Kurosawa’ ya 1951′ de uluslararası ilk gösteriminin yapıldığı Venedik Film Festivali’ nde Altın Aslan ödülünü getirerek yönetmenin batı dünyasınca tanınmasını sağlayan film, gerçeklik, doğruluk, iyilik-kötülük ve adalet kavramları üzerine bir felsefi sorgulama dersi adeta. Bir şehir kapısına sağanak yağmurdan korunmak için sığınan bir ormancı, bir Budist rahip ve bir hizmetkarın bir tecavüz ve cinayet suçu üzerine konuşmaları ve geriye dönmelerinden oluşan film tüm gizemi ve dramatik yapısıyla başarılı bir gerilim yaratabilmiş seyircinin üzerinde.
Filmin başındaki gizemli konuşmalar ve ormancının olayı anlatmaya başladığı geri dönüş sahnesindeki müzik eşliğinde ormanda uzun yürüyüşü merak unsurunu yükselterek daha filmin başında seyirciyi filmin içine çekiyor. Zaten filmi bu denli başarılı kılan temel sebeplerden birinin seyirciyi filme dahil edebilmesi olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki: Ormancı ve rahibe sorular sorarak olayı dinleyen hizmetkar ve adliyedeki görünnmeyen ve duyulmayan hakim seyirci rolünü üstlenmiş. Onların aracılığıyla merak ettiklerimizi soruyor ve hikayeyi farklı ağızlardan dinliyoruz. Olaya şahit dört farklı insan (gücüyle var olan haydut, gücünü aklıyla harmanlayan samuray, namusunu korumaya çalışan samurayın karısı ve altı çocuğuna bakmak zorunda olan yoksul ormancı) dört farklı hikaye anlatıyor ve dördünün hikayesinde de açıklar, çelişkiler var. Kendi çıkarlarını düşünen insanlar aracılığıyla gerçeklik ve doğruluk algısının öznelliğini dolayısıyla göreceliliğini vurgulayan filmde salt iyi salt kötü diyebileceğimiz herhangi bir karakter de bulunmuyor. İyi sandığımız biri öğrendiğimiz yeni bir bilgiyle kötü, kötü sandığımız biri de aslında aynı zamanda iyi biri olarak karşımıza çıkıveriyor. Uzakdoğu temelli Yin ile Yang felsefesi akla geliyor bu noktada: “Değişim ve kutuplaşma aynı süreçte işler ve kutuplar birbirinin özünü karşıtında barındırır. Her şey, hiçlikten doğar doğmaz kutuplaşma da başlar. ”
Filmin sonlarına doğru da yönetmen hizmetkar aracılığıyla ipleri eline alıyor: İnsanlar kötü şeyleri unutmak ve yalan da olsa iyi şeylere inanmak ister. Böylesi daha zahmetsizdir.Bir haydut diğerine haydut diyor, asıl bencillik bu cümleleri ve olayda tek masum kalan rahibin insanlığın cehenneme sürükklendiğini düşünmeye başlamasıyla umutsuz bir tablo çizilirken, bir anda tüm masumiyetiyle bir bebek ağlaması duyuluyor. Henüz kötü bir yanını görmemiş olduğumuz ormancı, bebeğe sahip çıkıyor. Sağanak yağmurun durması ve güneşin açmasıyla da adeta umut tazeleyen yönetmen her şeye rağmen insanlığa olan inancımızı kaybetmememiz gerektiğini hatırlatıyor bizlere. Tıpkı Nazım ustanın da dediği gibi: “Umudu var büyük insanlığın, umutsuz yaşanmıyor.”
Aynı zamanda ressam olan Kurosawa, filmde yakaladığı estetik fotoğraf kareleriyle bu özelliğini sezdiriyor adeta: Çerçevelemeleri, çerçeveleri başarıyla ikiye, üçe böldüğü planlarda kameraya yakın-uzak duran oyuncu yerleştirmeleriyle yakaladığı derinlik ve oyunculara verdiği mizansenler ders çıkartılması gereken derecede ustaca. Oyunculukların payını da küçük görmemek gerek bu noktada. Hareketli haydut karakteriyle üne kavuşan ve II. Dünya Savaşı sonrası Japon sinemasının önemli oyuncularından biri haline gelen Toshiro Mifune ve neredeyse sadece yüz ifadeleriyle oynayan samuray Masayuki Mori ve karısı Machiko Kyo isimlerinin anılmasını fazlaca hak ediyorlar. Bu başarılı oyuncuların da yardımıyla tek planda bir çok şey sadelikle anlatılabilmiş. Yine aynı sadelikteki ve hiçbir gereksizliğe dönüşmeyen işlevsel kamera hareketlerini de işin içine katarak yönetmenin özgün sinema dilini oluşturduğunu görebiliyoruz. Zaten Rashomon, Kurosawa’ nın ustalık dönemini başlatan film olarak gösterilir.
Geçmişe dönmelerin başarıyla kullanıldığı filmin kurgusu da Kurosawa’ ya ait. Bu özelliği ile de döneminin diğer filmlerinden sıyrılan Rashomon, gerçeklik algısını ve adalet sistemini dert edinen, sinemanın samurayı Akira Kurosawa’nın mutlaka görülmesi gereken filmlerinden biri sadece.