Diyalektik, karşıtlıkları kullanarak bir problematiği çözme yöntemi olarak kısaca özetlenebilir. Cevabı, sorunun içinde aramak veya artıyı anlamak için eksiye bakmak gerektiğini ifade eden bir düşünce yöntemi. Yunan Mitolojisi’ndeki İkarus’un balmumundan kanatlar yapıp uçmaya çalıştığı hadise, diyalektik yönetiminin arkaik hali olarak kabul edilir hep; İkarus yükseğe çıktıkça güneşe yaklaşır; güneş, balmumu kanatlarını eritince düşüşü de o kadar şiddetli olur. Yani zıtlık arttıkça iki kutup arasında kurulan bağ da kuvvetlenir. Geçtiğimiz yıl Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron’un çektiği Gravity (2013) de barındırdığı diyalektik yapıyla dikkatleri üzerine çekmişti. İnsana içkin bir meseleyi insandan aşkın bir zeminde işlemesi filmi, aynı yıl vizyona giren birçok kalburüstü yapımdan ayıran önemli özelliklerinden birisiydi. Ben de filmin bu diyalektik yapısını incelemek ve kimi saptamalarda bulunmak istedim.
Uzayda Rutin Bir İş Günü
Bir uydu mekiğinin üzerinde çalışmakta olan astronotlardan Dr. Ryan Stone ilk uzay deneyimini tüm acemiliği ile yaşarken yılların gediklisi Matt Kowalski de emekliliğini kutlamak için son saatlerini saymaktadır. İnsanı hem ürküten, hem de imrendiren bir tablo söz konusudur; astronotların ayaklarının altında dünya uzanmaktadır, etraflarını çepeçevre saran derin bir karanlık ve Houston ile yapılan konuşmaların ya da aralarındaki şakalaşmaların bile bir türlü yok edemediği kasvetli bir sessizlik vardır. Ve aniden patlak veren göktaşı yağmurları yüzünden astronotlar mekikten kopup boşlukta talihsizce savrulmaya başlarlar…
Gravity’nin konusu tamamen uzayda geçse de filmi bilimkurgu türüne dahil etmenin yanlış olacağı kanısındayım. Çünkü, bilimkurgu türünün tanımlarına pek de uymayan bir yapım bu; her şeyden önce günümüzde geçiyor, ütopik veya disütopik bir gelecek söz konusu değil. Hayal mahsûlü aygıtlar, uzaylılar, ufolar, ispatı yapılamayan uzay teorileri de yer almıyor. Hiçbir sıradışılığın bulunmadığı, belki fazlaca abartılsa da, iki astronotun başına gerçekten gelebilecekleri düşünmeye çalışan bir film çekmeyi hedeflemiş Cuaron. Sırf bu yüzden de belgesele yakın bir gerçekçilikle görsele bürümeye çalışmış hikayesini. Hatta yapım notlarında yönetmenin filmi gerçekten uzaya gidip çekmek gibi çılgın bir düşüncesinin olduğundan da söz ediliyor. Vakti zamanında Orhan Duru’nun dilimize kazandırdığı ‘bilimkurgu’ terimini sözcük bazında ele alırsak Gravity’nin ‘bilimsel olandan bir kurgu yaratmaya çalışması’ hasebiyle onu bir nebze bu türe dahil edebiliriz belki. Fakat filmin gerilim ve dram türlerine daha uygun olduğu düşüncesindeyim. Hatta korku türünün sularına girdiğini iddia edenlere bile hak verebilirim.
Gravity’nin izleyeni etki altına almasında aslan payını görsel dile vermek gerek elbette. Zaten film hakkında dolanan fısıltı gazetelerinde, kimi eleştiri yazılarında, izleyenlerin yaptıkları sohbetlerde en çok öne çıkan nokta filmin bu kusursuz görsel yapısıydı. Avatar (2009) ve Hugo (2011)’dan sonra Gravity’nin 3D tekniğini bir üst seviyeye taşıdığı, daha bir çeşitlendirip işlevselleştirdiği kesin. İzleyeni uzayın boşluğundaymış gibi hissettirebilen bir gerçekçiliğe sahip.
Alfonso Cuaron’un sinemasına aşina olanlar yönetmenin uzun planları ne kadar çok sevdiğini bilir. Minimalist filmlerde rastladığımız türden bir ‘uzun plan’ değil elbette kastettiğim; kesme yapılmadan çekilmesi neredeyse olanaksız olan aksiyonları içeren bir uzunluk bu. Yönetmenin en çok bilinen filmlerinden Children of Men (2006)’deki araba sahnesini veya finalindeki savaş sahnesini hatırlatmak ne çeşit bir zorluktan bahsettiğimi anlatmaya yetecektir. Cuaron, Gravity’de de yine parmak ısırtan uzun planlar kullanıyor. Özellikle 13 dakikalık açılış sekansını anmak gerekli. Kamera kâh en geniş planlara açılıp astronotlarımızı ufacık bir noktaya çeviriyor, kâh onlarla birlikte hızlıca tepe takla dönüyor ve hatta Dr. Stone’un kasketinin camının içine girip onun öznel açısını bizlere gösteriyor. Yönetmenin uzun plan çekme konusunda artık sınır tanımadığını gösteren bir açlış bu.
Uzun planların, gösterilen mekanı izleyiciye daha çok benimsettiği, karakterlerin duygu ve düşünceleriyle daha çok özdeşleştirdiği ve filmdeki zaman algısıyla seyircinin zaman algısını bağdaştırdığı için kullanıldıklarını biliyoruz. Cuaron da bir yandan belgeselci titizliği ile çalışarak görsel tasarım anlamında bir gerçeklik yaratıyor, bir yandan da uzun planlarıyla öyküsünün gerçeklik algısını kuvvetli bir şekilde vermeyi deniyor. Tüm bu yaratılan gerçekçilik, hikayenin içine girilmesi için oluşturulan basamaklar aslında. Peki bu basamakları çıkıp hikayeyi irdelediğimizde nasıl bir sonuç elde ediyoruz?
Ölüm korkusu mu, doğum sancısı mı?
Gravity’i diyalektik yöntemle çözümlemeye çalışacağımı yazının başında belirtmiştim. Böyle bir gözlük takarak filme baktığımızda rastladığımız ilk zıtlık; iki astronot arasındaki iş deneyimi oluyor. Birisinin ilk iş deneyimi iken, diğerinin son iş deneyimi. Mesleğe yeni adım atan acemi Ryan Stone’a tezat bir biçimde Matt Kowalski hayli bilinçli, soğukkanlı ve tecrübe sahibi bir astronot. Bu tezatlık bizi filmin merkezine iletmiyor elbette; ancak hikayenin zıtlıklar üzerine kurulu olduğu, anlam arayışımızı da zıt kutupları irdeleyerek başlamamız gerektiği hususunda fikir sahibi yapıyor bizleri. Diğer yandan dramatik yapının da kurulması için elzem bir adım bu: Karakterlerden birisi acemi olmalı ki bir eksikliği ortaya çıkarsın, uyumu bozsun, dengeyi bertaraf edip kaotik süreci başlatsın. Yine aynı şekilde karakterlerden bir diğeri de deneyimli olmalı ki kaosu tamir edebilecek yetkinlikte olabilsin. Gravity’de dramatik yapı tam da böyle bir eksene oturtuluyor. Bozulmanın başlangıcından dengenin sağlanacağı finale, yani şemalaştırırsak A noktasından B noktasına uzanan çizgide eksiklik, noksanlık gideriliyor. Bu eksiklik de elbette çaylak olanın olgunlaşması şeklinde özetlenebilir. Ayrıca bu olgunlaşma sürecine paralel olarak Dr. Ryan Stone’un ruhsal yapısındaki melankoli ve özgüvensizlik de yerini yaşama isteğine, optimizme ve kendine güvene bırakıyor. Cuaron, bu klasik anlatı biçimini kullanarak öyküsünü başlatıp sorunsuzca nihayete erdiriyor. Bunu yaparken de ufak dokunuşlarla böylesine klasik bir anlatıyı özgünleştirmeyi başarabiliyor.
Dr. Ryan Stone’un film boyunca mücadele verdiği yegane şey ölüm. Ölmekle yaşamak arasındaki incecik ipe tutunarak hayatta kalmaya çabalıyor. Üstelik ölüm tehdidinin nerdeyse her çeşidiyle burun buruna geliyor; göktaşlarının çarpmasıyla parçalanarak ölmek, ısının düşmesiyle donarak ölmek, ısının yükselmesiyle yanarak ölmek, nefessiz kalarak ölmek, uzayın derinliğine savrulup kaybolarak ölmek, suyun altında boğularak ölmek ve yaşam gücünü yitirip teslim olarak ölmek… Ölümle çetin bir sınav içerisinde Ryan Stone. Karanlığın, sessizliğin ve nefessizliğin kasvetinde yaşamın ne denli erişilmesi zor bir armağan olduğunun bilincinde. Yaşamın nerede kendisini beklediğini de biliyor; ayaklarının altındaki gezegende, yani dünyada. Oraya İkarus gibi ‘düşmeli’ veya inmelidir. Yahut da ‘dünyaya gelmelidir.’
Ölümün koynunda savrulup duran Ryan Stone’un serüvenini diyalektik bir biçimde anlamlandırmak istiyorum. Yani bu kadar vurgulanan ‘ölüm’ mücadelesinden yola çıkarak ‘doğum’ fikrine, uzay gibi insana en uzak noktadan hareket edip en yakına, anne rahmine ulaşmak sanki astronotun bu serüvenini daha anlamlı kılıyor.
Psikoanalitik bir yöntemle Gravity’i incelemek başka bir yazının konusu elbette ama göstergeler ve semboller ışığında bakıldığında; uterus’u yani anne rahmini sembolize eden kocaman, bilinmezlerle dolu bir uzay var filmde ve bu uzay-rahim’de dolanan sperm hücresi misali bir astronot. Öznenin başlı başına kadın olması ve vakti zamanında kızını kaybetmesi de ister istemez kadınlık, daha doğrusu anaçlık/doğurganlık kavramını gündeme getiriyor.
Ortaya attığım bu düşünce doğrultusunda filme tekrar baktığımızda; diğer astronotların ölmesi ve tek bir kişinin hayatta kalmasını milyonlarca sperm hücresinin ölüp tek dölleyici sperm hücresinin kalmasına yorabiliriz. Ve bu hücre, adım adım uzay-rahim’in içerisinde olgunlaşmaya doğuma hazırlanmaya başlıyor adeta. Sessizlik ve uğultular, dışarıyla kurulan işitsel kontaklar, mekiklerin dar oval yapıları da bu ‘rahim’ şemasını destekler nitelikte. Dolayısıyla filmde üç ana süreç söz konusu; rahmin döllenmesi, ardından dölleyici spermin cenine dönüşmesi ve doğumun gerçekleşmesi.
‘İlk çarpışmayla’ astronotların bilinmeze savrulunca bir nevi dölleme süreci başlamış olur. Rus mekiğinin dışındaki iplerin ve kordonların etrafa saçılmaş bir biçimde durmalarına bu perspektiften bakarak anlam verebiliriz. Dr. Stone’u kolundan tutup bu mekiğe Matt Kowalski’nin (yani baba figürünün) getirdiğini de unutmamalıyız. Matt Kowalski’nin vedasıyla – çünkü o mekiğe tek bir astronot/sperm girebilecektir – ikinci süreç başlar.
Astronotun Rus mekiğine girip kendini kısa bir süreliğine de olsa güvene aldığı sahnede yönetmen, bu fikre arka çıkar sanki; Dr. Stone yarı çıplak halde cenin pozisyonuna gelir ve gözlerini kapatır, etrafta savrulan kordon ise, anneyle cenin arasındaki göbek kordonu gibidir. İkinci süreç, Çin mekiğiyle dünyaya iniş serüvenine kadar devam eder.
Üçüncü süreçse doğum anıdır. Küçücük bir kapsülün/embriyonun içinde dünyaya, bir nehrin diplerine inen Dr. Stone, embriyo zarını yırtıp karaya çıkar. Ayakları ilk yere bastığında hissettiği şey yaşamdır; yani yer çekimi.
Matt Kowalski bir baba figürü olarak rol alıyor hikayede. Bu sperm hücresine yol gösteriyor, destek oluyor, onun Rus mekiğine girmesini sağlayıp misyonunu tamamlayor. Yumurtaya hücreyi yerleştirdikten sonrası anne ve bebek arasında gerçekleşeceğinden babanın görevi sona eriyor.
Ölmüş olan kız figürü ise bir diğer detay. Dr. Stone uzay-rahim’de doğmak üzere olan bir cenin olduğuna göre; ‘ölü kız’ doğumun başarasız olabilme ihtimalini ima ediyor adeta. Çünkü ‘ölü kız’ın zıttı doğan/yaşayan kız’dır ve yaşam, anne karnındaki mücadeleden sonra kazanılacaktır.
Zıtlıkların filmde iç içe geçtiğini daha önce belirtmiştim. Etkileyici bir sahne de Stone’un ölüme teslim olduğu ve mekiğin tüm motorlarını kapattığı an gerçekleşiyor. Grönland’dan bir adam kazara telsize bağlanıp konuşmaya çalışıyor Dr. Stone’la. Bu esnada bir bebeğin ağlama sesini duyuyor. Ölüm tüm soğukluğuyla astronotu kuşatmışken yaşamın sembolü olan bebek sesi mekiğin içini dolduruyor. Kanlı canlı bir bebeğin filme dahil oluşu da diyalektik yaklaşımımızı kuvvetlendiriyor. Ayrıca belirtelim; Dr. Stone’la irtibata geçen adamın hikayesini merak ediyorsanız Alfonso Cuaron’un oğlu Jonas Cuaron’u çektiği Anningaq (2013) adlı kısa filmi izleyebilirsiniz. Ki aynı öyküye bağlı hem uzun metraj, hem de kısa metraj iki yapımın aynı yıl Oscar’a aday olması bir ilk olarak tarihe geçmiş bulunmakta.
Gravity’nin bir doğumu anlatması, hikâyedeki göstergelerin çağrışımlarıyla oluşan ve tamamen bana ait olan bir yorum elbette. Belki film bambaşka bir konuyu metafor edinmiş, farklı bir problematiğin üzerine gitmiştir, belki de sadece bir astronotun yaşam mücadelesinden daha fazlasını anlatmıyordur. Ben sadece diyalektik yöntemle, filmin masaya yatırdığı ölüm mücadelesinden yola çıkarak, tam zıt yöne bakmak ve doğum mücadelesine odaklanmak istedim. Ancak filmde yer alan mekik biçimleri, boşlukta savrulan kordonlar, yönetmenin tercih ettiği kadrajlar ve öyküyü sürdürdüğü güzergah sanki bu doğum düşüncesini destekler nitelikte. Nasıl yaklaşırsak yaklaşalım, Gravity’nin son yılların en dikkate değer yapımlarından olduğu bir gerçek.
Kapsamlı ve farklı bir analiz olmuş. Herkesin baktığından farklı yorumlamışsınız. Klasik eleştiri yazılarına göre farkını belli ediyor. Ben aslında doğum ve ölüm metaforunun bu kadar derin işlendiğini düşünmüyorum. Sandra Bullock’un dönerek cenin pozisyonu halini alması bana göre ilkokul seviyesinde kör göze parmak bir anlatı hali. Dolayısıyla filmdeki metaforları çok da derin bulduğum söylenemez ama sizin yazınızla daha farklı bir açıdan okuma yapabildim. Teşekkürler.
Anninqaq adlı kısa filmi ve Gravity ile olan bağlantısını bilmiyordum. Hemen izliyorum 🙂
Film içerisinde Katarsise örnek neler var bir film eleştirmeni olarak??
Ne kadar güzel anlatmışsınız söylediklerinize katılıyorum. Bilim kurgu değil hatta masal! Uzayda böyle bir olayın ihtimali ancak masallarda olur.