Eski güzel günlerin hatrına sevgilim,
Eski güzel günlerin hatrına
Bir fincan nezaket içeceğiz hâlâ,
Eski güzel günlerin hatrına.
Robert BURNS – Auld Lang Syne
Liverpool’un sokaklarında evlerinin yolunu tutarken Bud, “bir fincan nezaket” kalıbının o zamana kadar duymadığı telafuzunu anlamlandırmaya çalışıyor. Dille birlikte yenilenen, değişen, dönüşen bir şehrin, şu an yaşayan bireyi olarak. Terence Davies, 1992 yapımı The Long Day Closes‘da 1950’li yıllarda, Liverpool’lu bir ailenin hayatına odaklanıyor. Ailenin en küçük oğlu olan 11 yaşındaki Bud (Leigh McCormack), annesi (Marjorie Yates), ablaları ve enişteleriyle birlikte yağmurlu şehrin tüm hüznünü kendi benliğinde toplamış bir çocuk. Büyüme hikâyesi olarak bakacağımız film ise aslında gelenek üzerinden ilerleyip Bud’ın hüznüyle birleşen bir karşı koyma hâli. Davies, bir önceki filmi 1988 yapımı Distant Voices, Still Lives’ta yaptığı gibi geleneğin biçimlendirdiği hayatların geleneksellikten kopuş sürecinin sancılarıyla, şehir ve toplum dinamiklerini gözler önüne seriyor. O yüzden büyüme hikâyesini gelenekle birleştirirken, o geleneğe ortam hazırlayan kültürü, çevreyi ve toplumu birlikte ele almadan düşünemeyiz. Şehri ve aileyi gördüğümüz hatta Bud’un mahallesine adımımızı attığımız ilk andan itibaren, kulağımızda Nat King Cole’dan Stardust‘la birlikte bu geleneği oluşturan izleri görmeye ve Bud’ın bunların arasına sıkışmış çocukluğuna, onun yaptığı gibi, bir pencerenin ardından bakmaya başlıyoruz.
Terence Davies, toplumun yarattığı geleneğe karşı özgürlükle ulaşılan birey olma hâline ve bunun yarattığı sıkışmışlığa, tam da bu durumla örtüşen ve en iyi şekilde tanımlayacak olan çocukluktan ergenliğe geçiş dönemini kullanarak hikâyesinin çatısını kuruyor. Bu şık karşılaştırma, hem büyüme olarak birbiriyle örtüşüyor hem de insan ömründeki iki ciddi krizin nedenleri ve gidişatı açısından birbirine yardımcı yollar ortaya çıkarıyor. Davies’in hikâyeyi bilinçli olarak Bud’un 11 yaşında, ergenlik döneminde başlatması ve onun gözünden ailesi başta olmak üzere tüm Liverpool’un bir özetini çıkarması bu yüzden önemli. Film, geleneği olumlayan ya da kötüleyen bir yola sürüklemiyor izleyenleri. Zira bununla ilgili iyi ya da kötü bir fikir dayatma derdinde de değil. O yaşlarda, o çağlarda sıyrılmaya çalıştığımız yaptırımların ve bağımsız olma duygusuyla tek başına birey olmayı amaçladığımız dönemin hissini vermeyi amaçlıyor yalnızca Davies. Bu hissi verirken seçtiği mekân ve tarih bu krizi inceleyebileceğimiz önemli noktalar oluyor: 1950’ler ve Liverpool. İngiltere’nin en Katolik şehri olarak bilinen ve kendi kültürlerini oluşturmaları bakımından son derece verimli olan bir şehir burası. Özellike müzik ve edebiyatta çıkardıkları isimlerle İngiltere başta olmak üzere, tüm dünya kültürüne miras bırakmış bir şehir. Bu hâliyle, yetiştiren ve besleyen bir geleneğin membası gibi adeta. O yüzden geleneğin şekillendirdiği bir yapıyı anlatırken seçilen şehrin Liverpool olması oldukça güzel bir ayrıntı. Çünkü yukarda da sözünü ettiğim bir iyi-kötü ayrımından ziyade, birey olma psikolojisine ışık tutacak bir hikâyeye de hizmet ediyor Liverpool.
Filmin henüz Bud’ın mahallesini tanıyan misafirleriyiz şu an için. Bud ise orada doğmuş ve büyümekte. Ailesi, arkadaşları, komşuları, okulu, mahallesi… Her şey geleneğe uygun , tıkırında işliyor. Okulda tekdüze ve yüksek bir perdeden konuşan, ellerinde hoşgeldin cetvelleriyle öğrencilerini karşılayan kızgın öğretmenler; yemek yapılan ve yenilen, konuşulan, şarkı söylenen evler; her akşam aynı saatte evlerine çekilen mahallelilerle şehir, yıllardır aynı günü yaşıyor belli bir alışkanlıkla. Yaşadıkları hayat ise aynı bunlar gibi uzun bir gün. Uzun bir günün sonunda ise bizim yanımıza nelerin kalacağı önemli. İşte Bud, 11 yaşında yetişkinliğe adım atmayı beklerken tam da bunun farkına varıyor: “Bu günün sonunda bana kalacak olan ne?”. Ne için yaşadığımız sorusunun varlığına o yaşta vakıf olmuş bir çocuğun ciddiyeti var tüm filmde. O yüzdendir ki izleyici rolünde sadece biz yokuz. Esas izleyici, Bud. Onu gördüğümüz sahnelerin hemen hemen hepsinde kadrajda sadece Bud var. Başkalarının girdiği kadrajlardan bile çarçabuk sıyrılıp kendi dünyasına çekiliyor. Davies onu tek başına bırakıyor. Hem onlar gibi düşünmediği için hem de onların farkına varmadığı bu yaşantıya sakinlikle bakabilmek için. Mahallesinde, evinde, okulunda hapsolmuş Bud’u bu kadrajlarda pencere ardında ya da merdiven tırabzanlarında sıkışmış izliyoruz. İçine doğduğu yaşama sıkışmış ve izliyor. Zaman zaman tebessüm edip çoğunlukla hüzünle mahallesine bakarken görüyoruz onu. Etrafındakilerle konuşurken bile onlarla yan yana değil karşılarına geçip konuşarak yerini ve tavrını belli eden, birey olmanın bilincinde bir ergenin yaşadığı bu gelenek çatışması, geleneğin hapseden yanıyla, birey olmak için ondan beslenilen tarafı arasındaki zıtlıktan ileri geliyor. İncelediğimiz zaman, Bud’ın çevresindeki neredeyse herkes geleneğin içine hapsolup kendini silikleştirmiş insanlar. Diğer herkesle benzer hâldeler. Onları toplumun içinden seçilebilecek kılan bir yol çizmemişler. Bunu fark eden yalnızca Bud değil elbet. Bir kişi daha var; o da annesi. Annesini gördüğümüz sahnelerdeki ışık kullanımı, kadının bakışlarını gölgede bırakacak, devamlı olarak bir yanını karanlığa gömecek. Eski güzel günlerin hatrına, bir fincan nezaketi saklayan bu kadın, belki de Bud’ın yaşlarındayken bu çatışmanın farkına varıp kendi yolunu çizemeyerek oraya hapsolmuş ve birey olmanın kıyısından dönmüş bir pişmanlığın izlerini sunuyor. Bud’u en iyi anlayan ve söylenilen şarkıların ardından en çok suskunlaşan da bu nedenle annesi oluyor. Bu noktada, hem sözünü ettiğim ışık kullanımından hem de yaratılan mizansenlerden tekrar bahsetmekte yarar var. Çünkü Terence Davies, şiirsel gerçekçi ustalarına yağmurlu bir Liverpool gününde, Bud’ın penceresinden seslenirken onların geleneğinden beslenmiş bir yönetmen olduğunu da gösteriyor. Geleneklerin harman olduğu filmin izleyiciyi sinemanın güzelliğine hayran bırakacak bir yanı da işte bu. Bir liman kenti, sisli ve yağmurlu sokaklar, orta hâlli bir mahalle, umutsuzluğun sınırında karakterler ve onları kovalayan hayat… Tüm bunların yanında şiirsel gerçekçi bir ışık kullanımı özellikle Bud’u ve annesini gördüğümüz kadrajlarda gözümüze çarpıyor. Sinema tutkusuyla, kendisini tanıma yolunda adımlar atan Bud’ı sinemaya giderken, film izlerken ve o filmlerle hayalinde bir hayat kurarken aydınlatan sisli ışık, onun dünyasındaki gelenek çatışmasının bir huzmesi oluyor. Davies’in sinema geleneğinden beslenip, sinemayla yolunu çizmeye çalışan karakterinin bizleri tebessüm ettiren bir kesişimi adeta.
Bu kesişimden Bud’ın okuluyla, eviyle ve arkadaşlarıyla kurduğu ilişkiye geçtiğimizde, pencere ardındaki izleyici suskunluğunu koruduğunu söylemek mümkün. Sınıfta, kilisede, ev toplantılarında herkesle birlikte; ama bu kalabalıktan kurtulduğu anda kendi dünyası içinde kaybolarak suskunluğundan kurtulan bir çocuk. Kilisedeki dua sahnesinde çarmıha gerilen İsa’nın ona haykırdığını görmesiyle irkilirken, bu hapsolmuşluğun ona ya da o zaman ait olmadığının korkusuyla uyanıyor. The Long Day Closes, zamandan bağımsız süregelen bu rutinin ipuçlarını bize tüm film boyunca gösteriyor aslında. Tekdüze okula giden çocuklar, tekdüze bir yazıyla okul geleneğini seslerinde çınlatan öğretmenler, tekdüze dua eden yetişkinler, gidilen kilise ayinleri ve tüm bunların toplamında tekdüze yaşamlar… Her şey ve herkes bu tekdüzeliğin içinde bir armoni yaratıp şarkılarını söylese de bu armonide kendine ses bulamayan Bud gibi bireyler yalnızlığa hapsoluyorlar neticede. Bundan kaçış da eyleme geçmekle mümkün oluyor. Bud’ın eyleme geçişini tırabzanların arasından, pencerelerin ardından bu geleneğe bakan çocuğun, tırabzan gölgesine karşı sallandığı sahneyle izliyoruz. Bud bu izleyici kimliğine bir son verip kendi sesini duyurmak istercesine ilk defa saklandığı yerin de karşısına geçip tavrını ortaya koyuyor; ama bu tavır filmin kapanış sekansıyla birleştiğinde Bud’ın yorgunluğuyla yarım kalıyor. Sinemaya giden arkadaşlarının ardından bakıp, annesinin yanına geldiğinde, kıramayacağı bir döngünün parçası olduğunu kabullenen bir bitkinlikle bodrum katında yani bir nevi sisler içindeki eski zaman odasında kendisini buluyor.
The Long Day Closes, umut aşılamayı vaad eden bir film değil. Bud’ın annesinin söylediği şarkıdaki “Bir hayatım olsaydı/ Yeniden yaşayabileceğim/ Yine yapardım aynı şeyleri/ Yürürdüm seve seve/ Evim dediğim yere” sözleri eşliğinde kapanış sekansının sonunda iki çocuğun Noel hediyelerinden konuşurken, kara bulutların ardında kendisini çocuklara göstermek için çabalayan aya bakmaları, o umudun peşinden gitmek için bizi sarması beklenen çabanın ışığını yansıtıyor. Umut hiçbir zaman önümüze çıkmayabilir, gelenekten kopmak için o fırsat hiçbir zaman doğmayabilir ve toplumda kaybolmak her şeyden daha kolay olabilir. Bunlara karşı eylemi gerçekleştirecek kararlılığı ortaya koymak, gelenekten alacağımızı alıp birey olarak kendimizi var etmek, o ışığın peşine takılacak gücü elde etmekle mümkün. O yüzdendir ki filmde Davies, bir ressam titizliğinde tablosunu oluşturan tüm renklerin uyumunu şarkılarla biçimlendirmiş. Başından sonuna filmle birlikte, Liverpool’daki o mahallede yolumuzu bulmamıza yardımcı olan şarkılar, o ışığın peşinden gitmenin kararlılığına dair ipuçlarını da, gitmemenin yarattığı pişmanlıkları da sözlerinde saklı tutuyor. Davies şiirsel gerçekçiiliğin ışığında, bir şair gibi uzun bir günü If I Had My Life to Live Over ile sonlandırıyor.
* Moe Jaffe, Larry Vincent ve Henry Tobias’ın yazdığı If I Had My Life to Live Over adlı şarkının ilk dizesini oluşturan sözler. “If I had my life to live over/ I’d do the same things again/ I’d still want to roam/ Near the place we called home.”