Türkiye prömiyerini Adana Film Festivali’nde gerçekleştiren, Locarno Film Festivali’nin ana seçkisinde yer alan Sibel (2018)’in yönetmen koltuğunda pek çok kısa film projesinde birlikte çalışmış olan Türk-Fransız çifti Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti oturuyor. Çekimleri Giresun ilinin Kuşköy köyünde tamamlanan film, hikâyesini gerçeğin kendisinden alıyor ve Kuşköy’de kuş dili ile konuşan köylülerin yıllardır sürdürdükleri kültür mirasını, Sibel (Damla Sönmez) isimli genç bir kızın ıslık dili ile anlaşması üzerinden beyaz perdeye taşıyor. Açılış sekansında fonda bir kafa röntgeni eşliğinde bir doktorun, hastasına tekrar etmesi için söylediği cümlelerle karşılaşıyoruz. Doktorun söylediği cümlelerin ıslık dili ile tekrar edilmesinden sonra görüntü kayboluyor ve gözlerimizi Karadeniz’in olabildiğince yeşile uzanan çay tarlalarında çalışan köylü kadınlarına açıyoruz. Sibel ile tanışmamız toplumsal bir dışlanma merasimine tanıklık etmemiz vasıtasıyla oluyor. Konuşmalarından yakın zamanda evleneceğini anladığımız bir genç kızın yanına yanaşmaya çalışan Sibel, öfkeli bir kovulmaya maruz kalıyor ve kimsenin yanına yaklaşmaması gereken bir ‘’uğursuz’’ olarak nitelendiriliyor. Köyde ıslık dili herkes tarafından bilinen ve nadir de olsa ara ara kullanılan bir dil olmasına rağmen, Sibel’in küçük yaşta geçirdiği bir hastalık sonrası konuşma yetisini kaybederek tamamen ıslık dili ile anlaşmak zorunda kalması, onu köyde herkes tarafından dışlanan ve ötekileştirilen, insanlarla iletişim kurma noktasında imkansızlıklarla boğuşan bir yabancıya hâline getiriyor.
Şüphesiz bu noktada dil ve kültür arasındaki ilişkinin kurulması büyük önem arz ediyor. ‘’Kültür, sosyal bilimler için toplumun sembolik ve öğrenilmiş yönlerini anlatan genel bir terimdir. Sosyal bilimlerde kültür, biyolojik olarak değil, toplumsal araçlarla aktarılıp iletilen her şeyi anlatır.’’ diyor Marshall. İçerisinde bulunduğu etkileşimlerle kendini yeniden üreten ve tüm toplumsal düşünce ve davranış kalıplarını şekillendirmede birincil öneme sahip olan kültürün toplumsallığı ile ilgili Durkheim, bireyi doğrudan ve güçlü bir şekilde etkileyen mekanizmanın kültür olduğundan bahsediyor ve şöyle söylüyor: ‘’Kültürel kopyalayıcılar birinden diğerine (ebeveynden çocuklara) geçen bir yapı ya da birçoğundan diğerine geçen bir yapı (bir toplulukta birçok yetişkinin bir çocuğa baskı yapması gibi) içinde dikey olarak akarlar. Kültürel kopyalayıcılar yatay olarak da akarlar; yetişkinden yetişkine ya da liderden takipçilere.’’ Bahsedilen tüm bu süreç kültürleme adı altında süregelir. Bourdieu’ye göre kültürleme, insanın geleneksel alışkanlıkları kazanması, sosyal şartlanmalar ile kültürel kalıpları kendiliğinden öğrenmesi, doğumundan itibaren kendi kültürünü benimsemesi ve bu kültürel alana ait olma sürecidir. Ve tüm bu sürecin en âşikar göstergesi ise dâhil olunan toplumsal gruba ya da tabakaya has olan dilin öğrenilmesidir. Tamamen kültürel kaynaklı bir etkinlik olarak tanımladığımız dil, istemli olarak üretilen bir simgeler düzeni aracılığıyla düşünce, duygu ve isteklerin bildirişiminde kullanılan, içgüdüsel olmayan, yalnızca insana özgü bir yöntemdir diyor Amerikalı dilbilimci ve etnolog Sapir. Dil bu noktada tüm kültürel faaliyetlerin önceli hâline geliyor ve kurduğumuz ilişki bağıntılarımız dil sayesinde iletilebilir ve anlaşılabilir oluyor. Burada altının kalın harflerle çizilmesi gereken bir kavram var: insana özgü olmak.
Nitekim Sibel, insanlarla dil aracılığı ile kuramadığı ilişki sonrası giderek yalnızlaşıyor, toplumsallaşma bilinci büyük erozyona uğruyor ve genç kız sık sık kalabalıklardan ve insanlardan kaçan, ormanın derinliklerinde bulunan küçük kulübesine sığınan yabanî bir doğanın boyunduruğu altına giriyor. Yabanîleşme giderek kültürleme pratiğini ortadan kaldırıyor ve bir tür ilk alışkanlıklara dönüş süreci yaratıyor. Sibel, köyde herkesi korkuya sürükleyen, tuzağa düşürerek öldürmeye çalıştığı bir kurdun peşine takılıyor ve kurdun olası ölümü, Sibel’i köylülerin gözünde avcı konumuna getireceği için, genç kızın lider olma ve kendini kanıtlama güdüsünün de tetikleyicisine dönüşüyor. Filmde köydeki tüm kızların tek hayâlinin evlilik olması Türkiye’nin ve sınıflandırmanın içerisine dâhil edebileceğimiz ara form diğer tüm ülkelerin toplumsal kodlarını ortaya seren önemli bir ayrıntı olması açısından dikkat çekiyor. Sibel’in kız kardeşi de daha liseye gitmesine rağmen kendisi için evlerine gelecek olan görücünün mutluluğuyla yanıp tutuşuyor ve toplumun ona öğrettiğini, vakti geldiğinde kusursuz bir şekilde uygulayabilecek olmanın iç rahatlığıyla daha önce bahsettiğimiz kültürel kopyalayıcı sistemin aktörlerinden biri oluyor. Sibel ise yirmi beş yaşına gelmiş ve bulunduğu fiziksel durum itibarıyla köydeki hiçbir erkek tarafından istenmeyen bir bekâr olarak kalması sonucu bir kez daha genel kabul görenin ve aktarılanın ötesinde, aykırı bir kadın olarak dışlanmaya devam ediyor.
Filmde Sibel’in kırılma noktalarından birinin -belki de en önemlisinin- ormanda yaralı şekilde bulduğu ve kulübesine saklayarak kendi ilkel yöntemleriyle tedavi ettiği Ali (Erkan Kolçak Köstendil) karakterinin hayatına girmesi olduğunu söyleyebiliriz. Jandarma tarafından asker kaçağı olarak aranan Ali’nin bir süre sonra terörist olduğu söylentisinin tüm köye yayılması, kaçak adamın bilinmeyene karşı duyulan kinin ve öfkenin simgesi hâline gelmesi açısından dikkat çekiyor. Şüphesiz filmde etrafımızı kuşatan toplumsal kodların bir diğer yansımasını Ali karakteri üzerinden deneyimleyebileceğimizi söyleyebiliriz. Burada değer kavramına değinmekte büyük yarar var. Amerikalı sosyolog Collins, değer kavramını; bir kişinin veya sosyal grubun kabul ettiği standartlar, inançlar ya da moral ilkeler olarak ifade ediyor. Değerler, toplumu oluşturan ve bir arada tutan, kuşaktan kuşağa aktarılan toplumsal normlar olarak bireyin duygu ve düşünce dünyasını şekillendiriyor ve yetişkin yaşamının da iskeletini oluşturuyor. Sibel’de, Ali’nin toplum tarafından yüzyıllardır kabul gören ve erkeklik namusu olarak nitelendirilen askerlikten kaçması onu tıpkı Sibel’e yapıldığı gibi baskıcı ve hükmedici bir tavrın kurbanına dönüştürüyor ve bu iki dışlanmış karakter kısa süre içerisinde aralarında ufak bir arkadaşlık bağı kuruyorlar. Sibel’in köylü kızlardan birinin kına gecesine katıldığı bir akşam, yapmayı beceremediği makyajı ve eğreti görünüşü sebebiyle başta kız kardeşi olmak üzere köyün tüm kızları tarafından aşağılanmaya uğraması genç kızın tüm gururunu zedeliyor ve inatçı ötekileştirmeler tüm saldırganlığıyla devam ederken Sibel, bir gece kulübede Ali ile sevişiyor. Yabanî ve idsel olarak nitelendirebileceğimiz bu sevişme Sibel’in belki de daha önce hiç deneyimlemediği, kafasında bambaşka bir yerde konumlandırdığı ‘’erkek bulma’’ tabusunu yıkan en önemli gelişme oluyor ve onu özgürleşmeye bir nebze daha yaklaştırıyor. Kız kardeşinin onu takip etmesi ve bu gizli buluşmayı görerek önce babasına, babasını inandıramayınca da bir hışımla tüm köye söylemesi ailenin herkes tarafından rencide edilmesine sebep oluyor. Namussuz olarak lanse edilmeye başlayan Sibel, bir umut ortalardan kaybolan Ali’nin kendisine geri döneceği hayalleriyle avunurken, kız kardeşi ise dedikodulardan payını alan bir diğer kurban oluyor ver görücü eve gelmekten vazgeçiyor. Günlerce süren bir baskı sonrası daha fazla dayanamayan Sibel, kardeşinin elinden tutuyor, köylülere tüm gücüyle haykırıyor ve film toplumsal bir yaranın yüzyıllardır kapanmayan izleri üzerinde gezdirerek bitiyor parmaklarını: ‘’Ne dağda kurt var ne bende namus.’’ diyor Sibel. Çünkü namus da kurt da zihinlerde kurulan karanlık tuzaklar sadece, namus da kurt da kafamızda.
Kaynakça:
Langauge and Social Ontology, John. R. SEARLE