Alman Ekspresyonizmi-Dışavurumculuğu (1920-1927)
Ekspresyonizmin Almanya’da ortaya çıkmasına yol açan koşullar, 1919 yılı sonrasında oluşmaya başlamış; Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği umutsuzluk, korku ve panik ortamı, insanların gerçeklikten uzaklaşmasına ve daha soyut (metafizik) konulara yönelmesine neden olmuştur. Toplumu etkileyen olaylara kayıtsız kalamayan sanatçılar da insanların çektiği acıyı, sefaleti, vahşeti ve tutkuları oldukça derinden hissettikleri bu dönemde, gerçeklik, uyum ve güzellik gibi kavramları ele almayı bir kenara bırakarak eserlerinde dışavurumcu bir tarza yönelmişlerdir. Sinema sanatında yine aynı dönemde kendini göstermeye başlayan bu hareket, beyazperdede yaşamın yeniden tanımlanmasına yol açmış; siyasi ve sosyal problemlerden kaçma isteği, bireyin huzursuz ve karanlık iç dünyasının eserlere yansıtılmasına neden olmuştur.
Yaşamın bir neden-sonuç yumağı olduğu düşünüldüğünde, sinemada dışavurumculuğun ortaya çıkmasına yol açan sebepleri yalnızca ülkenin siyasi ve sosyal şartlarında değil; gerçeküstücülüğün başlangıcı sayılabilecek ilk dönem filmlerinde de aramak gerekir. Fantastik öğelerle ve hayali yaratıklarla dolu Der Student Von Prag (1913), Golem (1915) ve Homunculus (1916); psikolojik huzursuzluğu konu alan Der Andere (1913) adlı filmler, savaş sonrası sinemada kendini gösterecek olan eğilimin Almanya’daki ilk örnekleridir. Sinemada kilometre taşı diyebileceğimiz ve dışavurumculuğun başlangıcı olarak kabul edilen olay ise, Das Cabinet Des Dr. Caligari (1920) adlı filmin Almanya’da gösterime girmesidir. Yönetmen Robert Wiene’e ait olan film; -bu türün daha sonra sıkça ele alacağı- delilik, benlik, kader, suç gibi konuları bir araya getirerek yeni bir stilin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Sinema tarihinde ilk kez bir film, çerçeve içine aldığı dünyayı, kahramanın gördüğü şekilde -çarpıtılmış bakış açısından- seyirciye aktarmış; mizansenin anlatımda ne denli güçlü bir etkiye sahip olabileceğini göstermiştir. Dr. Caligari, sinemada aşırı stilize ve dışavurumcu bir anlatım dilinin gelişmesine öncülük etmiştir. Filmin dünyada elde ettiği başarı ve Ekspresyonizmi benimseyen diğer yönetmenler sayesinde, sinemada “öznelliği” temel alan yeni bir sanatsal akım ortaya çıkmıştır. Fransız eleştirmenler bu filmden yola çıkarak psikolojik konuların işlendiği yapımları tanımlamak amacıyla “Caligarism” terimini kullanmaya başlamıştır.
Dışavurumculuğu kucaklayan, deli bir karakterin bakış açısından olayların aktarıldığı fantezi ve korku öyküleri Nosferatu (F. W. Murnau, 1922); Dr. Mabuse the Gambler (Fritz Lang, 1922) ve Metropolis (Fritz Lang, 1927) filmleri ile devam etmiştir. Bu filmlerde canavar ve öteki olarak gösterilen figürler ile korku ve kaosun egemen olduğu bir dünya tasviri yapılmıştır. Sinemada yarattığı etkiyi toplumsal alanda da sürdüren dışavurumcu sanat, antisemitizmi ve tiranlığı yine aynı yıllarda sinema perdesinde meşrulaştırmış; bu filmlerin de beslendiği bilinçaltı hisler Almanya’nın faşizme doğru sürüklenmesine yol açmıştır.
1924’ten sonra Hollywood filmleriyle rekabet etmeye başlayan Alman sineması, Amerikan filmlerini taklit eden ürünler ortaya koyarak dışavurumcu sanatın eşsiz niteliğinin kaybolmasına neden olmuştur. Bunun yanında, sesli filmlerin ortaya çıkması ile içeriği ve mesajı seyirciye aktarmak için ihtiyaç duyulan abartılı jest ve mimiklere dayalı oyunculuk anlayışı anlamsızlaşmış; görsel efektler ise dekorun, kamera hareketlerinin ve kurgunun yerini almıştır. 1927’de orijinalliğini kaybeden akım, totaliter yönetimin sinemayı propaganda aracı olarak kullanmak istemesi ve buna tepki duyan dışavurumcu yönetmenlerin ülkeyi terk etmesiyle ciddi şekilde kan kaybetmiştir. Öncü isimlerini kaybeden ve yedi yıl gibi kısa bir süre devam eden Alman Ekspresyonizmi, film stilindeki etkisini bir eğilim olarak günümüze kadar sürdürmeyi başarmıştır.
Mehmet Neşet Turgut
Alman Dışavurumculuğu akımı etkisinde çekilmiş diğer önemli filmler için: https://filmhafizasi.com/sinemada-akimlar-1-disavurumcu-alman-sinemasi/