O anlamda geçen sene medya, sinema endüstrisi daha ağır basıyo gözükse bile bu sene ‘Trend Forecasting’ alanında Lidewij Edelkoort adının öne çıkmasının nedenlerinden biri de bu. Çünkü moda ve tekstil tasarımın önemli parçalarından biri ve kendisi de bu açıdan önemli bir isim. En başında söz ettiğim gibi Türkiye artık globalleşti ve firmaların gözü yurtdışı pazarlarda. Yurt dışı pazarlarda da ön plana çıkarabilecek bileşenlerden biri tasarım. Bu nedenle dünyanın en önemli tasarım ödüllerinden biri olan ‘Red Dot’un yaratıcısı Peter Zec’i buraya davet etmek en akıllıca çözümde aslında. Hem Türkiye’de ‘Red Dot’ ödülü kazanmış firmaların tecrübelerini paylaşması hem de bu ödülü almayı kendine hedef seçmiş firmaların doğrudan Peter Zec’ten yöntemini duyması açısından çok önemliydi. Kısacası isimler her sene biraz daha çapı macro seviyede büyütebilecek, her sene biraz daha üstüne konabilecek biçimde ilerliyor. Açıkçası biz programa aldığımız ya da alacağımız konuşmacıları sene sene incelemiyoruz. Her sene bu konferansa hangi ismi katarsak son üç sene totale ne katmış oluruz biçiminde geçmişe yönelik bakmak felsefe olarak daha doğru görünüyor.
Daha önceki katılımcı konuklarınızdan alldesign’a ilişkin etkileşimlerden bizimle paylaşacağınız bir geri dönüş oldu mu?
Ron Arad buna güzel bir örnek aslında. O’nun Türkiye’ye gelmesi buradan bir firmayla işbirliği yapmasına yol açtı ve şu anda birlikte tasarladıkları bir ürün üstüne çalışıyorlar. Bunu biliyorum, ancak belki ürünü ya da firmayı telaffuz etmem doğru olmayabilir.
Tasarımın günlük hayatta da kullanılabilirliği organizasyonunuzun başlıca hedefleri arasında. Bir markanın yaratıcı ama ergonomik endüstrilerle ilerlemesinde elde ettiği farklılaşma ve sektörel konumu hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Bizimle bu tür marka örneklerini paylaşır mısınız?
Açıkçası, gerçekten kimsenin kalbini kırmamak adına değil, bir firma böyle bir fuara katılıyorsa zaten farklılaştığını göstermek ve kendini tanıtmak istiyordur. Ayrıca basın bültenlerinde de bu konudaki düşüncemizi özellikle belirtiyoruz. Bence klasik anlamda basın bülteni hazırlamanın bir önemi yok. Eğer sizinle aynı şekilde düşünenlerle bağlantı kurmak istiyorsanız, ne düşünüyorsan onu anlatmak çok önemli. Bu konuya ilişkin gerçekten çok örnek var. Yalnızca bizim fuara katılan firmalar değil, fuara katılsın katılmasın görüştüğümüz firmalar arasında gerçekten sevindiren ve bizdeki o vatansever damarı gururlandıran gelişmeler var. Örneğin evinize gittiğinizde televizyonunuzu ya da buzdolabınızı açtığınızda bile bunu hissedebiliyorsunuz. Mesela benim anneannemin buzdolabı bende, hâlâ onu kullanıyorum. O zamanları da düşünün, bundan elli sene öncesi… Bütün buzdolaplarının, televizyonların, arabaların yurt dışından geldiği bir ülkede yaşarken, elli sene içerisinde artık Türkiye’deki tüketici grubunun da artmasıyla artık tüm evlerde Türkiye’den firmaların çok iyi tasarım ve çok iyi inovasyonla ön plana çıktığını görüyoruz. Fuara katılamayan firmalardan birinin bana söylediği şu: “Biz dört ürün grubumuzla ‘Red Dot’ ödülü kazandık. Ancak biz daha uygun bir fiyata, daha ulaşılabilir bir segmentte mücadele ettiğimizden dolayı bu ‘Red Dot’ ödüllerini ulaşılabilir ve ekonomik fiyatlara da inovatif tasarım bir ürün olabilir diye aldık. Ama biz onları pazarlama iletişimi kanallarımızda kullanmıyoruz. ” Bu, tüm üretimini Türkiye’de yapan bir firma. Bu nedenle bu tür firmalarla tanışmak çok önemli.
Bir seyir kültürü olan sinema ile teknolojinin ilişkisi hakkında görüşleriniz nelerdir?
Tabi bunun arkasındaki girdileri ve maliyetleri çok fazla bilemiyorum. Ama Türkiye’de sinema sektörünün de büyümesiyle birlikte seyirci sayısını, ekonomik verileri iyi incelemek gerekiyor. Netice itibariyle Türkiye’deki televizyon ve dizi sektörünün büyümesinin sinema sektörüne bir yansıması oluyor. Dizi sektörü büyüdükçe bir yandan mutfağında ve teknik çalışanlar olarak, bir yandan da daha tasarımsal ve fikri açıdan çalışan yetişmiş insan sayısı olarak büyüdüğünü görüyoruz. Bunun çok fazla maliyeti olduğundan dolayı teknoloji kısmını Türkiye’de belki bazı sinema merkezleri çok daha iyi kullanıyor. Sonuçta Amerikan sinema endüstrisi hızlı büyüyor. Bu beraberinde de bir yandan ciddi biçimde maliyetleri azaltıp bir yandan da çok büyük kitleleri sinemaya çekebilecek efekt ve görsel şovu hazırlayabilecek olan filmleri ortaya koymasına rağmen bir yandan da başka bir tartışmayı ortaya koyuyor. Sadece içerdiği teknolojiyle filmin yarattığı ciroyu karşılaştırıp maliyet vs. hesabı yapılınca bu sefer “acaba içerik ne oluyor?” tartışması ortaya çıkıyor. Sizler bu tartışmanın çok daha fazla içindesinizdir. Hollywood’da senaristlere daha az ihtiyaç duyulması, daha fazla senaristin işsiz kalması ve buna bağlı olarak yapımcıların çok fazla görsel efekt vs. üstünde durması gibi bir durumda, o görsel efektlerle büyük bir şov hazırlanırken içerikteki senaryo, kurgu vs.nin eksik kalmaya başlaması gibi tartışmalar da var.
Ancak tabii ki ben tasarım tarafına biraz daha meraklı olduğumdan, dolayısıyla bilim-kurgu janrıyla daha çok ilgilenmemden ötürü bu benim için bir avantaj. Ben ve benim gibi izleyiciler için filmlerde yeni dünyaların bilgisayar başında kolayca tasarlanıp bunun iki saatlik bir görsel ziyafet şeklinde sunulması çok çok daha iyi. Ama teknolojinin nereye gideceği aslında belli.
4D hatta 5D sinema teknolojisi hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce bu teknolojiler bir sanat dalı olan sinemaya bir yenilik getirerek farklı tasarım alanları oluşmasını sağlayabilir mi?
Gelecekte ne olacak diye kâhinlik yapmaya gerek yok. Lidewij Edelkoort’un belki konuşmasını beklememiz gerek ama zaten “gelecek bugün” gibi bir durum var. Sinema endüstrisi çok ciddi gücü olan bir endüstri ve çok büyük yatırımlar yapılıyor. Örneğin, 3D teknolojisi ucuzladığından dolayı tekrar gündeme geldi. 1980’lerde de aslında üç boyutlu filmler vardı. Ama çok daha maliyetliydi. Ancak inovasyonla, bilgisayar teknolojisinin gelişmesiyle, işlemci hızlarının yükselmesiyle bu maliyetler küçüldü ve bu hem kamera, hem film teknolojisi hem de sinema salonlarının teknolojisine yansıdı. Şu anda 3D vb. gibi teknolojileri evimizde bile görebiliyor olduk. Bu nedenle teknoloji kaçınılmaz biçimde yaşamımızı tasarlamanın arkasındaki en önemli güçlerden biri. Bu hem günlük yaşamımızda hem de sosyal, ev ve aile yaşantımızda geçerli oldu. Türkiye’de bu durum da enteresan. Özellikle dizi sektörünün gelişmesi ve yurt dışına açılması, oralarda da bir sermaye oluşumuyla ciddi biçimde kâr elde edildi. Bu nedenle ben Türkiye’de de yakında bu tür teknolojileri göreceğimize eminim.
Sinemanın ses ve görüntüden ibaret olma sınırını aşıp başka boyutlara ulaşması sizce farklı sinema salonu tasarımlarının yaratılmasına öncülük eder mi? Sinema salonu algısındaki tasarımı değiştirir mi sizce?
Kesinlikle farklılaştıracağına inanıyorum. Aslında bu gösteri dünyasındaki en önemli itici güçlerden biri. Yine Amerika’dan örnek vereceğim ama Disney World, Universal Studios gibi tematik parkların varlığı söz konusu. Bu tematik parklarda bizim sinemada yaşadığımız iki boyutlu deneyim orada 3D dışında 4D, hatta 5D olarak yaşanabiliyordu. Buna uygun kurulmuş bir altyapıyla, hatta gerçek aktörler ve gerçekten canlandırılan sahnelerle bir takım iki boyutlu film sahnelerinin bir araya geldiği bir deneyim de pazarlanıyordu. Bu deneyim şimdi 3D ile sinema salonları dışında evlere kadar girdi. Ben, kâhinlik yapmak adına söylemiyorum ama bu deneyimin gerçekten organik bir bağ ile devam edeceğini düşünüyorum. Örneğin, son Sydney’deki yılbaşı kutlamalarında yalnızca havai fişek gösterisi yapılmadı aynı zamanda insanlara koku deneyimi de yaşatıldı. Bu tür deneyimlerin bir filmi seyrederken de yaşayacağımızı düşünüyorum. Siz bir filmi 3D izlerken, yönetmen ya da yapımcı buna ek bir boyut olarak aynı zamanda o sahnedeki bir kokuyu da oradaki farklı ambiyansı yaşamanız için duymanızı isteyecek. Artık çok daha fazla interaktif ya da role-playing biçiminde, belki daha çok online taraftaki alanla sinemadaki deneyimin bir araya geldiği daha farklı çalışmalar olacağına eminim.
Sinema endüstrisi de sosyal medyayı çok sık kullanmaya başladı. Eskiden bir film vizyona girmeden önce bir önceki filmde teaserını görürdük. Artık bir sene öncesinden sosyal medyada bir takım oyunlar, interaktif tanıtımlar vs. yapılıyor ve aslında bir film önce sosyal medyada popüler oluyor, sonra gişede de başarılı oluyor. Bunun en önemli örneklerinden biri The Hunger Games mesela. Kısacası tasarım yalnızca teknoloji tarafında değil aslında, dediğim gibi pazarlamada da tasarım tarafı değişebiliyor. Sinema endüstrisinde de bunu görebiliyoruz.
Cep telefonları, bilgisayarlar, internet siteleri/sosyal medya kanalları sizce gelecekte neleri şekillendirebilir? Filmlerin bize ne şekilde, hangi formlarda, ne gibi tasarımlarla/sunumlarla karşılaşabiliriz?
Bunlar artık sır değil ve son beş yılda edindiğimiz cep telefonlarını şu masada yan yana dizsek zaten boş kalan bir sonraki sıraya hem fiziksel çap olarak hem de yetenek olarak neyin geleceğini görebiliriz. Bu nedenle bundan beş-altı adım sonrası için benim kişisel beklentim ki ben bu tür bir teknolojinin önemli bir adım olduğunu düşünüyorum, katlanabilir ekran teknolojisi. Kısacası tek bir alana sıkışmış uygulamalar değil daha açılabilir-katlanabilir LCD uygulamalar. LCD teknolojisinde istediğimiz gibi büyütüp küçülterek telefona kadar indirgenmiş tüm medya uygulamalarını istediğimiz yerde açıp TV seyretmek ya da daha küçük bir alanda cebimize sokmak gerektiğinde yalnızca telefon olarak kullanmak gibi uygulanması. Kâhinlik yapmamı isterseniz benim için bir sonraki adım budur. Çünkü artık o kadar hızlı gelişiyor ki her şey, gelecek hakkında konuşmak gelecek haftaya ilişkin konuşmak gibi bir şey oluyor. Geçen seneye ya da iki sene öncesine kadar klasik uydu televizyonu ya da kablolu televizyon vb. kullanmış birisiyken artık tümüyle istediğim filmi-diziyi, istediğim zamanda seçerek-alarak internet ve başka kanallar kullanarak izleyen biri olarak konuşuyorum ve sadece iki seneden bahsediyorum.
Butik sinema salonlarının değişen kentsel tasarım ya da toplumsal gereksinimlerle ayakta kalmasıyla ilgili öngörünüz kısa-uzun vadede nedir?
Türkiye’de kentsel tasarım konusunda tabi ki farklı dinamikler olabiliyor. Gayrimenkul geliştirme diyebiliriz buna. Ama bence butik ya da daha geleneksel olsun, gösterdiği film seçimleriyle ya da salonu gibi kriterlerle farklı olsun diye bir seçim yapmak durumunda değiliz. “Bu tür sinema salonları bitti. Artık böyle olması gerek.” diye “Haydi yıkalım, onun yerine bunu yapalım.” gibi bir yaklaşım içerisinde bulunmamamız gerektiğine inanıyorum. Ama böyle bir yaklaşım içerisinde olmak istemeyenlerin de bu fikir ve düşüncelerini doğru bir örgütlenmeyle bu şehirde kimin karar alma hakkı varsa ona iletmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu tabii ki her zaman bu kadar kolay olamayabiliyor. Ancak baktığınız zaman bu tartışma dünyanın tüm metropollerinde yaşanıyor gerçekten. Yalnızca İstanbul değil; Londra’da, Berlin’de, New York’ta da aynı tartışma var. Hatta bazen Amerika’da bu tür durumlar çok daha hızlı yaşanabiliyor. Örneğin, New York’taki Kentsel Tasarım ve Rezervasyon konularından sorumlu bir kuruluş olmasına karşın bir anda eski bir bölgenin yok olup yerine yeni bir inşanın başladığını ya da eski bir sinema salonunun yıkılıp yerine yenisinin yapıldığını görebiliyoruz vs. Bu tür durumlarda bence karar alma süreçlerini etkileyebilmek gerekiyor. Etkilediğiniz sürece de daha doğal bir gelişime katkıda bulunabilirsiniz.
alldesign olarak iki yıldır Fil’m Hafızası’yla işbirliği içerisindesiniz. Sosyal medya sponsorluğunuzu yürüten bu toplulukla ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Madem ortada bir hafıza var. Geçmiş olmadan gelecek olmaz diye düşünerek bu hafızayı gerçekten de bizim Türkiye’deki film endüstrisinde nasıl gerçeğe dönüştürebilir, oradaki tasarımlar aslında nasıl etkilenebilir diye düşünülebilir. Çünkü orada da kostümler, setler, senaryolar ve oyuncular açısından çok inanılmaz, koşarak ilerleyen bir sektör görüyoruz.
Benim için eskiden bir tek değer vardı filmlerde, tabi ki birden fazla ama… Ben her zaman yan rollerdeki insanlara bakardım. Örneğin, arka planda ortalığı süpüren birisi ya da ana oyuncu oynarken arkadaki polis, yoldan geçenle, balkondakiler vb. Bu, bana o filmin genel kalitesi ve aslında ciddiyeti hakkında fikir verirdi. Şimdi bakıyorum, gerçekten de Türkiye film endüstrisinde hiçkimse hata yapmıyor. Arka plandakiler, yan rollerdekiler, dublörler vs. herkes yüzde yüzünü ortaya koymaya çalışıyor. O yüzden bu anlamda sizin gibi oluşumları gerçekten bir araya getirmekten çok, yaşatmak zor. Asıl önemli olan bu. Biraz daha etkileyici olmak gerekiyor.
Bize vakit ayırdığınız için teşekkürler. Çok keyifli ve verimli bir sohbet oldu.