“Bizler mahallemizde küçük hayatlar yaşıyoruz; marjinalize olmuşuz, katılmayı reddettiğimiz şeylerin haddi hesabi yok. Sessizlik istemiştik, artık bu sessizliğe sahibiz. Buraya geldiğimizde suratlarımız ergenlik sivilceleriyle ve çıbanlarla kaplıydı. Bağırsaklarımız öyle bir düğümlenmişti ki bir daha görevlerini yerine getiremeyeceklerinden korkuyorduk. Fotokopi makinelerinin yaydığı koku yüzünden, White-Out kokusu yüzünden, evraklardan yayılan koku yüzünden ve karşılığında ufacık bir alkış alacağımız ama başarmak için kendimizi parçaladığımız o zorlu işlerin altından kalkmak için harcadığımız çabanın bitmek bilmeyen stresi yüzünden bütün sistemlerimiz iflas etmişti. Alışverişle yaratıcılığı birbirine karıştırmamıza, sakinleştirici alıp cumartesi gecelerini video dükkânlarından kiraladığımız kasetleri seyrederek geçirirsek, her şeyin yoluna gireceğini sanmamıza neden olan baskılara maruz kalmıştık. Fakat artık çölde yaşıyoruz ve her şey çok ama çok daha güzel. Bize kayıp diyenler, aslında kendi kuşaklarının kayıp olduğunu şimdi anlıyorlar.”[1]
“Kayıp Kuşak”, 80’lerin sonundan günümüze kadar uzanan dönemde, sistemin tam ortasında yer alan ve kendilerine tüketim düzeni ekseninde bir kimlik yaratmaya çalışan, bunu yaparken de kendi kültürünü yaratan gençliktir.
60’lar ve 70’lerde doğan yönetmenleri de bu tanıma bağladığımızda Gen-X yönetmenlerinin Amerika’nın en telaşlı, karmaşık dönemlerinde -geleneksel bağlardan kopulan kayıtsızlık ekseninde- büyümüş, önceki jenerasyona göre popüler kültürle daha fazla haşır neşir olmuş, toplumun olumsuz değişimlerinin etkisinde kalarak her birinin kendilerine ait bir tarz yakalamış olduğunu görürüz. Steven Soderberg’in plastik dokusu, Quentin Tarantino’nun kışkırtıcı şiddeti, David Fincher’ın nihilizmi… Hatta Fincher’ın Fight Club‘ında (1999) Gen-X’in, ellerindeki uzaktan kumandayı bırakıp üzerine yayıldıkları kanepeden kalktıklarında neler başarabileceğini görmüşüzdür.
BEN KİMİM VE NEREYE AİTİM?
Onlu yaşlardaki gençlerin yaşamlarına son vermesine varacak varoluşsal kaygılar taşıdıkları, yönetmen koltuğunda Gen-X’in unutulmaz isimlerinden Sophia Coppola’nın oturduğu 1999 yapımı The Virgin Suicides, Gen-X’te pek sıklıkla işlenmeyen intihar temasının güzel bir örneğidir. 1970’lerin düzenli banliyölerinden biri olan Michigan’da geçen filmde gençlik hormonlarının ve isyanlarının etkisini beş kız kardeşin hikâyesinde izleriz. Lisbon kızları güzellikleriyle bizleri kendilerine çeker fakat güzelliğin yanı sıra Amerikan gençliğinin karanlık yüzünü de göstermeyi ihmal etmezler.
Filmin Air’in şarkılarından oluşan albümü ise hikayenin karanlık ve gizemli atmosferine muhteşem bir uyum sağlar. Özellikle ‘Playground Love’ şarkısının filmle bütünleşmesi, bu durumu başarıyla özetler niteliktedir.
Açılışta gördüğümüz düzenli bahçeler, mükemmel evler, yaprakların arasından göz kırpan güneş ve elinde dondurmasıyla bizlere gülümseyen Lux Lisbon’u (Kirsten Dunst) ağaca çakılan “Kesilecektir” levhası böler. Sonrasında ise kardeşlerden en küçüğü olan Cecilia Lisbon’un (Hanna Hall) bileklerini keserek intihar etmeye çalıştığı bölümle film başlar. Bu trajedi, okul arkadaşları ve çevrede oturan komşular arasında merak uyandırır ve gözler Lisbon kardeşlerin üzerine çevrilir.
“Doktor, siz hiç 13 yaşında bir kız olmamışsınız.” Cecilia Lisbon
Yarım kalmış eylemi tamamlama düşüncesi içerisindeki Cecilia’nın intiharı doktorun tavsiyeleriyle bir müddet engellenir. Evlerinde verdikleri partide bileğindeki izleri, taktığı boncuk bilekliklerle kapatır, diğer dört kız kardeşiyle birlikte aynı tip kıyafetler içerisinde eğlenmeye çalışır. Fakat bireyi tek tipe indirgemeyi hedefleyen bu toplumda Cecilia gidişata “Hayır!” der ve parti devam ederken ikinci intihar girişimini gerçekleştirir, başarılı da olur. Kızlarını bir bahçe çitine saplanmış halde bulan Lisbon ailesinin son derece tutucu ebeveynleri (James Woods ve Kathleen Turner) kızlarını eve kilitleyerek trajediden kaçınmak isterler. Fakat planları korkunç bir şekilde geri teper.
Boğucu yapraklar ve ölen ağaçlarla birlikte uzaklaştırılan, bastırılan kız kardeşleri izleriz. Ebeveynleri tarafından kilit altında tutulan bu gençler tam anlamıyla birer Gen-X bireyleridir. Engellenmeyi birincil olarak bize gösterirler ta ki yine bir Amerikan klasiği olan balo gününe kadar. Aileleri tarafından bu güne kadar kısıtlanmış kardeşler balonun özgürlüğünü çıkarırlar ve Lux’un davranışları sonucunda bu defa daha sert bir cezaya maruz kalırlar. Bu seferki ev hapislerinde dış dünyayla iletişimleri tamamen kesilmiştir hatta dinledikleri plaklar bile ebeveynleri tarafından ahlak bozucu olarak nitelendirilerek imha edilmiştir.
Filmin final sahnesine yaklaştıkça kızlar karşı evden onları gözlemleyen çocuklar tarafından birer cinsel obje olmaktan çıkarılıp, özgür bırakılması gereken tutsaklara dönüşler. “Hapisteki” kız kardeşlerle, kodlanmış bir konuşma biçimi geliştiren çocuklar, bazı şarkıları telefonda dinletmek suretiyle iletişime geçerler.
Kız kardeşlerin yaşamlarına son verdikleri sekans, bir korku filmi gibi yansıtılmasından ziyade daha çok bir öteki dünya havasında verilir. Kurtuluş hayalinin gerçek olmasına bir adım kala ölümler gerçekleşir. Bir rüya sekansı olarak da düşünebileceğimiz bu sahnede karşı evdeki çocuklar “Arabamız var ve depo dolu” demelerine rağmen kız kardeşleri kurtaramazlar. Gerçek dışı olarak düşündüğümüzde daha anlam kazanan Lux’un arabadaki intihar sahnesinde de yaşama gönüllü olarak son verme durumu Coppola’nın şiirsel anlatımıyla duyarlı bir biçimde betimlenir.
Kurmaca ile yaşam arasındaki ince çizgide, ölümü seçmek modern zamanda yaşamın ne kadar değersiz olduğunun bir göstergesidir ve bu sebeple The Virgin Suicides bir Gen-X yönetmeni tarafından yapılmış filmler arasında bugüne kadar en rahatsız edici olanlardan birisidir.
[1] Douglas Coupland, Generation X: Tales for an Accelerated Culture, 7th Ed., New York: St. Martin’s Press, October 1992, s. 17-18Yaralanılan Kaynak: Peter Hanson: The Cinema of Generation X