Tiyatro Tiyatro Dergisi ödüllerinde Yılın Oyun Yazarı adaylığını almasını sağlayan Biz Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık isimli tiyatro oyununun yazarı, Çekmeköy Underground (2014) isimli uzun metraj filmin ortak senaristi, uluslararası prömiyerini BFI London Film Festivali’nde yapan, Uluslararası Dublin Film Festival’inde En İyi Uluslararası Kısa Film Ödülü, 22. İzmir Kısa Film Festivali Ulusal Kurmaca Film Yarışması İkincilik Ödülü, 22. İzmir Kısa Film Festivali En İyi Oyuncu Ödülü, 32. Ankara Film Festivali Ulusal Kısa Film Yarışması En İyi Film Ödülü ve 18. Akbank Kısa Film Festivali Mansiyon Ödülü alan Stiletto:Pembe Bir Aile Trajedisi (2021) ile 24. İzmir Kısa Film Festivali Ulusal Kurmaca Film Yarışması İkincilik Ödülü ve Başka Sinema Dağıtım Ödülü alan En Uzun Gece (2023) isimli kısa metraj filmlerin yönetmeni Can Merdan Doğan ile her iki filmi üzerinden biraz kuir sinema hakkında da mevzuları eşelediğimiz bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar.
Sevgili Can Merdan Doğan, öncelikle henüz yolun başında bir isim olmana rağmen başarılarla dolu kariyerini yazarken öyle mutlu oldum ki… Umarım sürekli biz sinema severleri şimdiye kadar olduğu gibi güzel işlerle buluşturur ve başarını daha pek çok ödülle taçlandırırsın diyor ve ilk soruma geçiyorum:
*Ben az çok biliyorum ama okuyucularımızın da seni yakından tanımasını isterim. Zira senin yerli sinemada olan büyük bir açığı kapatacak, sıradanlaşıp tekdüzeleşen yerli sinemayı farklı bir noktaya taşıyacak birkaç isimden biri olduğunu düşünüyorum. 24. İzmir Kısa Film Festivali podcast kaydında da söylediğim gibi Can Merdan Doğan, gümbür gümbür geliyor. Peki, kimdir Can Merdan Doğan? Neden tiyatro ile başlayıp sinemada karar kıldı?
Öncelikle övgü dolu sözlerin için çok teşekkür ederim. Sinema tutkum, tiyatrodan daha önceydi aslında. Ortaokul ve lisede tek başına sinemaya gitmeye başlamıştım. İzlediğim filmler “art house” filmlerdi. Lisede, edebiyatı ve oyun metinlerini keşfetmemle yolculuğumun başladığını anlamamıştım. Esasında genetik mühendisi olmak istiyordum, yaklaşık lise sona kadar bu heves devam etti, ama bu, sadece bir istek olarak kaldı. Lisenin bitiminde Ankara Üniversitesi’nin Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı’nı kazandım. Tiyatro okuduğum için çok mutluyum, çünkü aldığım oyun yazarlığı, senaryo yazarlığı gibi dersler sayesinde dramatik yapıyı öğrendim. Ayrıca çok sıkı bir disiplini olan bölümümüzün her hafta okumak zorunda olduğumuz yüklüce kuramsal kitapları olurdu. Bu da bir film yapmak için gerekli olan tüm arka planı bana sağladı. Film yapmanın hâlâ lens bilmek değil, bir dünya kurmak için elinizde sahip olunan entelektüel kapasiteyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda beni tutkuma daha da yaklaştırmak için yol aktı.
*İlk filmin Stiletto:Pembe Bir Aile Trajedisi de ikinci filmin En Uzun Gece de kuir sinema kodlarıyla öne çıkıyor. Her ne kadar senin illa kuir sinema yapmak gibi bir motivasyonla bu işleri yaratmadığını bilsem de günün sonunda bu noktada kendini sorumlu hissediyor musun? Yani bu işin eğitimini alan, kuir hayatı yakından tanıyan biri olarak içsel veya çevresel baskı, sorumluluk hissediyor musun?
Aslında kuir filmler yapmak gibi bir motivasyonum var. Doktora çalışma alanım kuir teori, cinsiyet araştırmaları ve medya temsilleri. Az önce belirttiğim gibi, akademik alanda okudukça, bu teorik arka planı hikâyeleştirmek istedim. Yine filmlerde yarattığım kuir dünyayı, bu alandaki okumalarıma borçluyum. Sorumluluğum elbette var. Bu alanda canı yanan, çıkış yolu bulamayan, ayrıcalıkları olmayan insanlar var. Amacım, kuir dünya adına söz söyleme sorumluluğu olmadı. Ben asıl kendi hikâyelerimi paylaşarak umut olma sorumluluğu duydum. Bu hikâyelerinde var olduğunu, yalnız olmadığımızı hissettirme sorumluluğu…
*Peki, bu kuir hikâyeleri anlatırken kendini tamamen özgür hissediyor musun? İlk filminde de ikincide de hiç yaratım sürecinde oto sansür uyguladığın, farkında bile olmadan kendini sınırlandırdığın olmuş mudur? Ya da çektiğiniz ama sonrasında aranızda yaptığınız tartışma sonucu kurguda atmak zorunda olduğunuz ama senin “Keşke filmde yer verebilseydik!” dediğin sahneler oldu mu? Stiletto:Pembe Bir Aile Trajedisi’nde çektiğin ama kullanmadığın sahnelerin olduğunu biliyorum. Ama o sahnelerin benim sorduğum soruyla bir alakası yok sanırım. Değil mi?
Hayır hissetmiyorum. Yaptıklarım, yapmak istediklerimin yarısı bile değil. Ama oto-sansürün yaratıcılığımı engellemesine izin vermiyorum. Kendime ara yollar buluyorum. Yine söylemek istediğimi söylemeye çalışıyorum. Stiletto’da birçok sahneyi kullandım. En Uzun Gece’de çektiğimiz ama kullanmadığımız sahneler oldu. Ama bunun sebebi oto-sansür değildi. Film bütünlükten uzaklaşıyordu, o yüzden. Yıllarca toplumsal cinsiyet kodlarına, normlara maruz kalarak büyüdük. Türkiye sinemasında çıplaklık hâlâ bir tabu. İki insanın seviştiği, coşkun erotizmi hissettiğimiz kaç film hatırlıyoruz? Elbette sansür mekanizmaları hepimizin parçası ama bu durumun yalnızca Türkiye’de yaşanmadığı da bir gerçek. “Gelişmiş” ülkelerde de aynı sansür mekanizmaları fonlar tarafından uygulanıyor. Maruz bırakmalar var. Onlar sadece Türkiye kadar açıktan işletmiyorlar sansürü, ne istiyorlarsa onun olmasını sağlıyorlar ve müdahale ediyorlar.
*Sadece Türkiye sinemasında değil tüm dünya sinemasında filmlerdeki LGBTIQ+ karakterleri genelde heteroseksüel bireyler canlandırıyor. Ve bu durum uzun yıllardır hararetle tartışılıyor. Özellikle Hollywood sinemasında enine boyuna masaya yatırılan bu meseleyi en kapsamlı ve vurucu şekilde irdeleyen bir belgesel de yapıldı. Disclosure (Sam Feder, 2020), sektörün neden birçok başarılı kuir birey varken non-binary kimliğe sahip oyuncuları tercih ettiğini sorgulayan, meseleye oldukça sert bir yerden bakan bir belgeseldi. Bu şekilde, örneğin transseksüel bir karakter için non-binary oyuncunun oynatıldığı çoğu film, yönetmeninin veya yapımcısının LGBTIQ+ bir birey olmadığına bağlanmaktadır. Mesela Tom Hooper imzalı The Danish Girl (2015) böyle bir filmdi. Sanırım bu tartışmaların da en çok ayyuka çıktığı film olmuştu. Fakat LGBTIQ+ bir bireyin yönettiği filmdeki LGBTIQ+ karakterin (Gerçi geçirgen bir kimliğe sahip demek daha doğru olur sanırım, değil mi? non-binary bir oyuncu tarafından hayat bulması şaşırtıcı. Sanırım iki filminde de LGBTIQ+ kimliğe sahip bir oyuncu yok değil mi? Peki, neden? Bu konuda LGBTIQ+ çevreden bir baskı görüyor musun?
Hayır ve bunun olmasına da izin vermem, çünkü ben sanat yapıyorum. Sanat yoluyla hikâye anlatıyorum. Dünyada çok kaba bir kimlik aktivizmi var. İnsanlar bizi ayrıştırıyor derken, bir süre sonra biz insanları ayrıştırmaya başlıyoruz. Elbette trans bir kadın hikâyesi anlatıyorsam, giderim trans bir kadın oyuncuyla çalışırım. Kalkıp da bu rolü cis bir erkekle çalışmam. Ama bir oyuncuyla sırf LGBTIQ+ birey diye de çalışmam. Bu anlamda insanların kimlikleriyle ilgilenmiyorum. Kuir tam da sorduğumuz bu soruları sormak zorunda kalmamak için var. Umarım bir gün sadece ortaklaştığımız tek nokta, üretime dair sorular ve sorunlar olur. Kimlik üzerinden sanat yapılamaz. Kuir bir kimlik değil, kuir tam da toplumsal cinsiyetin güçle ilişkisini açığa çıkarmak için bir tür yapıbozum hamlesi. Kavramların neden öyle “kurulduklarını” anlamanın yolu. Benim yapmaya çalıştığım da bu. Bunu yaparken de insanların kimlikleri üzerinden seçimler yapamam.
*Özellikle ülke sinemamızda beyaz-heteroseksüel erkek yönetmenlerin filmlerinde yine beyaz-heteroseksüel erkeğin buhranlarını izleriz. Bu filmlerdeki karakterler, büyük oranda da yönetmenin kendisini yansıtır. Kendini fazlasıyla ciddiye alan bu tarz filmlerde dram dozunun bir hayli fazla olduğu da bir gerçektir. Açıkçası seyirciye de bu tarz filmler o kadar çok sunuldu ki bir nevi seyircinin büyük bir kısmı da bu noktada uyuşturulmuş durumda. Adeta din insanlığın afyonudur gibi toksik maskülenite kokan, ağdalı filmler de sinemanın afyonu konumunda. Bu klişenin dışına çıkan ender örnekler ise yerli sinemaya da koltuklarında transa geçmiş seyirciye de can suyu oluyor. Senin her iki filmin de bu diğer kısma giren örneklerden. Kendini ciddiye almayan ve meselesini komik bir şekilde ortaya koyan filmlerden. Bu noktada sen ne söylemek istersin? Bu planlı bir şey miydi? Yoksa tesadüfi bir şekilde denk mi geldi? Ve sen başta LGBTIQ+ bireylere yapılanlarla nasıl mücadele edip bir üst mertebeye erişebildin? Zira bu olgunluğa erişemeden ne Stiletto:Pembe Bir Aile Trajedisi’ni ne de En Uzun Gece’yi çekebilmek pek mümkün değildir diye düşünüyorum. Yanılıyor muyum?
Elbette tesadüf değildi. Hepsi hayatımın bir parçası, ama hayatımın parçası olan şeyleri ortaklaştırmak, başkalarıyla paylaşmak bir sürece gereksinim duyuyor. Bu sizin kişisel olarak mevzulara bir mesafe koymanızı gerektiren bir süreç. Anlattığım hikâyelere karşı bir mesafem var. O mesafe hikâye anlatabilmemi mümkün kılıyor. O yüzden hikâyelerimi ortaya koymaktan korkmuyorum. Çünkü onlar izlendikçe herkesin hikâyesine dönüşüyor. Ben en çok orta sınıf, burjuva, eğitimli ve “solcu”ların zorbalığına maruz kaldım Türkiye’de. En korkuncu onlarınkiydi. Yaşadığınız şeyi anladıklarını sanıp, sizin kimliğinizin sürekli altını çizip kendilerini “ev sahibi”, sizi de bu dünyada misafirmişsiniz gibi konumlandırıyorlar. Türkiye’den biraz da bu yüzden gitmek istedim. Sokaktaki insanlara gelince, siz anlatırsanız onlar anlar. Herkes bir gün anlar. Anladıklarını size hissettirmek zorunda değiller, ama anlarlar.
*O zaman buradan kara komedi meselesini konuşarak devam edebiliriz. Stiletto:Pembe Bir Aile Trajedisi de En Uzun Gece de bariz bir şekilde birer kara mizah örneği. Üstelik hâlâ dünyada ama özellikle ülkemizde en çok ayrımcılığa uğrayan, şiddet gören, katledilen LGBTIQ+ bireylerin yaşadıkları, daha doğrusu LGBTIQ+ olup olmadığını dahi bilmeyen insanların hayatları -Belki de sırları mı demek gerek?- hakkında kara komedi yapıyorsun. Biliyorum, senin daha önce defalarca dile getirdiğin gibi; bu ülkede meselelerin fazla ciddiye alındığını düşünüyorsun. Ben bu noktada sana fazlasıyla hak veriyorum. Zira önemli bir meseleyi illa ciddi bir tonda aktarmak gerekmiyor. Örneğin ben En Uzun Gece’yi izlerken bir yandan yatak odası sahnesi boyunca deliler gibi güldüm, bir yandan da o toksik maskülenitenin acizliği karşısında iyice gerildim. Zira her ne kadar eril tahakkümün kurallarıyla örülmüş olan hayatlarımızın çoğunlukla maskelendiğini, herkesin hayatta kalmak için kendine biçtiği personasıyla yaşadığını bilsek de bunu perdede izlemek bambaşka bir deneyim. Üstelik bu mühim mesele biraz da ofansif mizah tarzında aktarılıyor. Ofansif mizah yapanların linç edildiği bir ülkede bunu yapmak… Hiç seni uyaran, vazgeç bu işten diyenler oldu mu? Neden kara komedi? Peki, diğer filmlerinde de kara komediden devam edecek misin?
Aslında hepimiz bu “toksik masküleniteye” maruz kalıyoruz, ama LGBTIQ+ bireyler insanların düşündüklerinden daha güçlü bireyler. Hayatları boyunca maruz kaldıkları şeylerle bir noktada dalga geçebiliyorlar. O yüzden kara mizaha bu mücadele gücü sayesinde daha çok yatkınım belki de. Ama kendine dair, hayatına dair, orgazmına dair bir tek soru sormamış insanlar var… Ben ofansif mizah yaptığımı da düşünmüyorum. Daha doğrusu neyin ofansif olduğuna, neyin olmadığına insanların değer sistemi karar verir. Bu kısımla ilgilenmiyorum. Daha çok arzular, duygular ve normlar arasındaki çatışmadan hikâyelerimi üretiyorum. Kara mizah bu yüzden hep olacak, bazen çok, bazen az…
*Ülkemizdeki kuir sinema örnekleri hakkında ne düşünüyorsun? Yerli sinemamızda kuir bir külliyat olduğunu düşünüyor musun? Zira bu soru özelinde araştırma yapınca çok önceden yaptığım bir liste karşıma çıktı. Yerli sinemada kuir filmlerden bir liste hazırlamışım. Ama listedeki filmlerin birçoğu sorunlu veya zorlama bir şekilde listeye girmiş. Zira olumsuz diyemeyeceğimiz örneklerde de mesele çok üstü kapalı verilmiş. Açıkçası sarıp sarmalanacak sadece birkaç örnek var. Çünkü mesele ele alınırken yine eril kodlar üzerinden ilerleniyor. Oysaki tüm kodların alaşağı edilmesi, alternatif bir dünyanın inşa edilmesi gerekiyor. Sen ne düşünüyorsun? Sence senin dışında ülkemizde bunu yapan isimler var mı? Ve tüm dünya sineması özelinde etkilendiğin, örnek aldığın, sinemanda reverans verdiğin kuir sinemacı var mı? Varsa paylaşmak ister misin?
Dediğin gibi her izlediğimiz LGBTIQ+ kategorisiyle ilgili izlediğimiz film kuir değil. Bence sinemacılar, herkes kendi hikâyesini anlatsa, daha çok kuir işler çıkabilir. Sanırım külliyat yavaş yavaş oluşmakta. Evet dünyada kuir filmler yapan sinemacılar var. Pier Paolo Pasolini onlardan biri mesela. Rainer Werner Fassbinder de…
*Sinemanı inşa ederken, akademi alanında yaptığın çalışmalar veya okumalar mı yoksa gerçek hayatın tam da içinden yaşadığın deneyimler veya gözlemlediğin yaşantılar mı daha çok etkili oldu? Çünkü kendi hayatından da etkilenmiş olacağını düşündüren birçok şey var sinemanda. Mesela kadınların dünyası… Her ne kadar filmlerinde cinsiyet karmaşası yaşayan ama toplum tarafından onlara biçilen erkek rolünü icra eden bireylerin hayatına daha çok tanık oluyor olsak da kadınların dünyası da fazlasıyla gerçekçi. Örneğin En Uzun Gece’de kadın karakterlerin birbirleriyle şakalaşmaları, didişmeleri, eğlenmeleri, kadın dünyasının samimiyeti çoğunlukla aklıma Pedro Almodóvar filmlerini getirdi. Almodóvar da kadın dünyasını oldukça sahici bir yerden perdeye yansıtır. Yanlış hatırlamıyorsam bu konu kendisine sorulduğunda çocukluğunun kadınların yoğunlukta olduğu mekânlarda geçtiğine dair açıklamalar yapmıştı. Senin de böyle bir durumun olabilir mi?
Kadınlarla ilgili sahnelerde aklımıza ilk gelen ismin Pedro Almodóvar olması, onun kadın dünyasını ne kadar iyi anlattığının bir kanıtı. Ama En Uzun Gece’deki kadınlar, ya da “cis-erkek” olmayanların filmdeki karşılıkları bende farklı. Kadınların ağırlıklı olduğu ve dominant olduğu bir aileden geliyorum. Ve asıl, kadın dostlarım sayesinde bu karakterler çıkıyor. Ama dediğim gibi, iddiam bir kadın karakteri çok iyi yazmaktan ziyade, bir hikâyedeki insanları anlatmak. Hasibe, Ceren, Ezgi ve Dilayda ruh üflediler, yetenekleriyle karakterleri yaşattılar.
* Stiletto:Pembe Bir Aile Trajedisi’ndeki Hasan (Murat Kılıç) da En Uzun Gece’deki Hüseyin (Mustafa Kırantepe) ve Fırat (Deniz Görkem Kaya) da kimlikleri konusunda kesin ve net bir noktada değiller. Yönelimlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Daha doğrusu bu üç karakter de doğumda onlara heteroseksüel dünya tarafından sadece biyolojik özelliklerine bakılarak atanan cinsiyetlerini sahiplenmiş ve ona göre kendilerine bir yaşam inşa etmiş karakterler. Öncelikle bu yönelim meselesini özellikle mi muğlak bir yerde bıraktın ve neden bıraktın diye sormak istiyorum?
Çünkü arzunun yönelimleri, tarifi, kategorileri yok. Ama insanların var. Bunlar bizim uydurduğumuz kategoriler. Bir insan her eyleminin yönelimini bilmek zorunda değil. Benim karakterlerim bu ihtimali taşıyorlar. Bu yüzden farkındalık tuzağına düşmeyen karakterler yaratmaya çalışıyorum.
* Bu meseleden uzaklaşmadan tüm bunlarla bağlantılı olarak oyuncu seçimini de konuşalım istiyorum. Yine Hasan karakterine hayat veren Murat Kılıç da Hüseyin’i oldukça başarılı bir şekilde perdeye taşıyan Mustafa Kırantepe de Fırat karakterini ete kemiğe büründüren Deniz Görkem Kaya da feminen bir görüntüye sahip olmadıkları gibi aşırı maskülen bir havaları da yok. Oyuncu seçimlerinde nelere dikkat ediyorsun? Mesela Kılıç’a nasıl karar verdiğini çok defa anlatmışsın. İzmir Kısa Film Festivali’nde filmin gösteriminden sonraki söyleşide Kaya’dan da bahsetmiştin. Fakat Kırantepe seçimi üzerine bir şeyler söyledin mi bilmiyorum. Belki üçü hakkında da bir şeyler söylemek istersin.
Bu seçim aslında senaryo aşamasında başlıyor. Bu anlamda çok şanslıyım, çünkü Dil-Tarih Tiyatro Bölümü’nden tanıştığım çok yakın dostum Bilge Serdar, her projemde senaryo danışmanı olarak bu sürece eşlik ediyor. Sonra yine storyboard sürecinde grafik tasarımcısı Kutlay Sındırgı’yla bilgisayar başındayken, karakterin plastiğini iyice ortaya çıkarıyoruz. En başında ise zihnimde tam da bu kuir ihtimali taşıyabilecek karakterleri seçiyorum. Deniz Görkem’in oynadığı Fırat rolünü biraz bu noktada ayırıyorum. O daha “arzu nesnesi” olarak bir yeri temsil ediyor. Daha inşa edilmiş, kalıplaşmış bir erkeklik var onun karakterinde. Ama Hasan ve Hüseyin, normlar ve arzuları arasında gidip gelen karakterler. Bütün oyuncu seçimlerimden bu sebeple çok mutluyum. En Uzun Gece son projemiz olduğu için diyebilirim ki Mustafa Kırantepe ve Deniz Görkem Kaya’yla birbirimize çok güvendik.
*Araba vites koluna geçirilen pembe bileklik, pembe stiletto, pembe çiçekli polar terlik, Vincent Van Gogh’un Yıldızlı Geceler isimli tablosu ve diğerleri, akvaryum, ayna, insan bedenine gölgesi yansıyan (Filmin bu anlarında görüntü yönetiminin başarısı karşısında çok etkilendim.) desenli tül perde, dallı çiçekli nevresim ve daha nicesi… Can Merdan Doğan’ın sinemasında bu objelerin yeri nedir? Tüm bu metaforlar, senin sinemanda ne kadar yer kaplıyor?
Nesnelerin yüklendikleri normatif anlamları tersine çevirmek için kullanıyorum. O yüzden çok yer kaplıyorlar filmlerimde. Bir tespihin kültürel bir kodu var. Ama tespih pembe olduğunda bu başka bir şeye dönüşüyor. Aslında ne kadar saçma yaratıklar olduğumuzu nesnelerin dilinden, gözünden görmek gibi biraz. Nesneler candır!
* Stiletto:Pembe Bir Aile Trajedisi’nde bir sahnede Hasan karakterinin tıpkı erkeğin bakış açısıyla yaratılan ve kadının arzu nesnesi olarak çizildiği filmlerde kadın bedenine yapıldığı gibi Hasan’ın beden bütünlüğü parçalanıyor ve bu beden parçalarına yakın çekim yapılıyor. Ana akım sinemada kadın bireyi öznelikten çıkararak bir nesneye dönüştürme zihniyetinin en bariz alışkanlığı olan bu durum, En Uzun Gece’de de farklı bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu kez de atletik vücudu ile perdede boy gösteren Fırat’ın bedeninin her bir noktasına yakın çekim yapılıyor. Fırat, kullanılan kamera açılarının da desteğiyle bir arzu nesnesine dönüştürülüyor diyebilir miyiz? Burada bir tersten okuma amaçlanıyor olabilir mi?
Bedeni parçalara ayırmamın işlevi her karakterde biraz farklı. Hasan’ın da bedenini parçalı ve yakın plan anlatmam, onun bizim gibi sıradan biri olduğunu söylemeye çalışmaktı. Fırat ise, Hüseyin’in gözünden bir “arzu nesnesi”. Elbette tersten okumaya çalışıyorum, bu bağlamda kuir bir estetiğin peşindeyim.
Muhteşem bir söyleyiş,zevk aldım.