Bu sene 14’üncüsü düzenlenen İstanbul Bienali, kavramsal çerçevesini ‘tuzlu su’ üzerinden açıklarken şehrin geneline yayılmayı ve dört bir tarafı tuzlu sularla çevrili İstanbul’un denizlerinden, derinlerinden ve yükseklerinden faydalanmayı ihmal etmiyor. Farklılaşan, birbirinin devamını var eden ya da yalnızlaşan dalgalara sanat aracılığıyla bir bakış atıp dalga ve çizgi türleri üzerinde, bu dalgalara yansıyan ışınların kaygan ve dinamik yüzeylerinde duruyor. Sonuç cümlesi olarak ise bir enerji aktarımı bütünselliği sunuyor.
ARTER’in giriş katındaki şu dizeler savaşın orta yerindeki bahçelere su serpiyor:
“Küçük zevkler dindirmeli büyük trajedileri
Bu yüzden sakınmam sözümü
Savaşın orta yerinde bahçeleri anlatırken.”
(Carolyn Christov-Bakargiev / Vapurda, 23 Ağustos 2015)
Resim, yerleştirme, video çalışmaları başta olmak üzere farklı alanlarda eser ve fikirleri barındıran bienal, 60’ın üzerinde sanatçıyı, denizbilimciyi, matematikçiyi, nörobilimciyi ağırlıyor.
Siz Hiç İncir Ağacının Çiçek Açtığını Gördünüz Mü?
Meriç Algün Ringborg, Adahan Otel’in 104 numaralı odasında, “Siz hiç incir ağacının çiçek açtığını gördünüz mü?” diye soruyor. Odadaki televizyonda video gösterimi yapılırken arka tarafta kurumakta olan incir yaprakları, en gösterişli kokusuyla mekânı örtüyor.
Videoda, incir ağacının çiçeklerinden ve bu çiçekleri döllemek için mücadele veren dişi arılar üzerinden kurulan bir metaforla dişilik mefhumunun gücüne ve fedakârlığa vurgu yapılıyor. İncir ağacının çiçekleri, meyvenin özüne yakın bir yerde bulunuyor. Buraya ulaşmanın tek yoluysa meyvenin içine açılan dar kapıdan geçmek. Dişi arı, karnını patlatma pahasına bu zorlu mücadeleye giriyor ve bütün gücünü kullanıp, nihai fedakârlığı yapıp çiçeği döllemeyi başarıyor. Erkek arının bu süreçteki tek “kutsal” görevi ise dişinin dışarı çıkmasına yardımcı olmak.
FLO’nun 4. katındaki ‘Şiddet Görmüş Kadınlar Atölyesi’, kadını çağrıştıran resim ve objeleriyle “Kadın kadındır çiçek babandır!” sloganını en gür şekilde haykırıyor. Kumaş boyası kullanma kılavuzundan tutun klitoris sünnetine kadar yazınsal ve görsel objelere, kadın rahmine vurgu yapan yerleştirme eserlere kadar birçok çağrışımsal nesneyle kadın ve kadın olmak üzerine görüşler, eleştiriler barındırıyor. Erkek sünneti erkeği erkek yaparken, klitoris sünneti kadınlığı yok ediyor. Tam da bu noktaya parmak basıyor bienalin FLO ayağı. Kadınlarla ortaklaşa yürütülen bir geleneksel sanatlar atölyesi inşa edilirken toplumda kadının araç olarak görülmesi, özgürleşememesi, hak talep edememesi, değersizleştirilmesi üzerinde sert adımlarla bir türkü tutturuluyor.
Irk ve cinsiyet ayrımcılığından kurtulmak, kadının toplumdaki yerini eleştirel bir bakışla yeniden kurmak, feminist mücadeleyle ikincileştirilen kadına dikkat çekmek ama bu mücadelede yer alan/almak isteyen erkeklere de ikiyüzlülüğü yasaklamayı ihmal etmemek…
Pier Paolo Pasolini’nin, Salò o le 120 giornate di Sodoma (1975) filminde, cinselliği baskıcılığın ve Hitler faşizminin bir metaforu olarak kullanmasından da dem vuran sergi, “Cinsellik nedir?” sorusu üzerinden baskının çizgilerini kurmayı da hedefliyor. İçeriye alarak ve dışarıda bırakarak yüzeyde veya derinde olduğu fark etmeksizin, yön değiştiren çizgilerle sınırlı alanlar var etmeyi deniyor. Adahan Otel’deki incir yaprakları, çiçekleri dölleme uğruna acılar çeken dişi arılara bir ağıt niteliğinde koku bırakırken; FLO’nun en üst katındaki kadınlar atölyesi, duvarda asılı bir matkapla erkek (!) tarafından gözlenmeyi sürdürüyor. Bir erkek de incirin dışında kadının çıkmasını bekliyor. Erkek arılar, incir ağacının çiçek açtığını hiç göremiyor. Yalnızca biz biliyoruz: kadınlar.
Ezgi Ceren Kayırcı’nın kelimeleriyle: Doğduk ve yaşamak hakkımız.