Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler…
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayı’ndan.
Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar…
Canım İstanbul- Necip Fazıl Kısakürek
Bir kentin dilini bilmeden sokaklarındaki şiirin tadını alamazsınız. Ama öyle kelimelerin saltanatında hapis kalmış bir dil değildir bu; oralı olanın duyumsayabileceği bir doygunluktur, histir, yaşamaktır.
Ve İstanbul… Ne bir başlangıç yapılabiliyor bu şiire ne de bir nokta koymak mümkün. Yalnızca adı yetiyor bir şeyler söylemeye. Gerisi akıp gidiyor.
Yazmak, okumak, seslendirmek kadar şiiri bir de göstermek var. Şiirin ara sokaklarını, kuytu köşelerini, duvar boyu dizilmiş ahşap evlerin döşemelerinden çıkan gıcırtılarını, ekmek arası lezzetlerini, çocuklarını, uçurtmalarını, yıkıntılarını, dertlerini, hüznünü, öfkesini, iki çalgı arası gelip giden neşesini göstermek… Olduğu gibi ama; hiçbir şeyle oynamadan. Yalnızca şehre bir ayna koyup gizemlerin önünü arkasını, sağını solunu sobelemek… İşte böyle bir amaçla İstanbul’un kapılarını çalıyor Yearning (2015).
Bir televizyon kanalıyla yaptıkları anlaşma üzerine, İstanbul’un hareketli yaşantısını görüntülemek için Almanya’dan yola çıkıyor Ben Hopkins ve birkaç kişiden oluşan küçük ekibi. Yeterli paraları yok; kanal, uçak biletlerini de karşılamadığı için bir gemi üzerindeki konteynerlerin içinde geliyorlar. Şikâyetçi de değiller. Sonuçta her maceranın hatıra defterinde yer alan düzensizlikler, aksilikler, sıkıntılı koşullar bunlar. Fakat bu maceranın yönü, daha şehre attıkları ilk adımdan itibaren değişeceğinin işaretini veriyor.
Gemilerle birlikte limana varır varmaz çekimlere başlıyor ekibimiz. Her şey bir söyleşi gibi ilerliyor adeta. Hopkins soruyor, İstanbul cevaplıyor; insanıyla, martılarıyla, kedileriyle, yollarıyla, aralık kapılarıyla… Ama tümden bir yabancıya bakar gibi izlemiyoruz. Hemen her gün önünden geçerken kanıksadığımız duvar kenarı gerçekleri, bir anda diriliveriyor; rengi kaçmış posterler yeniden boyanıyor ve yalnızca kısa süreli bir bakış atıp geçmeden, üzerlerinde ne yazdığını belki ‘ilk defa’ okuyoruz bu sefer. Baktığımız yerleri ilk defa “görüyoruz”.
Görüyoruz ki,
uçurumlar var bu şehirde.
Kutuplar, asırlardır bir türlü birleşmeyen ‘iki yaka’lar… “Onlar”ın, “bunlar”ın ve “şunlar”ın arasında birbirinden habersiz akan zamanlar ve mekânlar var. Duyulmayan seslerin dillendirdiği şiirler var üstelik; şehri kuşatan gök kubbede birer “kolluk kuvveti” olan martıların şarkısında.
Şehrin bu dağınık ve ayrı katmanları, bir şekilde Hopkins’in diline hitap ediyor ve yönetmenimiz, yalnızca sormaya değil, aynı zamanda yavaş yavaş sorgulamaya da başlıyor.“İnsanlar,” diyor; “neden ayrı, nereden ayrı, ne kadar ayrı, kime göre, neye göre ayrı?” İstanbul topraklarının bir konuğu olarak filmi izlerken şehrin her sokağına şiddetle nüfuz etmiş olan bu ayrılıkların mesafesi, bir anda yerle gök kadar uzak göründü bana. “Evet,” dedim; “bütün duramıyor bu şehir.” Kimileri tutunuyor bu akıntıda, kimileri toz olup uçuyor. İnsanlar geriliyor, korkuyor, diken üstünde dolaşıyor. Bir gerilim hattıyla çiziliyor sanki her sıfatın sınırı ve belki bugünün İstanbul’unda, iki yaka arası gelip giden saat sarkacının limanlarını en güzel şu tarif anlatıyor: “Bu şehirde en çok öfke ve hüzün hissediliyor.”
“Burada doksan dokuz gün yaşadıysan, artık bizdensindir.”
Anlaşma yaptıkları kanalın istediği içeriği bir kenara koyuyor Hopkins. Şehrin sokakları onu nereye götürürse o da çağrının peşinden gidiyor; şehri mümkün olabildiğince hissetmeye çalışıyor. Belgeselin kurgusuna gizem dokunduran Faruk Korkmaz’ın (İsa Çelik) ona biçtiği doksan dokuz günlük süre de başlıyor böylece. Ben de soruyorum kendime; doksan dokuzuncu nefesimi aldığım gün, hakikaten artık nereye ait hissediyordum? Uyandığım yastıktan kilometrelerce uzaktaki evime mi aittim şimdi, yoksa denizin anbean yok olup dirilen dalgalarına, tuz kokusuna, yedi ayrı tepenin yedi ayrı şehrine mi? Sanırım, hiçbir mekânın ya da zamanın adı altında duramıyor insan; fakat doksan dokuzuncu nefesinde, bu şehrin şiirine bir mısra oluyor bilmeden.
“Bu şehir, İstanbul, hülyaların, hayaletlerin, iflah etmez aşkların şerhidir.”
Hopkins elindeki kocaman zaman haritasının neresinden başlayacağını bilemediğinden, şehri başlıklar hâlinde adımlamayı tercih ediyor. Her bölümde bu başlıkları açıyor; içlerinde neler olduğuna bakıyor, derinlerine biraz dokunup yolculuğun devamını biz izleyicilere bırakıyor. Ancak kendisi de tarifsiz bir şekilde etkileniyor bir yandan. Maddi sıkıntılar ve kötüleşen şartlar nedeniyle Almanya’ya dönmeye karar veren ekip arkadaşlarının aksine, bir şey, belki de şehrin hayaleti burada tutuyor Hopkins’i. Hayaleti tam olarak görüntülemeden bu şehirden ayrılamayacağını söylüyor. Nitekim İstanbul’a ait olana dek burada kalıyor yönetmen. Kendi imkânlarıyla geceler boyu çekim yapmaya devam ediyor.
Mülteciler, kentsel dönüşümün etkileri, kediler, her bir kapı önüne kurulan ayrı şehirler, sokak şarkıları, gündüz ışığında işleyen tezgâhlar, gece karanlığının altında görünmeyenler… Şehrin diline ait ne varsa Hopkins’in kamerasından birer kez geçiyor. Bu görüntüleri izlerken fark ettim ki bizler, ellerimizi ve ayaklarımızı korkak alıştırarak yaşıyoruz bu şehirde. Karanlığın içine merakımızı sokmuyoruz; uzaktan izlemeyi ve yalnızca kendi yaşantımızın sınırlarında nefes almayı seçiyoruz. Ama İstanbul’un “şehirleri”, ayrı birer basamak. Ve tepedeki manzarayı görebilmek için her birinden geçmek, en çok da bu toprağın bir parçası olmak lâzım. Hopkins’in belgesel filmini bize bu kadar yakın kılan ve İstanbul’la aramızdaki mesafeyi, ara sokaklarda nefes alanların gündeminden ne kadar haberdar olduğumuzu bize sorgulatan da bu olsa gerek. Elimize birer kamera alıp meşakkatli işlere girmek şart değil. Şehrin şiirini duyumsayabilmek için işte iki gözümüz de yüzümüzde; ellerimizin ucu hissediyor, işitiyoruz tepelerden düşen rüzgârı. Yalnızca hislerimizi şehrin dilinde yeniden kurmak gerek. Tüm bu hikâyeyle birlikte, şiiri ancak o zaman duyacağımızı gösteriyor Hopkins. Nitekim sonunda denizin kenarında yakalıyor, ona şiiri okuyacak olan kendi hayaletini. Çok değil üstelik, iki kelimeye sığıyor hayaletin şiiri: “Seni seviyorum!”
Ne tuhaf, “Özlemek, sevmektir.” yazıyor günlüğümün kapağında. Demek ki o iç geçirmeler, damağımda kalan tatlar, duymaya alıştığım sesler ve içinde kaybolduğum kalabalık, hep buraya ait bir parçayı özlemekten. Kabul edelim, demek ki bu İstanbul hasreti, hep sevmekten.
Şimdi bir daha okumalı şiiri.