Berlin Film Festivali’nde görücüye çıkan, Sofya Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödülüyle dönen Banu Sıvacı’nın ilk uzun metrajlı filmi Güvercin (2018), Türk sinemasında kendisine özgün bir yer edinmeyi başardı. Anne ve babalarının hayatını kaybetmesiyle birlikte aile ilişkilerine ve hiyerarşisine yeni bir biçim kazandırmak zorunda kalan üç kardeşten en küçüğü Yusuf’un (Kemal Burak Alper) perspektifinden baktığımız hikâye, aynı zamanda hayvanlarla insanların kaderindeki kesişimlere, iki ayrı türün ruhlarının modern hayatın götürülerine nasıl direndiğine veya direnemediğine farklı bir bakış açısı getiriyor.
Film kabuğunu kırarak, Yusuf’un eline doğan bir güvercinle başlıyor. Doğduğu ilk andan itibaren kendini zorlu bir hayatın tam ortasında bulan güvercinin durumunun, filmin tüm etmenleriyle ortaklık kurarak düşünüldüğünde, Yusuf’unkinden pek de farklı olmadığını görüyoruz. Filmde henüz gençlik yıllarının başında olan Yusuf, benliğine ulaşmaya çalışırken hayatın hiç tanışmadığı acımasız tarafıyla yüzleşen bir genç olarak konumlandırılıyor. Evinin damında çok sevdiği hatta çok sevmenin de ötesinde kader ortaklığı kurduğu güvercinleriyle birlikte yaşayan bu genç, damın dışında dönen hayattan bağımsız bir gerçeklik yaratıyor kendisine. Güvercin‘de bu aşamada devreye hayvanların da insanlar gibi hisleri olup olmadığı sorusunun cevaplanma zorunluluğu giriyor. C. Darwin bu soruya şöyle bir cevap veriyor: “Bireysel olarak hayvanların kişilikleri vardır; sadece yaşamazlar yaşamları da vardır. Hatta birileri, hayvanların insanlardan daha fazla duygularına vakıf olduğunu iddia edebilir. Çünkü onlar bilincin temel formuna sahiptirler.” Banu Sıvacı’nın filmin temeline yerleştirdiği felsefe de bu görüşle birebir örtüşüyor. Hayvanların dünyayı insanlardan daha güçlü kavrayabildiği; yaşamın özüne inmekte insanlardan daha başarılı olduğu gerçeğini özgün ve olabildiğince naif bir dille anlatan Bresson’un Au Hasard Balthazar‘ıyla (1966) cevap arama noktasında pek çok ortaklığa sahip Güvercin. Au Hasard Balthazar’da Marie’yle (Anne Wiazemsky) Balthazar arasındaki his ve kader ortaklığının bir benzerine, Yusuf ve Maverdi arasında rastlıyoruz. Maverdi’nin damda kurulan dünyadaki aykırı yapısı, diğer güvercinlerle yaşadığı ilişki kopukluğu ve var olan düzeni reddedişi filmin ilk anlarından itibaren hissediliyor. Maverdi zorunda kalmadıkça kendi kafesinden çıkmıyor, böylelikle kendisine Yusuf’un damda yarattığı yaşam alanına benzer bir bölge oluşturuyor. Yusuf’un modern dünyadaki konumuyla, Maverdi’nin güvercinler arasındaki konumunun benzerliğini yansımada oldukça başarılı bir anlatı ortaya koyan Banu Sıvacı, ilk filmlerini yapan yönetmenlerin en çok zorlandığı konuların başında gelen oyuncu yönetimi hususundaki iddiasını, bir güvercinin hislerini izleyiciye hissettirme başarısını yakalayarak ispatlıyor.
Filmde Yusuf’un damda kurduğu ve içerisinden asla çıkmayı düşünmediği yaşam alanına ilk darbe ağabeyinden geliyor. Bu aşamada Yusuf’un ağabeyinin yabancılaşmanın artık son evresinde olduğunu söyleyebiliriz. İnsanın artık insancıl duygularını daha az hissettiği bu evrede, Yusuf’un ağabeyi Halil (Ruhi Sarı) de kardeşinin hayatta kalmasının tek yolunun bir şekilde düzene uyum sağlaması olduğunu düşünüyor. Yusuf’a sanayiden bir iş ayarlayacağını söyleyen Halil, hayata atılma konusunda toplum normlarının dışında bir yol izleyen gencin gerçeğin soğuk yüzüyle tanışmasına sebep oluyor. Tabii ki bu, benliğini bütünüyle tek bir hayat tarzına bağışlayan Yusuf için kabullenilmesi güç bir durum oluyor. Ve Yusuf, damdaki hayatını sürdürürken para kazanabilmek adına yeni bir yöntem geliştiriyor. Sahibi olduğu güvercinlerinin de yardımıyla, damına gelen yeni güvercinleri satarak maddi olarak kendisini ispatlama çabasına giren Yusuf, kendi gerçeğine de ilk gediği açmış oluyor aslında. O zamana kadar hisler üzerinden ilerleyen saf bir ilişkiye sahip olduğu güvercinlerle arasında istemeden bir hiyerarşi oluşuyor. Dışarıdaki sisteme dahil olmamak için kendi çapında büyük bir mücadele verirken, masumiyeti tartışılacak yeni bir sistemin kurucusu hâline gelen genç, kendisine ait olmayan ve “yabancı” olarak adlandırdığı güvercinleri çıkarı için şehirde pek de tekin olmayan güvercin satıcılarına satmaktan çekinmiyor.
Yusuf yakaladığı güvercini satmak için şehre indiğinde kafeslerdeki güvercinler, faytonlarda uygunsuz koşullarda çalıştıkları her hâllerinden belli atlar, araba kasalarında taşınan çocuklar ve pazardaki işçiler takılıyor yönetmenin kadrajına. Seyirciye insanların, hayvanların hatta tüm doğanın giderek yozlaştığı sömürü düzeninin götürülerini etraflıca düşündüren bu detaylar, aynı zamanda filmin temel meselesini anlamımız için de yol gösteriyor. Yusuf’un güvercin satarak para kazanma fikri sistemin acımasız dişlileri arasında son zerresine kadar eziliyor âdeta ve Yusuf sanayide işe girmekten kurtulamıyor. Film boyunca Yusuf’un babasıyla ilgili damda güvercin kafeslerinin birinin üstünde fotoğrafının asılı olduğunu öğrenmekten öteye gidemiyoruz. Yan hikâye oluşturma konusunda iddiası bulunmayan Güvercin, birçok konuda insanın aklında soru işareti bırakıyor. Sırtını dayadığı gerçekçilikten ödün vermemek için oluşturulan kasıtlı bir muğlaklık çabası olarak yorumlanabilecek durum, izleyiciden aklındaki her soruya cevap bulma alışkanlığından vazgeçmesini talep ediyor.
Yusuf’un insan ilişkilerindeki pasif tavrına ikinci gedik bir kadın tarafından açılıyor. Yaşamı boyunca insanlara karşı korumacı ve ürkek davranan Yusuf, bu ürkekliğini kadın erkek ilişkilerinde de yenemiyor. Mahalle düğününde karşılaştığı ve ara ara karşılaşmalardan öteye gidemeyen ilişkilerine rağmen, adını dahi bilmediğimiz bir genç kadın, Yusuf’un hayatında yer edinmeyi başarıyor. Toplumdan kendini bilinçli olarak ayrıştıran, kendisine maddi anlamda herhangi bir statü oluşturamamış, ruhunu ve gerçeğini güvercinlere, damındaki hayatına adamış genç adam ilk defa dürtüleri yoluyla kurduğu hayatın sınırları dışına çıkmaya teşebbüs ediyor. Bu teşebbüs gizli takipleri, uzun bakışları, derin suskunlukları aşamasa da Yusuf’un kendi ruhunu hatta bedenini tanıma noktasında oldukça önemli bir yerde konumlanıyor. Genç çocuğun daha önce güvercin satmaya başlamasıyla oluşan çelişkiler yumağına bir yenisinin eklenmesine sebep olan genç kadın insanın zaman zaman kendi gerçeğiyle çelişebileceğinin temsili oluyor ve tıpkı baba meselesinde olduğu gibi genç kadın meselesinde de izleyici muğlaklık perdesini aralayamıyor.
Tüm bunlar olurken sanayi ve sanayideki düzen de filme yeni bir boyut kazandırıyor. Ağabeyi Halil’in (Ruhi Sarı) aracılığıyla otomobil parçacısında çalışmaya başlayan Yusuf ilk günden itibaren hayatın yeni yüzüyle tanışıyor. Mikro düzeyde bir anlatı gibi dursa da Yusuf’un işçi kimliğiyle yaşadığı sorunların Adana’ya has olmadığını tahmin etmek zor olmuyor. Tek motivasyonu güvercinleriyle kurduğu hayatı stabil hale getirebilmek olan genç, Adana’nın tekinsiz yerlerinde çalışırken şahit olduğu birçok olayda tarafsız bir tavır takınıyor. Patronunun ve ağabeyinin kanunlara aykırı şekilde haczedilmiş arabanın parçalarını satacağını öğrenen Yusuf’un sessizliği, çarkın dişlilerinden biri olmanın sanılandan çok daha çabuk gerçekleşebileceğinin bir kanıtı hâline geliyor.
Sanayide girdiği işle beraber kendini bambaşka bir rutinin hatta kapanın içinde bulan Yusuf güvercinleriyle eskisi kadar vakit geçirememeye başlıyor. Bu da Yusuf’un kendine yabancılaşmasının ilk adımı olarak karşımıza çıkıyor. Filmin temelini oluşturan Maverdi Yusuf ilişkisi de bu andan itibaren zedelenmeye başlıyor. Çünkü Maverdi hala kendi hayatından taviz vermeyen bir konumda; kafesinde, diğer türdeşlerinden ayrı bir hayat sürüyorken; Yusuf elinde olmadan da olsa hayatında başka gerçeklere de yer vermek zorunda kalıyor. Yusuf’un damını ve güvercinlerini işi sebebiyle korumasız bırakması hayatında tedavisi daha güç yaralar açmaya başlıyor. Her zaman yaptığı gibi kader ortağı güvercinleriyle yabancı kuşları yakalayan Yusuf bir gün, yakaladığı yabancı bir kuşun bacağına bağlanmış; asla bulmaması, görmemesi gereken bir paket buluyor. Damı dışındaki dünyada yaşananlara karşı oldukça acemi olan Yusuf acemiliğinin bedelini hiç ummadığı ve tahammül edemeyeceği bir biçimde ödüyor. Güvercini sattığı pazarcı aracılığıyla Yusuf’a ulaşan Seymen (Evren Erler), paketine ulaşmak için bir gün dama geliyor. Ve tartışmanın sonunda Maverdi’nin boynuna bir kesik atıyor. Bresson’un Au Hasard Balthazar‘ında Balthazar’ın yaralanması sahnesiyle paralellik hissettiren bu sahne bizi sinemanın izleyiciye tanıdığı cesaretle birlikte başka sorgulamalara itiyor. Öncelikle film boyunca her türlü olaya tepkisiz ve pasif kalmasına alışık olduğumuz Yusuf, burada ilk defa öfkeli gözüküyor. Karşı cinsle tanışmasında olduğu gibi yeni duyguları ve dürtüleri ilk defa tecrübe etmesine tanıklık ettiğimiz genç adamın, söz konusu güvercinleri olunca ortaya çıkan cesareti ve öfkesi; başından beri şahit olduğumuz pasif davranışın kendi tercihi olabileceği ihtimalini doğuruyor. Ayrıca Maverdi’nin boynunda oluşan derin yara daha önce pazar alanında yük taşıyan atlarda da gördüğümüz gibi, insanın söz konusu çıkarları olunca inebileceği dibin seviyesizliğinin tezahürü olarak çıkıyor karşımıza.
Damın dışındaki hayatın genç adamda açtığı gedikler gittikçe büyüyor ve Yusuf kendi gerçekliğinden kopmaya başlıyor. Yusuf’un sanayide çalıştığı dükkân birtakım sebeplerden kapanınca, genç adam başka bir işte çalışmaya başlıyor. Filmin bu bölümünde toplumcu gerçekçi bakış zirve yapıyor. Sermayenin işçiye karşı acımasızlığı, işçilerin toplum baskısına teslimiyeti Yusuf’un yeni iş tecrübesinde doğrudan yansıtılıyor. Kültürel kodlarla işlenen erkeklik bilinci, erkeğin para kazanma zorunluluğu, sadece Yusuf’u değil tüm gençleri etkiliyor. Adana çevresindeki gençlerin sistem altında ezilişi aynı zamanda genel bir Türkiye portresi çiziyor.
Öze dönüş olarak da yorumlayabileceğimiz final sekansı kendi içinde pek çok dinamik barındırıyor. Toplum baskısının, sistemin ve coğrafyanın arasında sıkışıp kalan Yusuf, tüm bunları elinin tersiyle itmeyi denese de ne yaparsa yapsın hayattan soyutlanmanın mümkün olamayacağı gerçeğiyle yüzleşiyor. Büyük bir heyecanla girdiği damında güvercinlerini göremeyen genç çocuk kendini birden yaşamaya dayanamayacağı bir hayatın ortasında buluyor. Filmin final sekansında da gerçeğin muğlaklığına tanıklık ediyoruz. Güvercinlerin nasıl ortadan kaybolduğunu tahmin etmekten öteye gidemezken, bu detay filmi kendi içinde tutarlı bir hâle getiriyor. Seymen’in klasik bir kötü karakter davranışıyla damı alt üst etme ihtimali kuvvetli dursa da, Yusuf’un ağabeyi Halil’in de güvercinleri satmaması için hiçbir sebep bulunmuyor ortada. Film boyunca kadının toplumdaki yerine vurgu yapmak amacıyla olduğunu düşündüren bir rol biçiliyor kadın karakterlere. Birer hayalet gibi ara ara gözüken ve insan ruhuna temel dokunuşlarda bulunan kadınların bu davranış biçimi final sahnesinde de devam ediyor. Ablasından hayatının hatta benliğinin merkezine koyduğu Maverdi’nin hâlâ damda olduğu haberini alan Yusuf’un bu olaya verdiği tepki filmi başka bir boyuta sürüklüyor.
Bir yandan dış dünyanın tahammül edilemez sertliği ve ruhsuzluğu, bir yandan babadan miras alınan bir toplum nezdinde başarısız görülme yükü ve bir yandan benliğinin bir parçası hâline gelen damdaki yaşam alanıyla; şanslı azınlık dışında insanların, hayvanların ve onların nezdinde tüm doğanın kaderinin ortak yazıldığı bir coğrafyada sıkışıp kalıyor Yusuf. Filmin sonunda kamera damdan yukarıya yavaş yavaş yükselirken, bu ortak kadere isyan etmenin zorluğunu hissediyoruz iliklerimizde. “Birbirinin kopyası çatılar altındaki yaşamlara isyan etmek mümkün müdür?” sorusunu içimize mühürleyen Güvercin final sahnesiyle muğlaklık konusundaki ısrarını sürdürüyor ve sanatın en büyük güçlerinden birini kullanıyor; soru sormanın cevap vermekten üstünlüğünü.