The Mother (2023) filmi, sanatsal bir perspektiften Hollywood filmlerini yorumlamak için bir fırsat sunuyor gibi görünüyor. İlk bakışta çoğu klişe öğeler barındıran bu film, izleyicinin derinlemesine anlamlandırabileceği mesajlar içeriyor. Bu durumda, nasıl oluyor da basit bir iskelete sahip bir filmi sanatsal bir değerlendirmeyle ele alabiliyoruz? Bu sorunun cevabını birlikte arayalım.
Niki Caro’nun yönetmenliğini üstlendiği ve Misha Green, Andrea Berloff ve Peter Craig tarafından kaleme alınan senaryoya sahip The Mother, cesur, hızlı düşünen, zeki, yetenekli ve aynı zamanda güzelliğiyle dikkat çeken Jennifer Lopez’e “bir ölüm makinesi olarak donatılmış anne” rolünü veriyor. Öyle ki aslında karakterinin adı bile sadece The Mother (Anne) olarak geçiyor.
Ajanımızın zekâsını ilk sahneden itibaren fark ediyoruz. Polislerle işbirliği yaparken, düşmanın sonraki hamlelerini önceden tahmin ederek geçmişte aldığı eğitimi pratiğe döküyor, ancak karnındaki bebeğini tam anlamıyla koruyamıyor ve bıçaklanıyor. Senaryo, klasik Hollywood hikâyelerinde alışık olduğumuz aksiyonla açılırken, kendini ve bebeğini korumak için mücadele ederken düşmanın peşine düşmesiyle hikâye ilk on beş dakika kuralına uyarak tamamen bir kovalamacaya dönüşüyor.
Hikâye hastane sahnesiyle devam ediyor. Artık karakterimiz bir anne olmuştur. Her ne koşulda olursa olsun annelik rolünü üstlenme, kimlik/aitlik duygusu ve bir nebze de intikam temaları etrafında örülen The Mother, aslında kadın olarak ve bir anne olarak doğa ve insanlarla olan mücadelesine tanıklık etmemizi sağlıyor.
İzleyicinin zihninde oluşacak sorular oldukça klasiktir: Bebeğinden vazgeçmek zorunda kalan bir anne, koruyucu bir aileye teslim edilen bir çocuk ve peşindeki düşmanlar. Yakalanacak mı, çocuğunu koruyabilecek mi ve hayatta kalacaklar mı? Biz kimden kaçıyoruz, düşman neden peşimizde ve karakterimiz tüm bu olay örgüsü içinde yeteneklerini nasıl kullanacak? Hangi aksiyon sahnelerini izleyeceğiz? Özetle, eğer klasik bir hikâyeden bahsediyorsak, şimdi bu hikâyeyi daha detaylı bir şekilde sanatsal açıdan yorumlayalım.
Tüm anne hikâyeleri, bugüne kadar izlediğimiz filmlerde aynı temel noktadan yola çıkar. Bu nokta, terk edilmiş ve tek başına bırakılmış bir anne figürüdür, güçlü ya da güçsüz. Toplumun dayattığı normlara göre, anne figürü genellikle bakıcı rolünü üstlenirken baba figürü koruyucu rolünde yer alır. Ancak bazı filmler, bu kavramları başaşağı ederek annenin güçsüzken güçlenmesine ya da zaten güçlüyken daha da güçlü hâle gelmesine odaklanır.
The Mother, başlangıcında polisin ana karakterin annelik yeteneğini sorgulamasıyla güçlü bir annenin portresini sunar. “Onu nasıl koruyacaksın?” sorusu, aslında “Nasıl bir anne olacaksın?” sorusunu da beraberinde getirir ve film boyunca bu tema işlenir. Ana karakterimiz, “Anneliğimi mi sorguluyorsun?” diye tepki verse de asıl odak noktası şudur: Evet, karşımızda güçlü ve tam donanımlı bir eğitim alan karakter var; Irak ve Afganistan’da çatışmalara katılan, “keskin nişancı” olarak görev yapan ve geride teyit edilmiş kırk altı ceset bırakan, M24 silahıyla bin üç yüz metreden hedeflerine isabetli atış yapabilen bir hayatta kalma uzmanıyla karşı karşıyayız.
Bu yetenekler kızının mutlu bir hayat sürmesine ve annenin ihtiyacını gidermesine yardımcı olacak mı? Tabii ki hayır, ancak koruyucu, kollayıcı anne figürü kızının hayatta kalması için elinden geleni yapar. Buna rağmen vazgeçebilme becerisi gösterir ve kızının haberi bile olmadığı bir gölge görevine girer. Karaktere bir seçim yapma zorunluluğu dayatılır: kızından vazgeçmek. Her ne kadar aylarca karnında taşıdığı bebeğine hiç dokunamasa bile her anne hayatını riske atmak istemez. Özellikle de geçmişi oldukça karanlık olan ve peşinde tam bir ordu düşman olan bir durum söz konusu olduğunda. Kızı, tanık koruma programına dahil edilerek (anne Sonya – Yvonne Senat Jones, baba – Michael Karl Richards’dan oluşan) bir koruyucu aileye teslim edilecektir. On iki yıl beklemek zorunda kalacak olsak da anne ile kız arasındaki bağın kopmayacağı, hikâyenin ilerlemesiyle beraber olay örgüsü tarafından vurgulanır.
Alaska, anne ile kızın tekrar buluşması ve aralarındaki bağın sorgulandığı, tam anlamıyla uygun bir rol üstlenir. Daha önce izlediğimiz filmlerde karakterlerin kendiyle buluştuğu, insanlardan uzak ve doğayla baş başa kaldığı bir bölge her zaman anlamlıdır. Tabii ki filmde düşmanların kendilerini bulamaması için el değmemiş bir bölge seçilmiştir, ancak bu durumu sanatsal açıdan yorumladığımızda, vahşi yaşamın bile zorlu olduğu bir bölgede geçmesi bize bir şeyler anlatmaya çalışır. Bu bağlamda, anneden kıza aktarılan genlerle birlikte, hayatta kalabilmek için tüm yeteneklerini kızına aktarması, aralarındaki bağın güçlenmesini sağlar. Bu zamana kadar alışık olduğumuz anne figürünün aksine, klişeleri yıkan Anne’yi izlerken, kızına olan davranışlarını, adam öldürmelerini bile önemsemez hâle geliriz. Çünkü ona atfedilen tek bir rol vardır ve bu rol, karakterin yolculuğunda bizim rehberimiz olur; hayatta kalabilmek için kızına veya kendisine zarar verebilecek her canlı tek bir nefeste öldürülebilirken, o, namlunun ucunda son derece tehlikeli bir varlığa zarar veremez hâle gelir. Ne de olsa yabani kurdun da bir ailesi, çocukları vardır. Ne kadar vahşi olsa da, o da kendi gibi bir anne’dir. İşte bu sahnelerde karakterimizin beyaz kurtla kurduğu sessiz bağ, filmin insanlardan öte en etkileyici sahnesi olarak akıllarda kalır.
Bütün bu olaylar zinciri içinde hikâyenin akışı, alışık olduğumuz sahnelerle ilerlerken sonunda düşmanlar yenilir ve ana karakterimiz kahramanlaşır. Anne-kız arasında beklediğimiz sevgi dolu bir kucaklaşma yaşansa da, toplum bize annelik rolünü böyle öğretmemiştir. Sadece on iki yaşında olan küçük bir kızın, “normal” bir hayata sahip olması beklenir. Bu nedenle onu “normal” sayılabilecek bir koruyucu aileye teslim ederler ve hikâye bizim kabul ettiğimiz “normal” çerçevede tamamlanır. Kafalarda bir soru işareti bırakılmaz ve ezber bozan annemiz geri döner, uzaktan gözetleyen rolünü yeniden üstlenir. Ancak bir farkla, o ne olursa olsun bir annedir.
SİNEMATOGRAFİ
Alaska’nın vahşi coğrafyası, hikâyenin akışını destekler nitelikte sinematografik bir güce sahiptir. Zorlu doğayla mücadele ederken, anne ve kız arasındaki bağın kesiştiği bir kulübede, Tarantino filmlerini hatırlatan bir estetikle karşılaşırız. Solgun renkler, acımasız doğa ve tabii ki şiddet sahneleri…
Yönetmen Nico Caro’nun kamera arkasında olduğu bu film, 2004 yapımı “Balinanın Sırtında” ile Bağımsız Ruh En İyi Yabancı Film ödülünü kazanmış bir isimdir. Ayrıca 2017’de gösterime giren “Umut Bahçesi” ve 2020’deki “Mulan” gibi yapımları da yönetmiş olan Nico Caro, estetik ve şiirsel anlatımla göze çarpan bazı sahnelerde de başarılı bir iş çıkarmıştır. Hikâyeyle bütünleşen geniş kamera açıları, renk ve kostüm seçimleriyle tam anlamıyla klasik bir Hollywood filmi izliyor gibi hissederiz ve seyirci olarak doyuma ulaşırız. Elbette, hikâyenin akışı ve bazı sahnelerde “bu ne absürtlük” diyebiliriz; örneğin, ana karakterimiz ağır yaralar almasına rağmen adeta Tarkan edasıyla her seferinde yeniden ayağa kalkar ve düşmanlarını tek tek avlar. Ancak, bu klişeleri izleyeceğimizi bilerek filmi açarız. Tüm bu deneyimlere dayanarak, şimdiye kadar izlediğimiz filmlerin etkisiyle.