“Yaşamın yansımasını her daim yaşamın kendisine tercih ettim.” diyerek auteur kimliğini vurgulayan François Truffaut ’nun ellerinde filmleşen Fahrenheit 451, aslında distopik bir evrenin anlatıldığı; modern çağ insanlarının buhran içinde gündelik yaşamlarında kaybolduğu bir Ray Bradbury romanıdır. Eserin kısa özeti distopyavari bir gerçeklikte simülasyon kurbanı entelektüellerin cehaletle mücadelesidir. Sözü edilen çağda, her şey konforlu ve güvenilirdir. Evlerin mimari yapısı ve gelişen teknoloji, yangın gibi afetlerin oluşmasına olanak sağlamaz; ancak itfaiyeciler, bu yangısızlık boşluğunu kendi cehennem mitleriyle doldurur.
Bilgisizliğin ve cehaletin, bireyin mutlak huzurunu koruduğuna inanılırken uyutulmanın yaşatmış olduğu insansı hazların çevresinde dolanır. Yaşadığı dönem ve edindiği izlenimler, Truffaut’yu Bradbury gibi ortak dertlerden muzdarip eder ve desteklediği bu distopik fikri sinema dünyasına kazandırır.
Fransız düşünür Gilles Deleuze, fikir sahibi olmayı en derin ayrıntısına kadar düşlememiz ve kendi içimizde çözümleyip öyle hayata geçirmemiz gerektiğini savunur. Ona göre herkesin fikri vardır; ancak fikirlerin kavrama dönüştüğü noktada düşünce evreni için kayda değer bir şeyler yapılmış olur. Sinemada fikir sahibi olmak da böyle bir şeydir: hayatta deneyimlediğimiz her şey potansiyel fikirlerdir. Bir romanın sinemaya uyarlanabilmesi için yönetmenin görsel ifadelere ihtiyaç duyması gerekir. Fahrenheit 451 (1966), bizi bu hususta sağlam tezlerle donatır. Yangına sebebiyet verecek ve yanacak herhangi bir kamu alanı olmadığı için itfaiye ekibi kendi gerçekliğini oluşturmak zorundadır. İşlerini usulüne uygun yapmaları gerekmektedir: kitap yakmak bir itfaiyecinin ateşi merkeze alarak işlevselliğini temsil edebileceği en yegâne görevidir. Zaten Deleuze’e göre sinemanın tanımı: ‘Hareket- Süre Blokları’dır. Uyarlamanın etiği ise esinlenilen materyal ile yakınlık kurmaktır.
[1] François Truffaut, var olan Fransız sinemasına karşı saldırısında kullandığı strateji ile önemli rol oynamıştır. Ona göre nitelik geleneği film yapımını önceden var olan senaryonun birebir çevirisine indirgemektir. Oysa, film yapmak yaratıcı mizansende açık uçlu bir macera olarak görülmelidir. Filmlerin burjuvalar tarafından burjuvalar için yapılmasını eleştirir ve bu sözde burjuva karşıtı Fransız Sineması’nı, sinemayı küçümseyen ve hafife alan edebiyatçıların çalışması olarak ele alır. İşte tam da bu noktada Fahrenheit 451’ın sinema filmi olarak yeniden inşaası kaçınılmazdır.
Değişen Dünyanın İnsanları
Film, başarılı bir itfaiye memuru olan Guy Montag’ın tesadüf eseri komşusu Clarisse ile karşılaşıp gerçekleştirdiği sohbet sonrasında, neden kitapları yaktığını sorgulaması ile gelişir. Montag, kendisini sisteme adamış, her türlü emri yerine getirmiştir. Clarisse’in sormuş olduğu: “Mutlu musun?” sorusunu duyana dek yaşadığı rutin hayatın farkına varmaz. Son derece zarif, iletişim kurmasını bilen centilmen bir erkek olarak temsil edilirken, kitap yakmak gibi faşist bir eylemi kendisine nasıl yakıştırdığını merak eden Clarisse, her gün yeni argümanlarla genç adamın karşısına çıkar. İhbar üzerine gittiği evden okumak için kitaplar çalan Montag ise yavaş yavaş tüm bu kitapların neden yakıldığını anlamaya çalışır. Öyle ki kitap yakmak yeryüzünde eyleme geçmiş en korkunç, en zavallı reaksiyonlardan biridir. Direkt olarak ifade özgürlüğüne, gelişime ve aydınlanmaya uygulanan dikte rejimidir. Truffaut, eleştirel bir yaklaşımla Kaos’a gönderme yapar. Belki de ideal refahın sağlanması için öncelikle her şeye son verilmesi ve yeniden var olmaya geçilmesi gerekmektedir. Üstelik bu tezini, yazarı olduğu ‘Cahiers du cinéma’ dergisinin yanışını bizlere saniyelerce izlettirerek gerçekleştirir. Olmakta olan gerçekliğin kendisine birebir benzeri olan, ancak gerçek olmayan bir temsilidir. Oysa yanan şey, kitaplar değil zihniyettir; algılardır.
Fahrenheit 451, sinema filmi olmanın yanı sıra bir isyan manifestosudur. Baştan başa olmakta olana ve sisteme bir başkaldırıdır. Tıpkı cennetten kovulma pahasına yasak elmayı yiyerek günahkâr olan Adem ve Havva gibi başına buyruktur. Bizi, henüz ilk sahnede elma yiyen genç bir adam ile tanıştırır. Aniden telefon gelir ve evden çıkması söylenir. İtfaiye ekibi eve geldiğinde, ısırılmış elmayı ve yakmaları gereken kitapları bulur ve düşünür: “Geleceğimizi nasıl anladı?” Aslında cevap basittir, kitap okuyan herkes mutlak sonun bir gün kendileri için de sahneye konulacağından emindir. Kitap yakma görevini büyük bir özveriyle gerçekleştiren Montag, görev sırasında kullandığı iş kıyafeti içinde adeta Ku Klux Klan gibi bir yansımaya bürünür. Filmin geneline yayılan faşist kasvet, böylelikle ilk sahnelerden itibaren yolculuğuna başlamış olur.
İşten eve dönen itaatkâr insan, yorgun argın vücudunun ardında modern köleliğin hüzünlü senfonisini sahneye koyar. Tepkisiz, adeta ölü bir beden gibi yaslandığı direğe tutunan Montag, Clarisse’in yanına gelip kendisiyle konuşması sebebiyle daldığı derin hülyadan uyanır. Başlarda pek konuşma heveslisi olmasa da genç kadının ısrarcı ve sempatik tavrı, Montag gibi soğukkanlı bir devlet memurunu bile iletişim kurmaya sürükler. Montag, Clarisse’in şaşkın bakışları ardından binlerce soruya maruz kalır ve hepsini büyük bir sükûnetle cevaplar. Ta ki; itfaiyeciliğin kitap yakmak olduğunu ve yaktığı kitapların içeriğini söylediği o ana kadar bu diyalog devam eder.
Hafta içi; Miller, Tolstoy, Walt Whiteman gibi yazarların kitapları yakılırken, Cumartesi-Pazar günleri de Schopenhaur ve Sartre kitapları yakılır. Belki de hafta sonu, varoluşun edebi temsilcileri, insanları düşünmeye ve oluş amaçlarını sorgulatmaya teşvik etmemesi adına bu yaptırım uygulanmaktadır. Montag ve ekibi, insanlık tarihi için kendilerince yapabilecekleri en büyük fedakârlık olan bu kitap yakma görevini üstlenir insanlığa sonsuz mutluluk ve aynılık vadeder.
Gerçeğin Yeniden Üretimi
“Aslında gördüğün şeyler, gerçek ve gerçek yaşam arasındaki benzerlik tamamen rastlantısal olabilir. Gelin, kuzenler aileden biri olun.”
Farklı ideolojiyi başkalarına benimsetmenin en başarılı yolu, kişinin aile gibi mahrem bir oluşumun içinde mânen yer edinebilmesidir. Onay ve kabul görmek bireyi aidiyet duygusuna kavuşturur. Gruba dahil olma ve desteklenme güdüsü yapılacak eylemlerin sorumluluğunu yüceltir. Montag’ın güzeller güzeli karısı Linda ise yeni girdiği bu güzide ailenin kurallarını tek tek yerine getirir. Yapay bir insansı robota dönüşmüş, gerçeklikle bütün bağlarını yitirmiş Linda, Montag’ın gerçeklik algısıyla paralel gitmemektedir. Öyle ki, Clarisse ile ilk karşılaştığı anda bile onu Linda’ya çok benzetir ve gerçek, insan formunda usulüne uygun bir eşin hayalini kurar. Linda, uyarıcı haplar kullanan ve bütün hayatını ekran karşısında simülasyon bir evrende geçiren sıradan bir kadındır. Filmin gerçek olamayacak kadar gerçeğin üstü anlamlarına değinen atıflar, kademeli olarak açıklanmaya başlar.
Aile tiyatrosu dev ekranda toplanır ve yeni kuzen Linda, diğer sanal kuzenleriyle ilk oyununu oynamaya başlar, ancak kendisine sorulan herhangi bir sorunun henüz cevabını vermeden ekrandaki karakterin Linda’yı haklı bulup onaylaması, yaşadığımız bu yapay evrenin başarılı şekilde kısa bir eleştirisidir. Organik yaşantıda deneyimleyemediğimiz onaylanma hazzını manipülatif deformasyonlara zemin hazırlayarak gerçekleştirir. [2] Simülasyonun en belirgin özelliği en önemsiz olguları bile kapsayan gerçeğin yerini almış modellerden oluşmasıdır. Oysa Linda, çoktan bu hiper-gerçek bütünlükle özdeşim kurup arzu nesnesini oluşturmuştur.
Öte yandan, filmin dikkat çeken bir diğer sahnesi, kalabalık içindeki insanların kendi oluşlarının farkına varmasıdır. Yansımasını kabul eden birey, içinde yaşadığı bedeni fark eder. Genç bir erkek kendi saçını okşar. Bir sonraki sekansta genç bir kadın bacaklarını, orta yaşlı bir kadın paltosunun kürkünü ve yine başka bir genç kadın dudaklarını okşar. Sahne değişir, sıra Linda’ya gelir. Ayna karşısında donuk bir duruşla kendini izler ve yavaşça dişilik sembolü olan göğsünü okşar. Tüm hayatı boyunca bütünleyemediği duygularını ayna karşındaki bedeninde tatmin mertebesine taşır. Temsilin kadın bedeni oluşu Deleuzyen bir okumayı gerektirir. [3] Deleuze göre kadın oluş tüm oluşların başlangıcıdır. Fark edilmezlik ise oluşun içkin bir sonucudur. Erkek, evrensel olarak aklın ve rasyonel düşüncenin temeli olarak alındığından oluş mutlaka kadın ile başlamalıdır. Ki zaten, Montag’a mutlu olup olmadığını ve kitapları neden yaktığını sorgulatan, filmin devinimini başlatan da bir kadındır. Üstelik kadın oluşun sistematik temsili Linda, bir anne değildir. Çift, bu heteronormatif ilişkiye rağmen, kapitalizm çarkını sekteye uğratır. Oysaki kapital, biz yeni dünya insanlarına çekirdek aile formunda heteroseksüel bir yaşamı ve çocuklu organik yaşantıyı onaylatır. Çocuk, arzu kavramıyla ailede tanışır. Kimi sevmenin yasak ya da izinli oluşunu aile yapısı belirler. Montag ise ideal kadın prototipini Clarisse ve Linda’yı merkeze alarak tek bir bedende arzular. Onun kadınları hem okuyup sorgular hem de sisteme kendini adar.
Kitapların Söyleyecek Bir Şeyleri Yok
Kitaplar insanları mutsuz eder. Hiç var olmamış insanların, hiç var olmayacak hayatlarını ve hiç var olmayacak sahte umutlarını düşünüp mutsuz olmak, insanlık için korkunç bir durumdur. Çünkü kitap yazarları egoisttir. Bir filozofun ve yazarın söylemek istediği tek şey; “Ben dahiyim, geriye kalan herkes aptal.” demekten başka bir şey değildir. Kitaplar, romanlar, felsefe ve geriye kalan her disiplin, insanları buhrana sürükleyen bir zaman makinesidir. Bilgi zulümdür, sorgulamak ise vahşet! Herkesin mutlu olmasının tek yolu eşit olmaktır. Bu sebeple, tüm kitaplar yakılmalıdır. Ancak, bu katı görüşler bile bazı durumlarda kendini yeniden sorgulatır. Olayları kopma noktasına getiren, filmin belki de en iç burkan yangın sahnelerinden biri, Clarisse’in yaşlı komşusunun evinde gerçekleşir. Tüm hayatını kitaplarıyla paylaşan yaşlı kadın, onlara bu köhne zihniyetin eli değsin istemez ve sisteme karşı duruşunu bir kibrit çakarak ifade eder. Parlayan alevlerle, sahne adeta bir performans sanatına dönüşür. Kendi iradesiyle, kendi evinde, kendi kibritinin aleviyle ve en önemlisi kendi kitaplarıyla beraber sonsuzlaşır. Montag ise, hakikatin hazzıyla, yeni bir sonun başlangıcını hazırlar.
Kitapları ezberleyerek sonraki nesillere aktaran kitap insanlar, her hareketlerini yasalara uygun şekilde tasarlamaktadır. Çünkü, ellerinde kitap ya da kâğıt bulundurmadıkları için kanuni kuralların hiçbirini ihlâl etmezler. Zeki bir üslûpla; kadın ve erkeği yüz yıllardır çözülmeyi, keşfedilmeyi bekleyen birer kitap gibi resmeden bu felsefe, yerini binlerce bilgiyle dolu insanlara dönüştürür. Eşitlik kavramını zarif bir şekilde, entelektüel kaygılarla temsil eder. Kitaplar da, tıpkı insanlar gibi dinamik ve çok çeşitlidir. Her bir karakter, uyum içinde bilgiyi paylaşır ve kendini tamamlar. Böylece kitap insanlar bütünün vaz geçilmez yapı taşını oluşturur.
İlk sahnede elma yiyerek bizleri karşılayan karakter, son sahnede yeniden elinde elmasıyla karşımıza çıkar. Kitap insanlar, elma simgesiyle yaradılışın en temel düzeydeki metaforik bir anlatısına dönüşür, her şeyin yeniden başlangıcını gerçekleştirecek yeni dünyanın zeminini hazırlar.
Notlar
François Truffaut’nun auteur kimliği, onu filmlerinin yazarı olarak ele alır.
Fahrenheit 451: Kitap kâğıtlarının ısıdan yanmaya başladığı dereceye verilen isimdir.
Nitelik geleneği: Fransız edebiyatının öngörülebilir biçimde iyi donatılmış, iyi konuşulan ve stilistik olarak formüle edilmiş filmlere dönüştüren, eski kafalı, akademik, senaryo yazarlarının sineması olarak ele alınan François Truffaut tarafından isimlendirilmiş bir kavram.
Simülasyon: Jean Baudrillard’ın literatüre kazandırmış olduğu Simülakr ve Simülasyon kavramı; bir köken ya da bir gerçeklikten yoksun, gerçeğin modeller aracılığıyla yeniden türetilmesidir. Hiper-gerçek olarak da anılmaktadır.
Kaynak
[1] STAM Robert, Sinema Teorisine Giriş, Ayrıntı Yayınları, 2000
[2] BAUDRILLARD Jean, Simülakr ve Simülasyon, Doğu Batı Yayınları, 2011
[3] KEMİK Deniz, Gilles Deleuze’ün Felsefesi ve Queer Teori, Sayı: 138