‘’Ben bir gözlemciyim, uluslararası bir gözlemci. Gece uyurken bile gözlemcilik görevimi elden bırakmam. Gazinoda oturanlar, işportacılar, memurlar, müdürler, satın alma kurulu üyeleri, şoförler, karaborsacılar, önemli derneklerin genel yazmanları, orospular, hırsızlar, aydınlar hep benim gözlemim altındadır, Ben, bu gözlemciliğe, çalıştığım Tütün Yaprakevi’nin deposunda alıştım. İşimin, günün yirmi dört saatinde etrafı kolaçan etmek olması beni, ister istemez kimi gerçeklere varmağa, gerçeklerin öteki yanlarını, üçüncü yanını, dördüncü yanını, beşinci, on beşinci, otuz beşinci yanını görmeğe götürüyordu. Benim bu görevimi çokları anlamamıştır. Gözlem gücümü depodaki işlere açık tutuşumun, tütünlerin havalandırılması gerektiğini şeflerime haber verişimin özel bir anlamı olduğuna kulak asmayanlar, ‘’Ulan şuna açıkça bekçiyim desene.’’ diye bana çıkışmışlardır.’’ [1]
Salâh Birsel’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan Dört Köşeli Üçgen (2018)’in yönetmen koltuğunda Mehmet Güreli oturuyor ve film, Adana Film Festivali’nin Ulusal Yarışma kategorisinde izleyicilerle buluşuyor.
Tıpkı romanda olduğu gibi, uluslararası bir gözlemci olduğunu söyleyen ilginç bir adamla karşılaşıyoruz filmde. Etrafından insanlar, olaylar, durumlar, kavgalar, suskunluklar, yalnızlıklar akıp geçse de, onun için değişmeyen tek şey tüm bunları gözlemleyen zihninin günün yirmi dört saati mekanik bir robot gibi tıkır tıkır işlemesi ve algıladığı her şeyi kusursuzca kaydetmesi oluyor. Etrafındaki insanlar tarafından kimi zaman tuhaflıkla kimi zaman yeteneksizliğinin ve iş bilmezliğinin üzerini kapatmak için uydurduğu bir bahanenin arkasına sığınmasıyla suçlanan bu gözlemci için asıl acayiplik, diyalog içerisine girdiği, hâl ve hareketlerini saniyesi saniyesine izlediği insanların gerçeğin farklı yansımalarını deneyimleyebilecek bir yapıya sahip olmamaları ve tek tip kıyafetler giydirilmiş, küçük hücrelerine tutsak, sinirlice volta atan mahkumlar misali bir ‘’aynı’’lar ordusu oluşturmaları oluyor. Filmde karakterin kendindelik olarak deneyimlediği bu süreç, ilerleyen zamanlarda hayatını yavaş yavaş çekilmez bir kâbusa dönüştürüyor ve her şeyi algılama ve farkında olma durumu, genç adam için acı verici bir yük hâline geliyor. Kendindelik kavramı, insanın yaşadığı an içerisinde, kendisinde ve etrafında gerçekleşenleri oldukları gibi fark etmesi anlamına geliyor. Burada bahsedilen ‘’oldukları gibi’’ kelimesi oldukça önemli, zira Dört Köşeli Üçgen’de bahsedilen salt gözlemcilik, gözlemleri yorumlama ile taban tabana ayrışıyor ve algıladıklarını değerlendirmeye, yorumlamaya başlayan; evrende kendi gerçekliğine paralel tek bir gerçeklik olduğu yanılgısına düşen bireyin tehlikeli ve yanlış bir yöntem izlediğinden bahsediliyor. Zihinden geçen düşünceleri, duyguları olduğu gibi algılamanın ve gerçekleşen her şeyi isimlendirmeden, yargılamadan, tepki vermeden, onlarla yaşamayı öğrenmenin insanlar için ne kadar zor ve imkânsız bir şey olduğunu anlıyoruz filmde.
Burada normal ve anormal kavramlarına değinmek oldukça önem kazanıyor. Nitekim toplumun kabul ettiği, yasa niteliğindeki düzenleyici kurallar olarak nitelendirilen normlar, topluluk içerisindeki farklıyı, belki de yabancılaşmadan doğanın ve kendisinin özüne ulaşmayı başarmış olanı sert bir hamle ile çemberin dışına iterken; ona yapıştırdığı anormal yaftası ile, dışlayıcı ve ötekileştirici bir sürecin başrol oyuncusu oluyor. Filmde köksüz bir ağaç gibi oradan oraya sürüklenen, gözlemcilik yaptığı için röntgenci damgası yiyen, gerçeği inkâr eden ve kabullenmek istemeyen güruhlar tarafından yalancılıkla suçlanan karakterimiz bulunduğu hiçbir yere uyum sağlayamayan aykırı bir ot misali yaşamaya ve hayata tutunmaya çalışıyor. İnsanlar neredeyse her zaman onun bir sapık gibi davrandığından bahsediyorlar, gecenin bir yarısı bir memur evini röntgenlediği gerekçesi ile yolu karakola bile düşüyor. Karakolda, pencere içerisindeki tülün desenlerini incelemekle meşgul olduğunu söyleyen adam, polisin ‘’memur evinin her zaman gözetlenebilir’’ olduğunu söylemesi ile salıveriliyor. Bu noktada gözetim kavramına da değinmek gerekiyor. Foucault’nun bahsettiği gözetim toplumu, modern şehirlerin merkezine inşa edilen Panoptikon isimli yapı tarafından gözetlenen insanlığı temsil ediyor. Esasında bir hapishane planı olarak çizilen bu yapı zamanla bir kontrol merkezine dönüşüyor ve bu yolla insanlara devamlı olarak gözetim altında oldukları fikrini aşılayarak toplulukların kendi otokontrol mekanizmalarını geliştirmeleri sağlanıyor. Böylelikle film boyunca gözlemcinin ardına takılıp onu gözetleyen iki pardösülü adam; kontrolün, devletin, kural koyucu ve cezalandırıcı erkin alegorik tezahürlerine dönüşmüş oluyor. İnsanlık sürekli olarak kontrol ediliyor, özgürlük belirli kısıtlamaları içerisinde barındıran bir illüzyona dönüşüyor, günümüz toplumlarında sosyal medya vasıtası ile bireyler de bu ritüele dâhil oluyor ve toplumun en mikro parçasından en makro parçasına kadar tüm kesimler bir gözetleme dalgasının hâkimiyeti altına giriyor. Şüphesiz bu noktada Salâh Birsel’in ileri görüşlülüğünü takdir etmek gerekiyor. Romanın yazıldığı yıldan günümüze kadar gelen süreçte teknolojinin gelişmesi ile röntgencilik ve gözetim, birey algısında daha farklı bir yerde konumlanarak kendisini sessiz sedasız kabul ettiren bir yapıya büründü. Daha o günlerden böylesine hızlı gelişen ve kabul gören bir dönüşüm dalgasının davranışlar üzerindeki etkisini ön görebilmek, Salâh Birsel’in ustalığını bir kez daha gözler önüne seriyor.
Dört Köşeli Üçgen’deki asıl çelişki de böylelikle kendisini göstermiş oluyor: Günün her vakti en mahrem alanlarına kadar sürekli bir gözetim içerisine hapsedilmiş olan insan, etrafında olup bitenleri meraklı bir kâşif gibi deneyimleyen bir adamı tüm hıncıyla dışlıyor ve bu adam tarafından gözlemlenmeye şiddetle karşı çıkıyor. Öte yandan bu durum kontrol ve gücü elinde bulunduran ana mekanizma tarafından da hoş karşılanmıyor ve gözlemci, filmin sonunda kendisini takip eden adamlar tarafından vurularak öldürülüyor. Mutlak gerçek var mıdır ve ona ulaşmamız mümkün müdür? Kabul gören kuralların dışına çıkan birey kollektif bir dışlama bilincinin kurbanı hâline mi gelir? Hepimiz gözlemci olsaydık dünya daha iyi bir yere mi dönüşürdü? gibi sorulara Kafkaesk yapısı, alegorik kurgusu hikâyesiyle cevap arayan Dört Köşeli Üçgen, adından da anlaşılacağı üzere bir aykırılıklar ütopyası, belki de insanlığı yabancılaşmamış başlangıcına taşıyacak küçük bir umut.
Kaynakça:
www.mindfulnesstr.com
[1] Salâh Birsel, Dört Köşeli Üçgen, Sel Yayıncılık, 2012