Kar mevsimi kış. Kabuğuna çekiliyor her şey. Beyaz bir sessizlik biraz daha uzaklaştırıyor şehirleri. Biraz daha habersiz kalıyoruz yanı başımızdan. Tam böyle bir anda “Paltonu kap gel!” diyor Palto ekibi. Biz de Fil’m Hafızası olarak düşüyoruz yollara, Palto Film Günleri’nde buluşuyoruz. Perdeye ilk Kar düşerken, genç yönetmen ve oyuncularla bir araya gelerek öykünün geri kalanını onlara bırakıyoruz.
Söyleşi: Özlem Yenilmez, Rabia Elif Özcan
Rabia Elif Özcan: Öncelikle buraya kadar geldiğiniz için teşekkür ederiz. İlk merak ettiğimiz şey, filmin süreci. Hepsinden önce “Kar” adına dönmek istiyorum. “Kar” sizin için neyi temsil ediyor?
Emre Erdoğdu: Ben Bolu’da doğup büyüdüm. Orada çok sık kar yağıyor ve çok da severim izlemesini. Özellikle gece, evlerin önündeki sarı sokak lambalarından kar yağışını izlemek güzel oluyordu. Bir depremden sonra Mersin’e taşınıp iki üç yıl orada yaşadık. Bir gün dolu yağdı ve çocuklar kar yağdığını sanıp sokağa çıkmışlardı, inanılmaz sevinmişlerdi. Ben de kara neden bu kadar çok sevindiklerine şaşırmıştım. Sonra o fark aklımda kaldı; Müzeyyen ile Ali arasındaki farkı sınıfsal bir yerden değil, birinin kar görüp diğerinin görmemesiyle anlatmak istedim. Ali’nin de dediği gibi kar benim için huzur demektir. Bu yüzden filmi daha küçük bir şekilde adlandırmayı tercih ettim.
Rabia Elif Özcan: Yani kendi hayatınızdan gelen bir ayrıntıydı.
Emre Erdoğdu: Zaten film yapmak da böyle kişisel bir şeydir.
Rabia Elif Özcan: Bu film bir yaşam tarzını eleştirmiyor, sanki bunu tasvir ediyor gibi diyebilir miyiz?
Özlem Yenilmez: Belgesel gibi panoromik bir bakış açısı sunuyor.
Emre Erdoğdu: Yaşam tarzını eleştirmekle ilgilenmedim. Ben o çocukların oyun alanının öyle olduğunu düşünüyorum ve onların oyunlarıyla ilgili herhangi bir ithamda bulunmak bana küstahça geliyor. Ama gerçekçi olmasıyla da çok uğraşmadım. Hatta bence gerçekçi olmayan yerler de var. Mesele, bizim ekranda gördüğümüz her şeye inanmamızda. Halbuki bu bir illüzyon ve aslında sunduğu tek şey inandırıcılık. İnandırıcı olan her şeyin de gerçek olması gerekmiyor. Ben de sadece inandırıcı yapmaya çalıştım. Amacım insan belgeseli gibi bir film çekmek değildi.
Rabia Elif Özcan: Genelde yönetmenlerin, kullandıkları sahnelerde nasıl bir metafor dokusu olduğu merak edilir. Biz de Kar’ı izlerken tıpkı mitolojik öykülerin temel yapısında olduğu gibi intikam görüyoruz, sonradan ortaya çıkan aile, kardeş ilişkileri görüyoruz. Bu, bilinçli yapılan bir mitolojik doku muydu?
Emre Erdoğdu: Tabii ki her sahnede repliklerle ya da anlarla, altını oymak istediğim ve kendimce yaptığım gönderimler oldu. Ama bu tamamen kendi kendime eğlenme hâlim. Asıl metaforlaşan şeyler, çok da düşünmeden, hissederek yaptığınız şeyler oluyor. Yazarken buna çok takılmıyorum. Sadece, hikâyenin daha derinine gitmeye çalışıyorum, daha küçük ayrıntıları görmeye çalışıyorum ve kendime sevdireceğim bir boyuta getirmeye çalışıyorum. Ama kesinlikle boş bir sahne çekmek hoşuma gitmeyen bir şey. Orada mutlaka bir şey anlatmayı seviyorum. Bir kat daha olsun diyerek devam ettim, hatta bence o katlar az. Daha fazla olmasını isterdim.
Özlem Yenilmez: Benim genelde filmlerde en rahatsız olduğum şey, hiçbir yere bağlanmayan sahnelerin fazlalığıdır. Bir şeyler izliyoruz, ama film bitince o sahneyi neden izlediğimizi hala çözememiş oluyoruz. Kar‘da ilk önce bazı şeylerin birbirine bağlanmadığını düşündük. Daha sonra düşündükçe “Onun böyle olması gerekiyordu ki, öbür karakterin nasıl bir konumda olduğunu iyice anlayabilelim.” dedik. O yüzden gayet mantıklı bir senaryo gibi geldi.
Emre Erdoğdu: Zaten hikâyeyi ve karakterleri yazarken de, o çocuklara bakış açımızla yazmak istedim. Seyircinin, karakterlere alışamamasını da istedim.
Özlem Yenilmez: Seyircinin filme ve karakterlere alışması gerçekten de zaman alıyor.
Emre Erdoğdu: Karakterleri sevmeleri benim için bir şey ifade etmiyor. Çünkü, o insanları sokakta gördüğümüzde de bir irkiliyoruz, filmde de irkilsinler istedim. Hazerhan’ın gelişi, Müzeyyen’i tanımaya başladığımız anlar daha sakil bir yerden hikâyeyi anlatmalıydı. Karakterlere sadık kaldıkça, seyircinin o ritme uyacağını düşündüm. Tabii bu bir de kurguyla ilgili bir şey.
Özlem Yenilmez: En iyi kısımlardan biri kurgusuydu zaten. İkinci kısmı da oyunculuklarıydı ve gerçekten hakkını verdiğinizi düşünüyorum. Festivallere gelecek olursak, filmlerde hep doğal olmayı ve sanatsal bir film olmanın yanlış anlatıldığını görüyorum. Yönetmenler doğallık ve sanat adı altında sıkıcı bir şeyler sunuyorlar bize. Ama sizin performansınız hiç de öyle değildi. Filmin akıp gitmesindeki en büyük etkendi. Bunun için özellikle çalıştınız mı; yoksa doğaçlama olan kısımları var mıydı?
Hazar Ergüçlü: Halil’in çok kattığı yer vardı. Şimdi hatırlıyorum, bir sahneyi doğaçlama çektik. Evde olduğumuz bir sahnede istediğimiz gibi takıldık ve çok da güzel oldu. Ama çok uzun oldu ve o sahnenin devamlılığa bir katkısı yoktu. Çok karmaşık bir hale getirmişti işleri, o yüzden çok da fazla ekleme yapmadık. Zaten senaryo da şahaneydi.
Halil Babür: Bu doğaçlamaya bırakılacak bir süreç değil çok da. Bizim gibi olmadığını düşündüğümüz birilerini anlamak ve anlatmak “Okuduk senaryoyu, üzerinde konuştuk; hadi gidip ne olduğuna bakalım.” diyebilecek kadar kolay değil bence. Bahsettiğin akıp gitme meselesi de, onun nasıl göründüğü ya da his olarak ne ifade ettiğini düşünmek yerine, onun içinde olmaya bağlı aslında. Evcilik oynamak gibi biraz da. İçtiğin çayın dışarıdan nasıl göründüğünü pek düşünmezsin, yalnızca gerçekten çay içiyormuş gibi davranırsın. O yüzden, filmdeki akışkanlık ve dil birliği de oyuncular olarak kendimizi o ortama bırakmamıza dayanıyor. Ama bu, üzerinde konuşulup düşünülmediği ve çalışılmadığı zaman da kaotik bir şeye dönüşebilir.
Özlem Yenilmez: Peki siz bu filmde oynamayı nasıl kabul ettiniz? Tepki getirmesi muhtemel bir film. Teklif ve kabul aşaması sizin için nasıl oldu?
Hazar Ergüçlü: Benim için çok zor olmadı karar vermek. Çünkü, bu aralar ben çöplükte yemek arar gibiyim. O kadar çok senaryo okuyorum ki ve çok kötü senaryolar vardı gerçekten. Kar‘ın senaryosu geldiğinde inanılmaz heyecanlandım ve bunun da peşini bırakmak istemedim. O nedenle hemen kabul ettim.
Özlem Yenilmez: Bir de sanıyorum genelde TV kariyeri yoğunlukta olan oyunculara hep aynı tip işler ve rastgele bir dizinin bir bölümü kıvamında senaryolar geliyordur. Ama bu film size de nefes aldırmış ve cezbetmiştir.
Hazar Ergüçlü: Yani, farklıydı ve çok inandığım bir yerden bakıyordu bu iş. İçerisinde yer almak isteyeceğim, arkasında durup savunabileceğim bir işti.
Halil Babür: Bence burada Hazar’ın yaptığı şey çok zor ve önemli bir karardı.
Hazar Ergüçlü: Emre ve Halil benim yerimde olsa kabul etmeyeceklerini söylüyorlar.
Halil Babür: Sonuç olarak televizyon kariyeri dediğimiz şey, bir kişinin organizasyonunda olan bir şey değil. Çok fazla kontrol edilen ve popülerlik üzerine adımlar atılan, riskli olmaması gereken ve halkın beğeneceği genel geçer şeylerden oluşan bir sistemde yaşıyoruz. O yüzden hem Hazar’ın hem de menajerinin başarısı ve cesareti herkesin yapabileceği bir şey değildir. Benim açımdan da, bu işin cesur olma kısmından değil de ilk film olma riskinden dolayı, eğer o zamanlar aktif bir çalışma sürecinde olsaydım, belki de birkaç kez daha düşünebileceğim bir şey olabilirdi. Hatta şunu söyleyebilirim, bu film kötü olsaydı bile ben rolümü sevdim ve bu rol üzerinden kendi alanımı yaratabilirim diye de bu işi kabul ettim. Çünkü hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Sonuçta ilk film. Ama sonra, çalışmaya başladığımız zaman fikirlerimizin birbiriyle paralel olduğunu, birbirimizi çok tamamlayıp yükselttiğimizi görünce süreçten de aşağı yukarı emin oluyorsunuz.
Hazar Ergüçlü: Zaten uzun denilebilecek güzel bir hazırlık dönemimiz olmuştu.
Özlem Yenilmez: Peki, birkaç festival gezdiniz. Şehirden şehire ve kültürden kültüre filme karşı farklı tepkiler almışsınızdır. Bu tepkilerden en farklı olanlar hangileriydi?
Hazar Ergüçlü: Festivallerden pek kötü bir tepki almadık. O açıdan çok şanslıyız.
Emre Erdoğdu: Sevmedikleri şeyleri de çok nazik bir şekilde söyledi herkes. Düşüncelerimizin uyuşmadığı yerler olabilir, ama dile getirirken gayet naziktiler. Ben çok sivri bir şeyler bekliyordum.
Hazar Ergüçlü: Ben de bekliyordum.
Halil Babür: Ama o sivrilecek insanlar filmden çıkıp gidiyor. Görmüyorsunuz, konuşmuyorsunuz.
Özlem Yenilmez: Ben ilk defa filminizi Uluslararası Adana Film Festivali’nde görmüştüm. İlk gösterimi kaçırmıştım ve ikinci gösterime girmek için insanlara filmin nasıl olduğunu soruyordum. Kimse iyi ya da kötü film demedi, yalnızca küfürlü film demişlerdi. Ama benim istediğim cevaba göre bu yorum çok sığ kalıyordu. Ardından filminize üç ödül geldi ve yorumlar boşa çıktı bana göre.
Halil Babür: Bazılarının da bir filme baktığı yer orası olabiliyor. O dereceler bizim elimizde değil. Sonuçta bizim de yaklaşımımıza başka bir üst akıl gelip de “Bu film okuması böyle yapılmaz.” diyebilir. Bunu çok fazla belirleyemeyiz. Zaten bunun uzun uzun açıklanması, aynı zamanda o düşüncenin bir temeli olduğuyla ilgili bir his de yaratıyor onlarda. Bu kadar tartışılacak bir şey olmamalı ortada. “Küfür neden yok?” ya da “Küfür neden var?” sorularının uzun uzun tartışılması bir yerden sonra onların algısının dağıldığı ya da kendilerini haksız görmeye başladıktan sonra dinlemeyi bıraktıkları yerde kendi savlarını kuvvetli görmeye başlıyorlar. Bu da Twitter’daki herhangi birinin kadınlar hakkındaki berbat düşüncesinin çok fazla infial görmesi, böylece adamın düşüncesinin herkese ulaşmış olması gibi bir şey. Arada kalmış ya da bununla ilgili herhangi radikal bir fikri olmayan birileri de onu desteklemeye başlıyor.
Rabia Elif Özcan: Filmde aynı anda hem olgunlaşamamış ve yarım kalmış çocukluklar, hem de kendini yetişkin olarak gören karakterler görüyoruz. Anne ve baba kısmı eksik kalmış, ilişkiler sonradan öğrenilerek tamamlanıyor. Müzeyyen’in babasının olmaması mesela. Orada rol model yok. Bu anlamda Müzeyyen’i bir çocuk gözüyle mi izlemeliyiz? Yoksa bir yetişkin kadın gözüyle mi izlemeliyiz?
Emre Erdoğdu: Özge Dirik’in bir şiiri vardır, “Bir çocuğu kemiren ya bir babadır hep ya da yokluğu.” diye. Bir babanın var olmamasıyla ilgili kesin bir psikolojik söylem üretilebileceğini düşünmüyorum. Bazen bir babanın varlığı iyidir, bazen de yokluğu. Müzeyyen’in babası olsa daha iyi mi, kötü mü olurdu bilemiyorum. O yüzden bence, çocukluklarını kendi oyun bahçelerinde çok iyi oynayan çocuklar onlar. Bekir, yaşamındaki o travmalarıyla çok iyi uğraşan ve buna rağmen eğlenmeye devam edebilen biri. Müzeyyen, kendi arkadaşları arasındaki duruşu belli olan biri. Hazerhan, kabul edilen biri; bütün oyunbozanlığına rağmen. Bir şekilde hayatlarına devam ediyorlar ve bunun düzgün olup olmadığıyla çok da ilgilenmiyorum. Müzeyyen, Hazerhan’dan parayı sadece bakışıyla alabilen biri. Ama aynı zamanda uyuşturucuyu kullanmayı bilmeyen çocuk gibi kullanan biri. Müzeyyen’in içindeki çocukluğu da yetişkinliği de yok sayamayız.
Hazar Ergüçlü: Bu tek bir perspektiften ele alınamaz. Yetişkin bir yerden ya da çocukça bir yerden bakalım denilemez. İnsan olmakla alakalı bir şey bu.
Emre Erdoğdu: Ama açıkçası Müzeyyen’in çocuksuluğunu çok küçük anlarda vermek istedim. Çünkü Müzeyyen, daha kendini saklayan, çocukluk ya da mutluluk anlarını zaman zaman zayıflık olarak görebilecek ve zamanında bu yüzden canı yanmış biri.
Özlem Yenilmez: O zaman son soruma geçiyorum, çünkü söyleşiye gitmeniz gerekiyor. Direkt konuyu Ulusal Yarışma’ya çekmek istiyorum. Hepiniz bildiğim kadarıyla orada bulunup o atmosferi gördünüz. Yanlış hatırlamıyorsam Ahmet Mümtaz Taylan’ın o atmosfer hakkında söylediği güzel şeyler vardı. Beyoğlu Sineması’nda belki de ülkedeki festivallerin en siyasete bulaşmak zorunda bırakılmayan, bağımsız festivalinin gerçekleştirildiğine dair sözler sarf etmişti. Siz de orada bulunanlar olarak bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Halil Babür: Hiçbir bürokratik konuşmacının olmadığı, olsa da buna müsade edilmeyeceği, sadece festivalle ilgilenilen bir festival oldu. O yüzden tebrik etmek lazım.
Hazar Ergüçlü: Eylem çok pozitif bir hareketti. İçerisinde hiçbir kavga barındırmıyordu.
Halil Babür: Yaptığımız her şeyin bir mücadele olmasıyla ilgili bir girişimimiz vardır hani, bir karşı duruş. Bazı şeyler olduğu gibi mutluluk verebilir. O anlamda bayram gibiydi.
Emre Erdoğdu: Antalya Film Festivali’nden Ulusal’ın kaldırılacağı haberi yayılınca, bir boykot yapılması gerektiğinin sorgusu ortaya çıkmaya başladı. Ben de o zamanlar yeni bir sinemacı olarak yeni yeni sinema ortamlarıyla temasta bulunuyordum. Ben boykotu duyunca bunun da diğerleri gibi hiçbir işe yaramayacağını düşünmüştüm. Hatta karşı gelmiştim. Antalya’ya bir tane bile film katılabiliyorsa, sinemacıların kendi içinde birbirlerini ötekileştirmesi durumuna dönüşebilirdi. Bu da saçma geliyordu. Ama Kaan (Müjdeci), “Buna nasıl karşı gelinir?” sorusunun cevabını verdi. 54. Ulusal Yarışma dediğinde ben havalara uçtum. Çünkü bir sinemacının derdi, filmini göstermektir. Bu da benim için 54. Ulusal Yarışma oldu, çok da güzel bir atmosferdi. Seyirci de çok iyi tepkiler verdi. Bu da çok motive ediciydi. Beni devam ettirecek asıl motivasyon, maddi karşılık değildir; bir şekilde manevi motivasyona ihtiyaç vardır. Bu nedenle Kaan, muhteşem bir şey yaptı. Büyük festivallere katılınca da politik kısımlar bana hala lisede olduğumuzu ve hala müdürün soğukta iki saat konuşma yapması hissini veriyor. Yirmi yedi yaşına geldim ve hala birilerinin konuşmasının bitmesini bekliyorum.
Özlem Yenilmez: Zaten asıl sinemacılar Ulusal Yarışma’dayken, Altın Portakal’ın ya da diğer büyük festivallerin var olması imkânsız.
Emre Erdoğdu: Ben o işin çözüleceğini düşünüyorum. O kadar sevgiyle bir iş yapıldı ki İstanbul’da, bu karşılıksız kalmaz. Herkes maddi bir karşılığının olmadığını söylüyor, ama bence yeni sinemacılar için çok faydalı oldu.
Hazar Ergüçlü: Uzun vadeli bir karşılık oldu ve bizi bir araya getiren bir ortam oldu. Tanışmamızı, beraber yeniden iş yapmamızı sağlayan bir şeydi bu.
Emre Erdoğdu: İlk defa bir yönetmenle gönül bağım oldu, diğer bir sinemacıyla başka bir şey paylaştık. O yüzden bizim için çok özeldi. Açılış konuşmasını da Hazar yaptı.
Hazar Ergüçlü: Benim için hayatımdaki çok önemli anılardan biridir.
Özlem Yenilmez: Umarım daha güzel anılarımız olur hep birlikte. Sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ediyoruz…