Fil’m Hafızası ekibimizce her ay düzenlenen tematik gecelerimizin bu ayki değerli konuğu, rock müziğimizin son 10 yılına damga vuran sayılı gruplardan REDD’in kurucusu ve gitaristi Güneş Duru’ydu. Kendisi ile yeni albümleri Mükemmel Boşluk’u, sinemayı, müziği ve toplumsal alışkanlıklarımızı konuştuk. Keyifli sohbetimiz aşağıda sizleri bekliyor.
Güneş Duru’nun faaliyet alanlarına bakınca; yazarlık, arkeoloji alanında akademik kariyer ve tabii ki müziği görüyorum. Saydıklarım arasından hangi kimliğin daha ön planda?
Bir ömürlük bir misafirliğimiz (Erkan Oğur’un bir albümünün ismi) var. Finalde ise hayatımız sona eriyor. Geride bıraktıklarımız kalıyor, değerli ya da değersiz, az ya da çok. Bu süreçte mesleklerimiz ve geride bıraktıklarımız belirleyici oluyor. Yaşam biçimimizi, toplumda ait olduğumuz konumu, sınıfı belirleyen tanımları mesleklerimiz oluşturuyor genelde. Mimar falanca, doktor filanca, şoför bilmem kim, Hasan efendi gibi… Bu tanımlar ve biçimler de çoğu zaman kişiliklerimize tesir ediyor. Yüceltiyor, eziyor, biçiyor ya da gururlandırıyor. Ben hangisiyim? Sanırım hiçbiri ya da hepsi. Ama sanıyorum hayat benim için bu şekliyle gelişmedi hiç. Benim için adım soyadım yeterli, yaptığım şey beni mutlu kılmak için var. Çevremi, ailemi, eşimi, dostumu mutlu etmek ya da daha fazla nüfuz ve güç için seçilmiş şeyler değil. Hayat benim hayatım, tek bir şeye teslim olamıyorum sanırım.
O hâlde doğru tanımlama bunların zaten senin parçaların, seni tamamlayan şeyler olduğu yönünde.
Aynen öyle. Aslında insanın bütün bunları yapmaya vakti de imkânı da var, günün sonunda. Tabii bu Türkiye gibi ülkelerde anlaşılan veya çok sevilen bir tarz değil. Ben yapmak istediğim şeyleri yapıyorum. Bunlar nitelik olarak bana katkı veriyorsa ne âlâ. Bölünüp sonunda hiç birinden bir şey çıkmıyorsa fena.
“Her bir yazının geçmişle derdi, şimdiyle bir hesaplaşması vardır.” cümlesini köşendeki bir yazında ifade etmiştin. Yazarlık, müzikle ifade edemediğin bir yanını mı tamamlıyor?
Yazarlıktan sözünü ettiğin siyaset üzerine yazmak ise; bu konuda özellikle bizim memlekette herkesin söyleceği çok şeyi var. Bu, ülkenin bizi zorladığı bir durum. Otobüste rastlaşıp dertleşiyor olsak da, burada kahve içerken sohbet ediyor olsak da dönüp dolaşıp konuşacağımız konular, güncel olaylar oluyor.
Örneğin ifade özgürlüğüne ilişkin problemler, insan hakları ihlalleri, göçmen meselesi ya da sanatsal üretimlerin yozlaşıp daha eğreti bir noktaya evrilmesi veyahut berbat eğitim sistemimiz… Bunlar olup biterken ben mevkim ve çevrem dâhilinde konuşayım diye bir şey yok.
Müzisyen, müzikten başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen, suya sabuna dokunmayan kişi olarak görülmekte. Çünkü hem çoğu müzisyen öyle görülmek istiyor hem de toplum onu o hâliyle seviyor. Eh beni de insanlar daha çok müzikle tanıyor. Ülkedeki averaj müzisyenlerin de karnesi mâlum olunca, bir kesim “Bunlardan nitelikli bir şey çıkmaz.” diyor, kalan diğerleri de “Aman biz senin şarkılarını seviyoruz.” modunda. Yumurta tavuk meselesi gibi. Bu hâle gelme nedenimiz sanat-toplum-politika üçgeninin Türkiye’deki sığ eşiğiyle ilişkili.
REDD’in bir nevi isim babası sensin. Ama grubun sözlerinde ağırlıklı olarak Doğan’ın ismini görüyoruz. Hâlbuki senin kalemin de çok sağlam. Güneş Duru, makaleler ve köşe yazıları ile fikirlerini beyan ederken, şarkı sözü yazmayı Doğan’a mı bırakıyor?
Bu Doğan’ın iyi yaptığı bir şey. Bunu sadece ben değil başkaları da düşünüyor. Doğan bu ülkenin en iyi söz yazarlarından biri. Dolayısıyla onun iyi olduğu bir alanda, o alanı mümkün olduğunca kendisine konforlu bir hâle getirmek önemli.
Yeni albümünüz için; “Anlamlarımızın ve özümüzün peşine düştüğümüz çok katmanlı bir çalışma.” tabirini kullandınız. Redd’in bütün albümlerinde aslında bu tarz çıkarımlar var. Mükemmel Boşluk albümünün anlatım farklılıklarını nasıl algılamalıyız?
Bu kıymetli bir boşluk. Herhangi bir şey düşünmüyorken aslında çok şeyi düşünüyor, hatırlıyor ve istiyor oluruz. Uzaklarda bir yerlere boş boş bakıyor olmak gibi. Boş boş bakarken aklımızdan bir sürü şey geçer, dalıp gittiğimiz yer kıymetlidir, özeldir. Uçsuz bucaksız bir manzaraya bakarken sınırsız, sualsiz yerlerde dolaşırız.
Bu albümü yaparken, prova sürecinde saçma sapan şeylerle boğuştuk. Türkiye’de olup bitenler yetmiyormuş gibi Redd’den ayrılınca Redd’in bütünüyle yok olmasını isteyen iki arkadaşın açtığı dava gibi. Oysa yeni bir albümün yapım sürecine başlamıştık. Kendi içimize bakmanın en önemli olduğu zamanda, kafamızda türlü düşünceler vardı. Bu yüzden daha önce yapmadığımız bir şeyi yaptık; biz niye müzik yapıyoruz, nasıl bir müzik yapmak istiyoruz sorularına yoğunlaştık. Kendimize niş bir dünya yaratalım dedik. İnsanın tek başına kalıp boşluğa baktığında yaşadığı gibi, bir süre her şeyden izole olup kendimize, istediklerimize odaklanma konusunda hemfikir olduk.
Eskiden sadece müzikal olarak değil, egosal saçmalıkların da içinde olduğu, gitara, davula, keyboarda, vokale, basa yer aramanın pek çok şeyin önüne geçtiği, sorunu çözerken işin özünü kaybettiğimiz albüm süreçlerimiz olmuştu. Bu kez işin özüne ve duygusuna odaklandık diyebilirim. Daha iç içe geçmiş, çok katmanlı bir armoni ortaya çıktı. Hem Redd hem de Türkiye için yeni bir iş. Nasıl algılanır, nereye gider onu bilemiyorum. Ama bizi hem mutlu etti hem de hayatımıza yeni bir anlam kattı bu albüm. Bu yüzden iki yılda bir çıkan, çıksın da konser yapalım dediğimiz bir iş değil bu. Bu bizim Mükemmel Boşluk’umuz.
Pink Floyd hayranı olduğunuz biliniyor. Kariyerinizde The Wall gibi bir proje olmasını hayal ediyor musunuz?
The Wall gibi kavramları insanlar sadece müzikal bir çalışma olarak görüyorlar ama değil. Roger Waters daha altı aylıkken babası II. Dünya Savaşı’nda ölmüş. The Wall hem bununla hem de İngiltere’nin çalkantılı yıllarıyla ilişkili. Hayatın onlara tesir ettiği pek çok şey var şarkılarda. Ben hakikiliğe inanan bir insanım. Evet biz bir albümde prodüksiyon olarak ya da artistik olarak bir şeyler yapabiliriz, ama doğallığın yaratacağı etkiyi hiçbir şekilde size sunamayız. Eğer hikâye ya da olgu, doğallığı taşımıyor ise The Wall da olamıyor. Herkes her şeyi yapabilir. Mesela U2 kocaman bir sahne kurabilir. Sahne ters döner falan filan ama hiçbiri The Wall kadar gerçek olamaz. Ama hayat uzun!
Aylin Aslım’ın geçtiğimiz aylarda kaleme aldığı, “Şey, Ben Müzik İçin Gelmiştim.” başlıklı yazısında, konser dinleyicisinin usturupsuzluğundan bahsediyordu. Belki ben buna sinema ve tiyatro seyircisini de ekleyebilirim. Daha birbirimizi dinlemeyi beceremezken, konserlerde habire sohbet ederek parçalara ancak kulak veren veya film boyunca yer yer telefonunu kurcalayıp, tiyatro oyununa kafasına göre giren çıkan insanlara tanık olmak şaşırtıcı olmasa gerek. Toplumca bir konsantrasyon ve âdap meselemiz var sanırım?
Toplumca bir beleşçilik meselemiz var. Beleş bir dünyaya girdiğiniz vakit saygı ve sevgi azalıyor. Yani her şeyi rahat rahat satın alabileceğiniz, her şeye rahatça ulaşıp burun kıvırabileceğiniz bir hâle gelmiş durumdayız. İnsanlar müziğe istedikleri her yerde her şekilde ulaşıyorlar. Şu andaki nesil, tabii ki hepsini kastetmiyorum, müziğe hiçbir şekilde para vermemiştir, para verilmesini yanlış buluyorlar. Belki sadece yeni bir trend olduğu için plak edinmeye başladılar.
Şimdi bu jenerasyondan müzik üreten arkadaşlar ortaya çıktı. Hiçbir zaman müziğe para vermeyen bu nesil, müziğe kimse para vermezse üretimin pek mümkün olmadığını görecekler. 17. yüzyılda elinde sazla dolaşan ozanlar olabilirdik, o vakit sadece istediğimiz zaman çalar, istediğimiz kalabalığa söylerdik. Belki üç beş eski para alır ya da gösterilen bir döşekte uyur, sadece sözümüze sazımıza bakardık. Ama bugünün dünyası bu kadar naif değil. Öte yandan kimse o kadar derin de değil, ne yazan ne de dinleyen. Hem ürettikleri şeyler hem de tüketiliş biçimleri ile son zamanda dinlediğim ve tam da tarif ettiğim bir dönemin ürünü olan müzik, ne yazık ki gündelik olmaktan öteye geçemeyecek. İçlerinden en popüler olanları, biz onların sisteme karşı olduklarını yazıp çizmeye başlarken, onlar ana akım yapımcılarla albüm yapmaya başladılar bile. Ben bu meselenin bir bütün olduğunu düşünüyorum, zaten sıradan bulunan müzik, tuhaf bir samimiyet ambalajında daha sıradan bir hâl alıyor dinleyicisiyle ve üreteniyle. Gürültünün, özensizliğin, bir yerlerden çalıp çırpma rahatlığının nedeni aynı yeri işaret ediyor: kendisi dâhil her şeyi değersiz görme eğilimi.
Eğer müzik kendi aramızda eğlenmek, plajda ateş başında oturup çalıp söylemek gibi samimi, hoş bir sedadan ibaretse sadece eyvallah. Benim için bu sadece her şeyin başlangıcı, müzik büyük hayaller kurabilmek, büyük anlamlar peşinde olmak demek. Ekonomi, refah gibi kavramlardan söz etmiyorum. Ben de bu dünyada her şeye bedava erişmek istiyorum. Herkesin her şeyden eşit miktarda faydalanabildiği bir dünyayı düşlüyorum, fakat öyle bir dünya yok ve bu şekliyle tüketirsek hiç bir zaman da olmayacak.
Konsere geldiğiniz vakit, sahnede ciddi bir şey yapıldığı ve o insanların bu işi ciddiye aldıklarını, o müziği size sunabilmek için günlerce prova yaptıklarını, doğru sesleri çıkarabilmek için iyi ses mühendisleri ile çalıştıklarını ve pahalı ekipmanlar kullandıklarını fark etmenizi istiyoruz. Sahneye çıkarak, onların güzel sohbetlerine ve akşamlarına meze olmak istemiyoruz. Ben meyhanedeki bir fasıl grubu değilim ki. Onların emeğine de çok büyük saygı duyuyorum ama meyhanedeki bir fasıl grubu zaten bu durumu kabullenip orada bulunuyor.
Filmler sadece izlenir, şarkılar ise sadece dinlenir oldu. Şarkı sözlerinin muhteviyatını değil de müziğini; filmlerin de diyaloglarını değil sadece görselliğini sever gibiyiz. Bu sürekli “kafa boşaltmak” tavrı, sanata karşı algıyı ve talebi değiştirdi sanırım?
Türkiye’de sözleri içsellemek için slogan olması gerekiyor. Sinemada da maalesef benzer bir durum var müzikte olduğu gibi. Fakat üreten açısından baktığımız vakit, şimdilik oyuncular ve yönetmenler, müzisyenlere göre hâla birazcık daha şanslı. Çünkü sinema dediğimiz şey her koşulda evrensel. Bir altyazı çakıyorsunuz filme ve dünyanın dört bir yanındaki festivallere katılabiliyorsunuz. Fakat dünya müziği yapmıyorsanız, bir müzisyen olarak küçücük bir yere sıkışmış durumdasınız. Yerel bir hikâyeyi barındıran bir filmi bile dünyaya sunabilirken, müziğin maalesef bir altyazısı yok.
Maalesef genelde Batı’nın akademik veya siyasi argümanları üzerinden bir şeyleri belirlemeye ve tartışmaya çalışıyoruz. Son iki yüzyılda kendi ürettiğimiz bir gerçeklik yok. Dünyaya da entegre olmamız lazım. Hepsini birden yaparken kendi cümlelerimizi nasıl kuracağız?
Biz Eski Dünya’da yaşıyoruz. Medeniyetlerin, dinlerin, paranın, ilk savaşın ve barışın olduğu, dünyanın tüm kadim hazinelerini içinde barındıran topraklarda. Burada petrol, su ve dinler var. Dünyanın gelecekte paylaşamayacağı üç önemli şey. Şu ara olup bitenler dünyanın geleceğini belirleyecek. Ve ne yazık ki Türkiye’nin sözünü dinletebilecek bir tasarrufu yok. Mevcut iktidarın belki kendi cümleleri var ancak bu cümleler devrik, anlamsız ve yapıcı olmaktan öte fevkalade yıkıcı. Diğer bir yandan Eski Dünya’nın ikincilleşmesi, İslam toplumlarının kendi adına ciddi anlamda çıkarımlarda bulunması gerekliliğini gösteriyor. Bu yapılırken de sürekli Batı’yı suçlamaktan vazgeçilmeli. İslam toplumları kendine yeni bir yol çizmeden, yepyeni bir akıl üretmeden, sistemin tekrar Eski Dünya’ya dönmesi asla mümkün olabilecek bir şey değil. Temel mesele bu.
Sinema ile aran nasıl?
Meraklıyım, film çekmek isteyecek kadar. Merakın ötesinde bir iki senaryo taslağım var, sadece konsantre olmak gerekiyor ve doğru zamanı bulmak. Bir gün olacak. Belki de birkaç seneye ya da on yıl sonra ama mutlaka yazmakta olduğum şeyi çekmek istiyorum.
Çağan Irmak, Prenses’in Uykusu (2010) filmini sizin şarkınızdan esinlenerek çekti. Üzerine müzikleri de siz yaptınız. Nasıl bir süreçti bu? Sinema ile aranızda nasıl bir etkileşim oluştu?
Çağan bizi özgür bıraktı. Hiçbir şekilde müdahalede bulunmadı. Hatta müzik koyulacak yerlere bile biz karar verdik çoğunlukla. Bu bizim bu alanda ilk deneyimimizdi. Fakat ben zaten bir filmi izlerken müziği ve sesleri nasıl kullandıklarına çok dikkat eden birisiyim. Mesela ben Sergio Leone manyağıyım. Ennio Morricone’nın müzikleri olmasa, kendisinin filmlerini nasıl izlerdik düşünemiyorum. Adam da bunu bildiği için çoğu sahnesini, müziklerin bestelenmesinden sonra yapıyor ve çekim esnasında da çalınıyor o müzikler. Tarantino da benzer şeyleri yapıyor. Zaten büyük ihtimalle Leone’nin de çok etkisi altında kalmış birisi. Tek örnek şablonumuz tabii ki bu olamaz. Mesela bir filmde bazen hiç müzik duymadan da o armoniyi hissedebilirsiniz, ya da çok küçük dokunuşlarla harikalar yaratabilirsiniz. Bu yönden bu alan bize bir ufuk açtı diyebiliriz.
Bazı şarkılarınız küçük birer hikâye barındırıyor. Dinleyici, gözlerini kapatınca kendi kısa filmini izliyor sanki. Boşver, Mutlu Olmak İçin bunun iyi örnekleri. Siz de seyirci gibi mi düşünüyorsunuz bu şarkılara imza atarken? Bu açıdan müziğe sinematografik bir hava kattığınız söylenebilir mi?
Hepimizin birtakım tarifleri var. Müzik yapmıyor olsaydık ya da roman yazıyor olsaydık, o romanı tarif ederken burayı, yani şu an sohbet ettiğimiz yeri tarif etmeyi, şuradaki çiçeğin gözünden de bakıp; sayfalarca anlatabilirdik ya da tek bir satırla . Bizim, en can alıcı ya da en keskin yerlerden anlatalım gibi bir derdimiz yok şarkılarımızda. Tamamen hislerimizin dışa vurumu var. Sonuç olarak, sinematografik olarak hayal edilip yazılmıyor bu parçalar.
Fil’m hafızası platformu ve etkinlikleri için ne söylersin?
Tematik meselelere girmeniz çok güzel. Bence çok iyi akıl edilmiş, çalışkan insanları bünyesinde barındıran bir oluşum. Keşke insanlar bu tip etkinliklerle müzik de dinleyebilseler.