Adana’nın en güzel bakan adamı Caner Cindoruk, son 4 – 5 yıldır, sinema ve televizyon dünyasının en çok aranan aktörlerinden biri hâline geldi. Kendisi ile sinemadan kitaplara, tiyatrodan Ortadoğu’ya, ülkemizden Adana Demirspor’a uzanan derin bir sohbet gerçekleştirdim. Dilinden dökülenler, kalbinden yansıyanlardan ibaret. Yer aldığı yeni sinema filmlerini, tiyatro oyunlarını ve birçok farklı konudaki yorumlarını merak ediyorsanız; sizleri aşağıda keyifli bir sohbet bekliyor.
Abi rahmetli deden şair,
Gizli şair!
Baban Orhan Kemal Öykü Ödülleri’ni iki kere kazanmış bir öykü yazarı, amcan Erdal Cindoruk’un da Adana Belediye Tiyatrosu’nda sanat yönetmenliği geçmişi var. Sanat ile hemhâl olmuş bir aileden geliyorsun ama ekonomik şartların zorluğu ailenin peşini hiç bırakmamış. Belki de bu nedenle konservatuar yerine Çukurova Üniversitesi’nde işletme okumuşsun.
Doğru.
Hep aklını kemiren o geçim kaygısını, ne oldu da ardında bırakıp, İstanbul’a doğru yola çıkabildin?
Aslında her şey bir fikirle başladı. Tabii bu fikrin oluşumundan önce yaşanmışlıklar var. Babam öykü yazarıydı. Ama yazmak hiçbir zaman para getirmediği için, işportarcılık yaparak ailesini geçindirmeye çalıştı. Yıllarca bunun ekonomik zorluğunu yaşadık. Bir yandan da olumlu yönde, aile ortamımdan kaynaklı, 14 yaşında Adana Şehir Tiyatrosu’nda çalışmaya başladım. Turgut Özakman’ın Fehim Paşa Konağı oyunu ile de 17 yaşımda ilk profesyonel oyunuma çıktım. Bu benim aynı zamanda tiyatrodan ilk para kazandığım dönemdir de. Sonraki 10 yıl boyunca 20’den fazla oyunda yer aldım. Bu 10 yılda genç bir insan olarak, kendime yetecek kadar para da kazandım aslında. Fakat bir şeylerin artık beni tatmin etmemesi; bir gün bir yerde tıkanacağımı, kitleneceğimi düşünmeme neden oldu. Tiyatro yapmaktan mutsuz olmaya başlamıştım. Bu 10 yılın sonunda, artık geliştiğim değil, gerilemeye başladığım hissine kapılmıştım. Bir küskünlük, bir kızgınlıkla Adana’da tiyatro yapmamaya karar verdim ve bu mutsuzluk benim Adana Şehir Tiyatrosu’ndan istifa etmemle son buldu. Daha farklı imkânlarla sinema ve tiyatro yapma fikrimi, üç arkadaşıma da empoze ederek (bir zafer gülüşü veriyor), atladık geldik İstanbul’a. Tabii her şey beklediğimizden hızlı gelişti. Televizyon faktörü girdi devreye ve bana olumlu anlamda, sinema ve tiyatro adına güzel kapılar açıldı.
“Edebiyatla uğraşan bir insan, önce dergilerde pişer.” demiş baban. Senin de Ot dergisini sevdiğini biliyorum. Hatta “35 Yaşında Aktör Olmak” ismiyle kaleme aldığın, çok güzel bir denemen yer aldı dergide. Peki senin tabirinle; babanın işportacılık yaparak öyküleri ile aşmaya çalıştığı Torosları, sen şimdi oyunculuğunla aşarken, edebiyat da yanında geliyor mu?
Ben bir edebiyatçı değilim. Oyunculuk yapıyorum ve mesleğime çok âşığım. Sanırım mesleğimin yerine de başka bir şey koyamam. Ama edebiyatı seviyorum. Babam iyi bir edebiyatçıydı. Bir küçüğüm Taner Cindoruk, şair. Çocukluğundan beri şiir yazıyor, hatta kitabı var. En küçük kardeşim Münir Can oyunculuk yapıyor. İstanbul Devlet Konservatuarı mezunu. Yani edebiyatla iç içe bir aileyiz. Konuya dedemden başladık. Dedem de gizli gizli şiir yazardı. Fabrika işçisiydi. Orhan Kemal’le aynı fabrikada çalışıyordu. Sanırım bu genetik bir şey ve ailedeki edebiyat yönü daha çok babama ve Taner’e bulaşmış. Bana da bir parça bulaştığını söylüyorlar. Evet kendi çapımda bir şeyler yazıyorum ama edebiyatçı kimliğim olmadığını düşünüyorum. Çünkü aksi düşüncemle, bir sürü edebiyatçıya haksızlık yapmış olurum. Edebiyat çok başka bir alan. Beni ise rahatlatan bir şey. Mesela kendi kendime gitar da çalıyorum ama o da çok amatör bir şekilde. Yani bu tarz uğraşılar, insanın kimliğine iyi gelen uğraşılar. Sinemanın içinde de birçok farklı sanat dalı olduğu için, her alanda biriktirmem ve bilgilenmem gerektiğini düşünüyorum. Çünkü oyunculuğun % 50’si yeteneğinle, kalan yarısını da çalışarak ve entelektüel birikimle mümkün kılabilirsin. Yani sadece edebiyat değil, sanatın her dalı benim bir parçam.
Okumayı seven hemen herkesin, etkilendiği şairler ve yazarlar vardır. Senin şairlerin ve yazarların kim?
Çok yazar ve şair var aslında. Önce kendi edebiyatımızdan örnek vereyim. Mesela Sait Faik. Hâlâ öykülerine döner bakarım. Bir şey yazacağım zaman bile döner bakarım. Bana çok ilham verir, dilini çok beğenerim. Sabahattin Ali kezâ… Şairlerimizden Turgut Uyar, Cemal Süreya, Edip Cansever, Sezai Karakoç. Çağdaş şairlerimizden Haydar Ergülen, Didem Madak şiirleri çok etkiler beni. Mesela hâlâ dönüp Dario Fo metinlerini okuduğumda büyük bir rahatlama yaşarım. Son dönemlerde ise Milan Kundera kitaplarına sardım. Dostoyevski ve Çehov’u zaten saymasam olmaz. Yani bu liste uzar gider bende.
Bir alaylı olsan da, bence birçok konservatuar çıkışlı, senin eline su dökemez. Üstüne yakışıklı ve Adanalı bir abimiz olarak; konuya direkt reklamlardan, ajanslardan veya popcorn dizilerden başlamış biri de değilsin. Yani Caner Cindoruk’un gerçek top oynama sahası tiyatrodur diyebilir miyiz?
Evet diyebiliriz. Bu işe başlarken de öyleydi. Çünkü ben oraya âşık olup bu işe başladım. Sahnenin üstünde yaşanan büyüye âşık oldum. Seyirci, sen ve Tanrı arasında bir kez gerçekleşen bir âna şahit oluyorsun. Çünkü hiçbir oyun birbirinin aynısı olamaz. Seyirci değişir, oyuncunun ruh hâli değişir. Aynı metni oynarsın ama hiçbir yorum birbirinin aynısı değildir. Bu, o an algılanıp yaşanan bir durum olduğu için ben sahne üstünde olup, ete kemiğe bürünmeye, ‘büyü’ diyorum. Sahne önü ve arkasındaki matematik çok başka. Bir karakter, sizi sahne önünde bir şeylere inandırmaya çalışır. Sahne arkasında ise gerçek bir dünyaya tanıklık edersin. Bu ikilem bana çok mistik gelmiştir. Ayrıca hâlâ sahneye, yüzüncü oyunum bile olsa, inanılmaz bir heyecanla çıkıyorum. Sanırım bu adrenalin duygusu da, bizi sahne üstünde kalmaya mecbur kılıyor.
O zaman biraz güncel sahne çalışmalarından bahsedelim. Seyirci seni kâh Moda Sahnesi’nde “Köpek, Kadın, Erkek” oyunu ile kâh yakın zamanda sahnelenmeye başlanan müzikaliniz “İstanbulnâme” ile izleyebiliyor.
Önce Moda Sahnesi’nden başlamak istiyorum. Burası ikinci yılını dolduruyor. İnanılmaz bir ekip var burada. Birbirini seven, aynı zamanda bu işe gönül veren insanların bir araya gelip tiyatro yaptıkları bir yer burası. Kadıköy’e yani Anadolu Yakası’na inanılmaz bir sahne kazandırmış bir ekip. “Köpek, Kadın, Erkek”, bu sahnede geçen sene çıkmış bir oyunumuz. Alman kadın yazar, Sibylle Berg’in bir oyunu. Barış Yıldız ve Zamira Zeynep ile birlikte oynuyorum. Oyun; hepimizin ilişkilerinde yaşanabilen çıkmazların oluşturduğu o bed hayatı bir köpeğin gözünden, ironik ve komik bir şekilde anlatıyor. Oyunun başından sonuna kadar aslında kendi hâlimize gülüyoruz. Fakat çok trajik bir durum bu. Hikâyemiz aslında, bir ilişkinin nasıl mümkün olamayacağının ironik bir tasviri. O yüzden seyircilerimiz oyundan buruk bir tatla çıksalar da çok seviyorlar. Bizim de zaten onlarda uyandırmak istediğimiz etki bu. İkinci senemiz olduğundan, oyun periyotları azalsa da sahnelemeye devam ediyoruz. Yıl sonuna kadar da devam edeceğiz. “İstanbulnâme” ise İstanbul’da Moda Sahnesi dışında oynadığım ilk oyun. Bu da müzikal olması nedeniyle bana sıcak gelen bir tercihti. Dans etmek, şarkı söylemek fikri beni heyecanlandırdı. Bir oyuncunun bedeninde, dans etme kabiliyetinin de, şarkı söyleyebilme yeteneğinin de olması gerekliliği, müzikalin beni zorlayıp geliştireceği düşüncesine imkân verdi. “İstanbulnâme” oyunumuzda, sevgili Nükhet Duru ve Pelin Akil yer almakta. Aynı zamanda Cezmi Baskın gibi usta isimler de var. Nükhet Duru çok değerli bir isim. Onun gibi önemli bir müzisyenle aynı sahnede olmak da çok değerli bir şey benim için.
Nerede sahneleniyor?
Tim Maslak’ta. İki üç gün önce de galamız oldu. Seyirci eğlendi. Eski Osmanlı Dönemi’ni anlatan, farklı azınlıkların bir arada yaşayabildiği, yardımlaşma ve mahalle kültürünün çok ön planda olduğu vodvilimsi bir müzikal. Varoş insanlarının, bir gün de olsa sosyeteye girme çabaları, seyircinin kahkalarına neden oluyor. Bu da bize, güzel bir dönüş aldığımızı gösteriyor. Ben çok büyük bir keyif alıyorum.
Stanislavski’nin, psikolojik gerçekçilik olarak tanımladığı “metod oyunculuğu” diye bir kavram var. Bir aktör, inanmadığı bir davanın, inancın dünyasına ait bir karakteri nasıl bir samimiyetle canlandırabilir?
Bir insan inanmadığı hiçbir şeyi gerçekleştiremez.
Tabii ki öyle ama benim dediğim farklı bir durum. Mesela sana siyasi görüşüne ters olmasına rağmen faşist diktatör Mussolini’yi canlandıracaksın dediler.
İnanmam lazım onun nedenlerine. Dünyanın hiçbir yerinde, kimse kendini kötülemez ya da hiçbir kötü, kendini kötü görmez. Çünkü bunun farkında değildir. Hayat da böyle bir şey. Eğer ben öyle bir diktatör canlandıracaksam, onun bakış açısına bürünmem ve onu haklı kılacak nedenler oluşturmam lazım. Ona inanmam lazım ki seyirci de bana inanabilsin. Evet Stanislavski gerçekliği bir tarz. Bunun yanında Brechtyen bir tarz var, varoluşçu bir tarz var. Çok sayıda yeni akım var. Ben kötü karakterleri de ilerleyen zamanlarda oynamak istiyorum ama kaşları çatarak kötü olunmuyor. Bu niyet ve tavır meselesi. Çünkü kötü, küçücük bir tavırla da çıkabilir. Gün içinde hepimiz milyon defa kötü, milyon defa iyi oluruz aslında. Tabii, sahnede oynadığın oyunculuk modeli ile kamera önünde oynadığın oyunculuk tarzları muhakkak farklı. Fakat hepsinin tek bir özü var; inanmak!
O zaman şöyle sorayım. Bir oyuncu, bir karaktere kendi edinimlerinden mutlaka bir şeyler katar.
Tabii ki.
Peki bir karakter, sahibi olan oyuncusuna ne katar?
Mesela küçük bir örnek veriyim. Son yaptığım dizi Aramızda Kalsın’da bir aşçıyı oynayacaktım. Bir ay öncesinden anlaştık fakat “Bir dakika.” dedim. Ben hayatımda hiç mutfağa girmemiştim. Yemek yapmakla ilgili tek münasebetim mangaldı, o da Adanalı olduğum için. Hemen bir aylık bir aşçılık kursuna yazıldım. Doğrama teknikleri ile başladım, hamur açma, makarna çevirme, tavada omlet çevirme gibi konuyu kotarabilecek alanları öğrendim. Oradaki bu eğitim süreci, mutfağı tanımama neden oldu. Çünkü mutfak da bir sahne gibi. Orada müthiş bir kakafoni, hiyerarşi, kavga var. Müşteriye yapılan sunum ile arkadaki mutfak ilişkisini, kulis-sahne ilişkisine benzetiyorum. Yani her rol, bir oyuncuda küçük izler bırakır. Ben de mesela artık mutfağa giriyorum. Fakat o mutfaktan çıktığımda önlüğümü de çıkarıyorum. O önlüğün üstünüze yapışmaması lazım.
Bir oyuncunun oynamam diyeceği karakterler olmalı mı? Yoksa gerçek bir oyuncu, her rolü oynayabilecek bir noktada mı durmalı?
Ben bir kere her aktörün her rolü oynayabileceği fikrine karşı bir insanım. Çünkü cast dediğimiz bir sistem var. Mesela ben x castına değil de, y castına uygun bir aktör olabilirim bir hikâyede. Ben y isem, x bende eğreti durabilir. İkincisi ise, ben de her rolde oynamak istemem. Niye? Bir kere senaryonun sözü, benim sözüm olmalı. Yönetmenin dili ile örtüşebilmeliyim. Oynadığım karakteri sevebilmeliyim. Bu karakterin iyiliğinden veya kötülüğünden değil, o karakteri içselleştirmemle alakalı. Yani kendi içimde, daha zor veya daha kolay yapabileceğimi görmeliyim. Öte yandan karakter, tabii ki benim fikirlerime uymak zorunda değil.
Al Pacino, Sean Penn, Daniel Day Lewis gibi insanüstü oyuncular var.
Evet, maalesef. (gülerek)
Abi bu adamlar nasıl bu seviyelere çıkabiliyor peki. Başka yemekler mi yiyorlar, memleketlerinin havası mı farklı? Bunun formulü nedir?
Bununla ilgili her şeyi söylemek mümkün. Bunun bir tane nedeni yoktur. Binlerce sebebi var. Bir kere sektörleri çok gelişmiş. Bu adamlar 3 yılda bir film yaparak yaşayabilirler. Bizde böyle bir sistem yok. Sinema pazarımız yeni yeni gelişiyor. Onda da daha nitelik oturmadı. Nuri Bilge, Zeki Demirkubuz’un 40 bin izlenmesi ile alakalı bir durum bu. Tabii ki 5 milyon izlenen filmlere dediğim bir şey yok ama diğerleri de en azından 1 milyon gişe yapsa keşke. Seyirci algısı, bizim biraz eğitim sistemimiz ile ilgili. Fakat şuna da katılmıyorum. Bizde de çok başarılı oyuncular var. Yeni gelenler var. Nadir Sarıbacak inanılmaz bir oyuncu. Olgun Şimşek çok iyi bir oyuncu. Serkan Keskin, Engin Günaydın mesela. Necip Memili var benim Adana’dan beraber geldiğim çok yakın arkadaşım. E eskiler var. Bu ülkenin gelmiş geçmiş en yetenekli oyuncusu: Şener Şen gerçeği var. Münir Özkul da mesela dünya gözüyle gördüğüm en iyi oyunculardan birisi. Aktrislerden Adile Naşit, Binnur Kaya… Yani bence bizim sorunumuz oyunculuklardan ziyade, sektörel bir sıkıntı.
Uğur Yücel’in, kendi çektiği sinema filmleri ile alakalı şöyle bir değerlendirmesi var: “Karanlık işleri seçmeye gayret etmiyorum. Bana bunu toprağım hissettiriyor. Folklorunu ve doğasını çok sevdiğim bir memleket burası. Buralıyım. Başka memleketli olmaya da hiç heves etmedim. Ama bu güzelim ülkenin içini kirlettiler, yüz yıldır.” Kendini Uğur Yücel gibi bu ülkenin insanı olarak görüp dertlenenlerle, bu ülkeye âit olmaktan içten içe bir eziklik duygusu yaşayıp, bütün güzel şeylerin diğer tarafta olduğunu düşünen bir kitle de var. Hatta Haşmet Babaoğlu’nun bu ikinci kitle için; “Babaannesinin Allah’a, annesinin evrene, babasının ise paraya inanmasındaki işaretleri anlamlandıramayanlar.” gibi bir tanımlaması var. Sen Adana’da büyümüş ve yetişmiş bir Anadolu insanı olarak; bu ülkenin içinde yetişip, bu ülkeye Fransız kalan ve halkın gerçeklerini kabullenemeyen kimi sinemacıların, siyasetçilerin, akademisyenlerin dünyaları ile diğer bir tarafta da manevi inancının gerekliliklerini doğru analiz edemeyen ve uygulayamayan kitlelerin oluşturduğu kutuplaşmaları nasıl görüyorsun? Bu bizim insani üretimimize nasıl yansıyor ?
Yani bir kere Uğur Abi’yi de yakından tanıdığım için onu çok iyi anlıyorum. Çok doğru söylemiş. Biz o kadar güzel bir rengiz ki. Ne biz bu toprakları var ettik ne de bizden önce bu coğrafyada insanlar yok değildi. Bu coğrafya hep buradaydı. Birileri geldi. Birileri gitti. Ama genele baktığın zaman, yüzyıllardır beraber yaşamış farklı etnikten insanlardan bahsediyoruz. Bizi de güzel kılan zaten bu değil mi! Ben Adana’da doğdum, büyüdüm. 27 yaşına kadar orada yaşadım. Adana’da Türkü, Kürdü, Arabı, Alevisi, Ermenisi, Rumu bir arada yaşamaya o kadar alışıklardı ki, gerçekten ben o yaşıma kadar böyle bir insan ayrımına hiç tanık olmamıştım. Benim babam Kürt, annem Yörük, e ben neyim şimdi? E Türklükse, Türklüğün atası Yörükler, e Kürtlükse benim babam Kürt. Hangi birimiz safkan kalmışız ki? Ben bunların çok büyük siyasi oyunlar olduğunu düşünüyorum; insanları ayrıştırmak, insanları bölmek için. Bunu din başlıklarını kullanarak, milliyetçilik tanımlarını vurgulayarak, yüzyıllardır üzerimizde uyguluyorlar. Niye insanlar, yüzyıllardır din adına savaşlar vermiş bu coğrafyada? Neden etnik kimlikler üzerinden düşmanlaştırılmışız? Kaç yüzyıldır bir arada yaşayan bu unsurların bir anda ve şiddetle karşı karşıya getirilmesi, sadece bugünün değil, geçmişin de meselesi. Politik meselelerin insanlara sirayet ettiği noktada kutuplaşmalar da başlar. Umarım bu ikilemden en kısa sürede kurtuluruz. Bu coğrafyada hepimizin bir arada yaşaması gerekiyor. Uğur Abi’nin (Yücel) o yüzden net bir tavrı vardır. Der ki, ben balığımı Rumdan yemek isterim arkadaş. Kendisi Kuzguncuk’ta Ermeniyle, Rumla, veliyle, deliyle büyümüş bir adam. Bu anlaşılması çok açık bir fikir aslında. Bir insan siyasi görüşünden ve inanç kimliğinden dolayı değil, adamlığından sevilir. Adam olamayan insandan da biz hayvan sevgisi, doğa sevgisi, insan sevgisi beklemeyelim. Sevgi, bir bütünlük hâlidir. Sevmek kendine benzetmek değildir.
”Dünyanın sorunu; akıllılar hep kuşku içindeyken, aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.” demiş Bertrand Russel. Türkiye’de birikim meselesi, bazı sanat kitlelerince bilgisel körlük ve kibirlilik şeklinde tezahür edebiliyor. Bu yaşamın her alanında var. Olaylara tek taraflı bakmanın haksızlığı, sesinizi daha yüksek çıkartarak ya da küstah bir şekilde daha süslü cümleler kurarak kotarılabiliyor. Her kesim için geçerli bu. Biz yanlış kitapları mı okuduk, yanlış filmler mi izledik? Yoksa okumadığımız, izlemediğimiz için mi analiz kabiliyetimiz zayıf ?
Evet, bizim eğitim sistemimizde çok ciddi zaafiyetler var. Ülkenin bir tarafında savaş varken, öbür tarafında olmadığı için duyarsız kalmaya alıştık artık. O taş kafamıza gelip değmediği, kanatmadığı sürece, bizi taşlayan biri olduğunu hiç düşünmüyoruz. Bu biraz çağımızın da hastalığı herhâlde. Bencillik, yalnızlaşma, insanın tüketme hırsı tüm dünyada da yaygınlaşan bir durum. Global bir sorun. Mesela medeniyet dediğimiz yerlerde kadınlarla ilgili sorunlar yaşanmıyor mu? Kadına şiddet sadece bu ülkenin veya doğunun bir meselesi değil ki. Dünyada çok ciddi bir gizli şiddet var. Ülkemizde de kezâ durum aynı. Geçen gün izlediğim Antabus oyunu bu konuya çok güzel değiniyordu. Ülkemizde de tecavüz gibi insanlık dışı suçlarda hep bir hafifletici sebep bulma hâli var. Kadın evli ise ve bu şiddete kocası tarafından mâruz kalıyorsa kadın yerine adamla empati kurmaya çalışıyoruz mesela. Biz Doğulu toplumlar olarak, kültürel çeşitliliğimiz anlamında özümüzü korumalıyız. Çünkü çok ciddi bir mozayiğiz. Batı medeniyetlerinin ilimsel çalışmalarından yararlanırken, Batı’nın Ortadoğu üzerindeki politik çıkarımlarını ve siyasi hamlelerini de dikkatle incelemeliyiz. Batı’nın Ortadoğu’ya bilimi yerine silahlarını ulaştırması, dikkat çekilmesi gereken bir mesele. Umarım eğitim sistemimizi toparlarız. Çünkü birbirini anlayamayan topluluklar haline gelmeye başladık. Bırakın birbirimizi anlamayı, buna yönelik bir çaba da sarfetmiyoruz. Beyaz ya da siyahlarımız var artık. Fakat hayat bazen çok gridir. Bunu hep hatırlamak gerek.
Başrolünde oynadığın Filiz Alpgezmen’in Yabancı (2012) isimli filminde, siyaseten Fransa’ya iltica etmiş bir ailenin kızı olan Özgür karakteri var. Babasının defin işlemi için ilk kez geldiği Türkiye’de, âdeta sudan çıkmış balığa dönüyordu. Diğer bir tarafta ise, Özgür’le belki aynı siyasi hayallare sahip bir Ferhat karakteri vardı. Ama ülkesinin sillesini yemiş yutmuş bir adam bu. Özgür, aileden ona miras, teoride kalmış bir siyasi hayali içinde biriktirirken; karşısında o hayali deneyimlemiş ve tüm kırıklıklarını çoktan içine atmış bir Ferhat gerçekliği var. Ferhat, bir ülke umutsuzluğunun mu tezahürü?
Evet. Çünkü yaşanan darbeler, binlerce insanın faili meçhule karışması çok ciddi bir korku saldı belli bir kuşağın üzerinde ve o korkuyla büyümüş bir kesimden bahsediyoruz. İşte birçoğu iltica etti ve ülkelerinden uzakta vefat edenler oldu. Kimisi ise burada ümitsiz bir şekilde öldü. Filmin adı da tam burada belirdi. Çünkü bir mültecinin yıllar sonra ilk kez ülkesine gelmesi de bir yabancılık durumu. Ferhat karakterinin de kendi ülkesine yabancı olma durumu var. Yani burada iki karakterin karşılıklı yabancı olma durumu söz konusu. Tespitin çok güzel. O yabancı da küskünlüğünden dolayı, ümitsizliğinden dolayı bir yabancı. Sanırım o kuşakların çoğunda da bu yabancılık ve o ümitsizlik çok hâkim olmuş. Çok tanıdığım insan oldu böyle.
Sağdan da soldan da birçok dava insanı, artık günümüzün reklamcıları, sanayicileri, müteahhitleri oldular.
Ben kimseyi yadırgamıyorum. Değişime de inanan bir insanım. Ama artık yeni sistemlerden bahsetme, yeni şeyler söyleme zamanı. Çünkü insanlık kendini yok etmeden, kendini kurtarabilecek yeni bir akıl çıkartmalı.
Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman, “Sosyal medya bize diyalog kurmayı öğretmiyor, çünkü anlaşmazlıktan kaçınmak çok kolay. Ancak insanların çoğu sosyal medyayı bir araya gelmek veya ufuklarını genişletmek için değil, tam tersine, kendilerine kendi seslerinin yankıları olan sesleri duyabilecekleri, kendi yüzlerinin yansıması olan yüzleri görecekleri bir konfor alanı yaratmak için kullanıyor” diyor. Cemil Meriç’in de bu görüşleri tamamlayıcı sözü var: “Yolumuz birbirimizi anlamaktan geçmiyorsa, hiçbir yere varamayacağız demektir.” İletişim çağının yarattığı iletişimsizliğe, internet çılgınlığı üzerinden baktığımızda; nasıl bir gelecek, nasıl nesiller bekliyor bizleri?
Ben ümitsiz değilim tabii ki. Genelleme yapmamak lazım. Ama bazı gerçekleri de atlamamalıyız. Artık şiir okunuyor mu? Edebiyat takip ediliyor mu? Öykücülük diye bir şey kalmadı mesela. Şiir diye bir şey kalmadı. Popülist üç beş roman haricinde edebiyat tükenmiş durumda. O zaman neyden bahsedebiliriz. Benim lise yıllarım şiir okumakla geçti ya da klasikleri okumakla. Hep bir merak içindeydim. Şimdi sosyal medyadan herkes, her şeyi depolamaya çalışıyor. Karşı mıyım? Değilim. Çünkü kullanabileceğimiz çok güzel alanları da var bu teknolojinin. Bunları da yok saymamak lazım ama değerlerimizi kaybetmeden. Yani aşkı, merakı… Ben Instagram da yaşamayayım hayatımı ya da bir kitabı internetten açıp okumayayım. Gidip onu kitapçıdan alayım ya da bir albüm çıkmışsa gidip o albümü satın alayım. Konforlu dinleyeyim. Konforlu okuyayım. Bir filmi konforlu izleyeyim. Böyle geliştireyim kendimi.
Belki de yeni nesillerin, çok alternatifleri var ve kanalize olamıyorlar bir şeylere. Motivasyon sorunları var.
Kesinlikle. Konservatuarlar için bile geçerli bu dediğin. Artık hiç kimse tiyatro için konservatuar okumuyor. Bir dizide oynamanın en kısa yoluna bakıyorlar. Anadolu’da tiyatro bitmeye başladı. Popüler kültür neden bu kadar öne geçti, bunu sorgulamak gerek. Tiyatro sahnesinden geçmeden, nasıl iyi bir oyuncu olabileceğini düşünüyor bu insanlar. Belki de anlamsız sorular bunlar ama benim de kendi eleştirilerim. Mesela ben konservatuar okumadım ama Çukurova Üniversitesi’nin tiyatro kolunda 9 yıl eğitim aldım. Oyunlar oynadım. Deneysel tiyatro yaptık biz. Amatör tiyatro topluluklarıyla, Türkiye’nin bir çok üniversitesi ile çalışmalarımız oldu. Kimsenin denemediği oyunları oynamayı denedik. Metinleri araştırdık. Yani amacımız sadece daha iyi tiyatro yapabilmekti. 9 yıl boyunca her haftasonumu istisnasız atölye çalışmaları ile geçirdim. Yani bunları yapmamış olsaydım, şu an durduğum yerde olamazdım. Bu kadar kolay karakter çıkaramazdım.
2000 sonrası Türk sinemamızda, Seren Yüce’nin Çoğunluk (2010) filmi gibi Türkiye’deki muktedir orta sınıfı konu alan ya da Uğur Yücel’in Yazı-Tura‘sı (2004) gibi, 90’ların Güneydoğu artçıllarının işlendiği çok önemli analizleri barındıran filmler yapıldı. Fakat bu tarz filmler, 90 ve öncesi sinemamızın aksine, resmini çizdiği kitleye ulaşamaz oldu. Eskiden Banker Bilo (1980), Zübük (1980), Şekerpare (1983) gibi filmler bunu çok iyi yapıyordu. Toplumsal filmler, esas izlemesi gereken kesimlere ulaşamıyorsa, çıkarımları kimler yapacak?
Bunun formulünü ben de bilmiyorum. Ama bu sinemaya ilginin seviyesi ile alakalı. Çok izlenen film iyi filmdir, az izlenen film kötü filmdir gibi bir kıstas kesinlikle olmamalı. Hatta bazen ters orantılı bir durum var. Öncelikle seyirci niteliğinin de artması gerek. Evet Yazı-Tura filmi döneminde çok az izlendi. Hatta Uğur Abi o filmden zarar etti diye biliyorum. Ama Uğur Abi’nin yaptığı en iyi filmdir. Çok iyi bir film gerçekten. Bu biraz da sinema patronlarının, bu sektörün önde gelen insanlarının düşünmesi gereken bir konu. Çünkü benim oynadığım hiçbir film 40 bini geçmedi (gülüşmeler). 7 tane filmim var. Ama yapılan işlerin eksik olduğunu hiç düşünmüyorum. Çünkü bu bir tercih meselesi. Uzun vadede bu filmlerin daha kalıcı olacağını düşünüyorum. Mesela Gergedan Mevsimi‘nin (2012) DVD’si iki gün önce bir arkadaşımın eline geçmiş. Bu beş yıl önceki bir film. İzleyip beni aradı. Beş yıl önce yaptığım bir film için aranabiliyorum. İşte tam da bu yüzden, böyle filmlerde oynamayı tercih ediyorum.
İran Sineması’nda Bahman Ghobadi, Ashgar Farhadi, Marjane Satrapi; Filistin Sineması’nda Hanny Abu – Assad gibi Oscar’a, Altın Küre’ye uzanan yönetmenler var. Tabii bunda biraz Fransız sinema lobisini de göz ardı etmemek gerek. Bizim de geçmişimizde Yılmaz Güney ile, günümüzde ise Nuri Bilge sineması ile aldığımız başarılar var. Ama hâlâ Oscar ve Altın Küre, ülke sinemamıza uzak görünüyor. Bu biraz da o ülkenin sorunlarını, otoriteleri oluşturan ülkelerin de içselleştirmesi ile alakalı sanırım. Yani, biz nasıl filmler çekmeliyiz ki Oscar’a, Altın Küre’ye uzanalım?
Nuri Bilge dünyanın en prestijli ödüllerinden biri olan Cannes’ı aldı. Neden olmasın ki. Yapılıyor iyi filmler aslında ülkemizde. Sorun, sanatsal sinemamızın çok yavaş gelişmesi. Gişe sineması için ise tam tersi bir durum söz konusu. Diğer yandan baktığında; Sivas (2014), Sarmaşık (2015), Yozgat Blues (2014) gibi filmler yapılıyor bu ülkede bizi temsil edebilecek kapasitede. Cannes da bence en az Altın Küre kadar büyük bir ödül. Yani belirli kriterler üzerinden sınırlandırmamak gerek bu süreci. Abluka (2015), Sivas bir sürü uluslararası ödüller aldı yurtdışında. Aslında biz başladık o filmleri yapmaya ama ülkemizde popüler değil.
Bu yüzden de arka planda kalıyor.
Maalesef evet.
Uluslararası arenadan çok önemli isimler; Bahman Ghobadi, Monica Bellucci, Hinar Saleem; ülke sinemamızdan ise Zeki Demirkubuz, Uğur Yücel, Yılmaz Erdoğan, Nesli Çölgeçen gibi ustalarla aynı projede yer aldın. Çok güzel tecrübeler değil mi?
Çok şanslı bir insan olduğumu düşünüyorum.
Nazar değmesin abi o zaman.
(Gülüşmeler). Nazar değmesin gerçekten. Bahman Ghobadi sinemasını çok severken, onunla çalışabilmiş olmam; Monica Bellucci gibi ergenlik dönemimizin en güzel kadın figürü ile partner olarak oynamam tabii ki büyük bir keyifti. (Bu kısımda ciddiyetimizi kaybettik.) Keza yine Yılmaz Erdoğan, Uğur Yücel, Kadir İnanır, Zeki Demirkubuz gibi hepsi birbirinden değerli isimlerden, çok önemli deneyimler kazandım. Kadir İnanır’la yaptığım sohbetlerden, Yeşilçam’ın o eski hikâyelerini dinlemek, onların o dönemlerine tanıklık etmek keyifliydi benim için. Uğur Abi gibi değerli bir insanla oturup lakırdı edebilmek ya da Zeki Demirkubuz gibi bir ustayla oyunculuk konuşmak, sinema konuşmak tabii ki bana çok kazanımlar sağladı. Birazcık şanslı olduğumu düşünüyorum ama tercihlerimin de beni bir yere getirdiğine inanıyorum. Çünkü bu tercihler, yoluma uzun vadeli devam edebilmek ve hayatımın geri kalanına bu yaşanmışlıkları katmak adına daha akıl kârı geliyor. Bana başka bir taraftan; 5 katı, 10 katı para kazanacağımı da söyleseler, ben yine bu taraftaki kazanımları tercih edeceğimi söyleyebilirim.
Hemşehrin Yılmaz Güney’e yetişemedin. Ama, Elveda Katya‘da (2012) Kadir İnanır’ın gençliğini oynayarak bir diğer büyük ustayı yakaladın.
Beni çok enteresan bir şekilde farklı farklı kişilere benzetebiliyorlar. Mesela Elvada Katya (2012) filmine Kadir Abi beni, onun gençliğini oynamamı istediği için gittim. Sonra bir de ekstra onun oğlu rolünü oynadım. Bir anımı anlatayım Kadir Abi ile ilgili. Ama ondan önce şunu da söyleyeyim. Yılmaz Güney’e de çok benzetiyorlar beni memlekette. Yılmaz Güney ile büyüdüm, büyüdük. Çünkü Adana’da her evde Yılmaz Güney fotoğrafı olurdu biz çocukken. Hem de hiçbir siyasal veya politik bir amaçtan ötürü de değil. Bir hayranlıktı bu. Yaşımız büyüdükçe de onun sinemasındaki mükemmel buluşlara, Türk Sineması’na yaptığı katkılara tanık olmaya başladık. Özgün bir dile sahip ender insanlardan biriydi. Toplumcu gerçekçiliğin, Türk Sineması’nda başlamasının nedenlerinden biri oldu. Bir kere cesur bir adamdı. Hayatına, yaşam biçimine bir sürü laf eden oluyor, edebilirler de. Hiç umrumda değil. Benim tek ilgilendiğim şey onun sineması, hikâyelerindeki özgünlük ve gerçekçilik. O yüzden Yılmaz Güney benim için çok ayrıdır. Bir gün Kadir Abi ile sette otururken, biri geldi. “Bir fotoğraf çekilebilir miyiz?” dedi. Ben de çok utandım onun yanında, rahatsız oldum açıkçası. “Peki” dedim. Çünkü insanlara çok da hayır diyen bir adam olmadım. Fotoğrafı çektirirken adam; “Ben de Adanalıyım, sen Yılmaz Güney’e ne çok benziyorsun.” demez mi. Kadir Abi’nin gençliğini oynuyorum filmde. Kadir Abi yanımda. Şöyle bir bakış attı. Ne yapacağımı bilemedim. “Ama ben Kadir Abi’ye de çok benziyorum.” deyip olayı toparlamaya çalıştım. Öyle de güzel bir anım oldu.
Kelebek (2009) filminde derviş gönüllü, Gergedan Mevsimi‘nde (2012) aşkın ızdırabında hârlanan, Çalsın Sazlar‘da (2015) da hayatı tiye alan karakterlerle izledi insanlar seni. Yakın zamanda da daha vizyona girmeyen, Zeki Demirkubuz’un Kor (2016); Iraklı Kürt yönetmen Hinar Saleem’in Dar Elbise (2016) ve Yılmaz Erdoğan’ın son projesi Eksik Elmalar‘da (2017) oynadın. Nasıl filmler ve karakterler bekliyor bizleri?
Hinar’ın filminde aslında Ortadoğu erkek zihniyetini temsil eden bir karakteri oynuyorum. İnsanlar beni çok sevmeyecekler o filmde. Biraz karanlık bir adamı oynuyorum. Fransız ve Türk iki dağıtımcı ortak oldu. Cannes Film Festivali’ne hazırlanmasına kararı verilmiş. Valla filmi ilk izlediğimde, kurguda değişecek şeyler olduğunu söylediler ama benim içime sindi açıkçası. Hem film olarak, hem karakter olarak. Hatta Fransız editörler, Omar Sharif’e çok benzetttiler filmdeki hâlimi. Bu beni çok gururlandırdı.
Çok onore edici bir durum.
Aynen. Çünkü orada 5 – 6 farklı kişinin aynı şeyi söylemesi beni çok gururlandırdı. Türkiye’de gişe yapacağını çok düşünmüyorum ama dünyada izlenecek kıvamda bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Tabii son hâlini de izlemek lazım. Zeki Usta’ya gelince, çok özel bir deneyim yaşadım kendisiyle. Onunla ilgili olumlu, olumsuz çok şey duymuştum. Ama iyi ki bu edinimi kendim gidip tecrübe ettim. İyi ki böyle bir insanla çalıştım. Sinemaya dair, oyunculuğa dair insanı çok zorlayan fakat sonunda mutlaka size çok şey katan bir adam Zeki Demirkubuz. Bence Kor (2016) çok güzel bir film oldu. Ustayla da sürekli telefonda görüşüyoruz. Kendisi de “Çok iyi oldu.” diyor. Heyecanla o filmi bekliyorum. Yılmaz Abi ile de yeni bir filmden çıktık. Filminde, Vizontele‘nin (2001) konusunu oluşturan hikâyenin gerçeği anlatılıyor. Komedi unsurları da var tabii. Ama film daha yapım aşamasında olduğu için yolu uzun. İlerleyen zamanlarda bu filmle alakalı açıklamalar gelir.
Yerli ve yabancı yönetmenlerden en çok etkilendiklerin hangisi? Hangi filmleri ile ne gibi etkiler bıraktılar senin üzerinde?
Mesela İranlı yönetmen Ashgar Farhadi’nin Bir Ayrılık (2011) filmi inanılmaz etkilemiştir beni. Enteresan seviyorum abi İran Sineması’nı. İlerde çalışmak istediğim ender yönetmenlerden birisidir zaten. Ülkemizde de çok var. Zeki Hoca’nın Masumiyet’i (1997) hiçbir zaman unutamayacağım bir film. Nesli Hoca (Çölgeçen) ile çalıştım mesela. Çok da sevdiğim bir yönetmendir. Züğürt Ağa (1985) benim hit filmlerimden biridir. Ama keşke Ertem Eğilmez’i tanısaydım diyorum.
Senin de senaryo ve öykü çalışmaların var abi bildiğim kadarıyla.
Var, evet. Yazmaya çalışıyorum bir şeyler.
Yakın gelecekte bir Caner Cindoruk filmi izleyecek miyiz?
Yani kendimizin yaptığı bir film istiyoruz. Çalışıyoruz da. Ama çok zor bir süreçmiş. İki yılda, bir senaryoyu bile yazamadık. Yani öyle yavaş ilerliyor. Çünkü oyuncu olarak kendimi tatmim etmem gereken daha çok alan var. Ama tabii bunun yanında ailem ve arkadaşlarımla hâlâ çalışmalarımız devam ediyor. Her an hayata geçebilir. Üç yıl sonra da olabilir. Bu nedenle hiç kestiremiyorum.
Fil’m Hafızası?
Güzel bir iş çıkartıyorsunuz. Özellikle yeni bir dergi çıkarttığınızı söyledin. Ben de size her zaman destek vermek isterim. Gerek yazınsal, gerek başka faaliyetlerle.
Bu sefer sen bizi onore ettin. Son olarak, konumuzun çok dışından bir soru ile, bu güzel sohbeti nihayete erdirelim yakışıklı abim. (gülüşmeler)
Sor gelsin.
Koyu bir Adana Demirspor taraftarısın. Dünyada da çok az işçi takımı kaldı. Liverpool, Dinamo Kiev, West Ham bitti, endüstriyelleşti mesela. Ne olacak, Adana Demirspor’un hâli?
Yahu bizim memleketten mi ötürü bilmiyorum ama hayatımda gördüğüm en arabesk takımı tutuyorum. 20 yıldır şu Süper Lig’e çıkamaz mıyız ya? Bir çıkalım da artık, sektörel mektörel nereye gidiyorsak gidelim. Taraftar çok istiyor, Süper Lig’e biz de çıkalım artık. Böyle bir takımın en üst lig de olması gerekiyor. Ama yıllardır da çıkamıyoruz. Orada dönüyor bir şeyler. Hep böyle sonlara kalıyoruz, bir şeyler oluyor. Bizi çıkarmıyolar abi. Bizden ne istiyorlar, bizi rahat bıraksınlar.
Bunu söyleyelim abi. (gülüşmeler)
Söyle yani. Gerçekten bizi rahat bıraksınlar. “Raydan çıktık.” bizim geçen yılki sloganlarımızdan biriydi. Demiryolu işçilerinden bir gönderme olarak.
Haha, ben onu tamamen kaçırmışım. Caner abi, ağzına sağlık çok güzel bir sohbet oldu. Çok teşekkür ederim.
Ne demek kardeşim. Ben de teşekkür ederim. Çok güzel sorular vardı. Sizlere yayıncılık hayatınızda başarılar diliyorum.
Çok sıcak bir sohbet olmuş elinize sağlık.