Geçmişten bu yana dünyanın en önemli meselelerden biri olan göçmenlik sorunu zaman zaman daha da çok kendini hissettirmektedir. Son yıllarda Suriye iç savaşı ile başlayan göç sorunu, şimdi de Taliban’ın Afganistan’ı tekrar ele geçirmesiyle ayyuka çıkmış durumda. Başta ülkemizde olmak üzere tüm dünyada tartışılan meseleye Fil’m Hafızası olarak sinemanın gücüyle bakmaya çalıştık. Her biri birbirinden trajik hayatlara yakından bakan filmlerle geçmişten bu yana göçmenlik meselesini bu ayki dosyamızda irdeledik.
Journey of Hope (Yön. Xavier Koller, 1990)
Mültecilik ile ilgili filmlerin mutsuz sonla bitmesi gibi bir alışkanlığı vardır. Gerçi gerçek hayatta da bu durum böyledir. Umuda açılan yolculuk, eninde sonunda yerini hüzne bırakıverir. Journey of Hope’un da gidişatı pek farklı değildir. Kahramanmaraş’ın ücra bir köyünde yaşayan Haydar, iş bulmak ve rahat geçinebilmek umuduyla kartpostallarda görüp beğendiği İsviçre’ye gitmeyi ister. Karısını güçlükle ikna eder, yalnızca küçük çocuklarını yanlarına alarak yolculuğa başlarlar. Zorluklarla boğuştukları yolculukta başlarına gelmeyen kalmaz, göz göre göre hazin sona doğru ilerlerler. 70’li ve 80’li yıllarda Türkiye’den Avrupa’nın ucuz iş gücü ihtiyacını karşılamak için giden sayısız insanın yaşadığı drama büyüteç tutan film, gerçek bir hikâyeden uyarlanmıştır.
Neo-Nazist grupların özellikle Almanya’da uyguladığı ırkçılığa haber bültenlerinden yıllardır aşina olduğumuz için, o coğrafyadan birisinin gözünden bu hikâyeyi dinlemek oldukça ilgi çekici. Basınımızdan gördüğümüze göre Türkler, göç ettikleri ülkelerde toplum tarafından dışlanıyorlar; insani muameleden mahrum bırakılıyorlar. Halbuki Journey of Hope, göçmen ailenin yolları boyunca karşısına çıkan Avrupalılar tarafından nasıl bir muamele gördüğünü apaçık gözlerimizin önüne seriyor ve bir bakıma bizleri ters köşeye yatırıyor çünkü aslında karşımıza bunun gibi bir önerme çıkıyor: Türk’ün Türk’ten başka düşmanı yok. Oscar ödüllerinde En İyi Yabancı Dil dalında ödüle layık görülen ve Locarno Film Festivali’nde Altın Leopar’a uzanmış filmin sinema kamuoyunun göçmenlik karşısında almış olduğu konumu da göstermesi açısından oldukça önemli bir işlevi olduğunu söyleyebiliriz.
Dönemin Türk sinemasının en önemli oyuncularından Necmettin Çobanoğlu ve Nur Sürer’i başrolde görüyoruz. Yol (1982) ve Katırcılar (1987) gibi filmlerde üstün performans sergilemiş Çobanoğlu ve Bereketli Topraklar Üzerinde (1980) ile kariyerine başlayıp Yeşilçam’ın aranan ismi olmuş Nur Sürer’in kastta olması zekice verilmiş bir karardır çünkü bu oyuncuların o zamanki filmografileri genellikle protest tabanlı anlatılar ile bezelidir. Bu durum Journey of Hope’un toplumsal ve siyasi normları hicveden tutumu ile oldukça tutarlıdır.
Türkçe dilde çekilmiş ve Oscar kazanmış iki filmden biri olan Journey of Hope, “Gösterilen olaylar keşke artık yaşanmasa ve filmin konusu bizlere herhangi bir şeyi çağrıştırmasa!” dediğimiz cinsten bir yapıt.
Bora Taşçı
Biutiful (Yön. Alejandro G. Iñárritu, 2010)
İnsan “sonsuzluk” miktarınca ölçülen, alabildiğine özgür bir evrene gözlerini açmış, ancak doğar doğmaz kaderin zincirlerine vurulmuş en trajik esirdir dünyada. Eylemlerindeki özgürlüğü, irade doğrultusunda sınırsızdır. Yine de sayısız tercihler dünyasını bağlamlar ve tarih tüketir günbegün. Bu nedenle hayat, aslında doğumla başlayan bu sonsuzluğun, kendi ellerimizle teslim olduğumuz esaret yaşantısına doğru ilerleyen bir göçtür. 2010 yapımlı Biutiful filminin senaristliğini ve yönetmenliğini yapan Alejandro Iñárritu da herkesin hayatında kendince deneyimlediği böylesi bir göçü farklı açılardan ve anlamlardan, belki sinema tarihinde yapılabilecek en doğal ve yürek burkan hâliyle perdeye yansıtmıştır.
Film, başrolünde usta oyunculuğuyla Javier Bardem’i konuk eder. Bardem’in canlandırdığı baba karakteri Uxbal, madde bağımlısı ve bipolar teşhisi konan karısından ayrılmıştır. Henüz on bir yaşındaki Ana ile sekiz yaşlarındaki Mateo’nun velayeti, Uxbal’dadır. Genç baba, geçimini yurt dışından İspanya’da işçi olarak çalışmaya gelen Çinlilerin istihdamıyla sağlar. Fakat kaçak çalıştırılan işçiler hem siyasi hem de sosyal açıdan büyük bir sorumluluk, tehlikeli bir yüktür. Sıkça polis baskınlarına uğrayan Uxbal ve bir depoya yerleştirilen Çinliler, şehrin keşmekeşinde kimliklerini silerek kimselerden habersiz, nefes almayı sürdürürler. Ancak aldıkları nefes, gerçek anlamda yaşamalarına yeterli midir?
Söz konusu göç olduğunda yaşamanın anlamı kuşkusuz, tümden değişir. Köklerinden kopup karın tokluğuna, göz ucuyla dahi bakmaya dayanamayacağımız sokak aralarında, merdiven altlarında hayatta kalmaya çalışan insanlar cennet ile cehennem arasındaki arafın sakinleridir. Senegalli zencilerden Çinli göçmenlere kadar çeşitli kesimlerin bambaşka -ancak bir o kadar da aynı sona zincirlenmiş- kaderlerini sergileyen film, acı verici ve acımasız bir kaosun içinde insana dair ufak güzelliklerin de olduğunu göstermeyi amaçlar. Filmin adı da buradan ileri gelmektedir nitekim; boğazına kadar pisliğe, aşağılıklara, umutsuzluğa batmış olan yersiz yurtsuz bir yaşamın içinde bile filizlenebilen sevgi, bir anda ortalığı seyran etmeye yeterlidir.
Çinli göçmenlerin sorunları bir yandan büyürken diğer yandan içinde bir kanserin büyümeye başladığını fark eden Uxbal, canlı tutmaya çalıştığı sevginin kollarına yapışmakta bulur çareyi. Çocukları hatırına karısıyla arasını düzeltmeyi dener. Fakat bir bataklığın içine girmiştir artık. Uzandığı her yer onu aşağıya daha çok çekmektedir. İyileşip düzeldiğini sandığı karısı, aslında sadece ağzına bal çalmıştır Uxbal’ın. Üstelik hastalığı günbegün ilerlemektedir, neredeyse birkaç aylık ömrü kalmıştır. Aile hayatına dair olumsuz gelişmelerin art arda geldiği sırada Çinli göçmenlerin başına gelen korkunç bir olay işleri daha da sarpa sarar. Başından sonuna dek hem karakterleri hem de izleyiciyi acımasızca dik bir yokuşa tırmanmaya zorlayan film, bu noktada yolun sonsuz ve mecburi olduğunu bir kez daha gösterir. Çünkü nihayetinde “insan” sıfatının külfetidir Uxbal’in hayatından yansıyanlar. Tüm bu külfete rağmen güzeldir hayat. Bir diğer ifadeyle yaşamdan ölüme yapılan göç, acıların en güzelidir.
Rabia Elif Özcan
Baran (Yön. Majid Majidi, 2001)
İran Yeni Dalgası’nın en önemli temsilcilerinden Majid Majidi’nin başyapıtlarından biri olan Baran (2001), tam da içinde bulunduğumuz süreçte tekrar hatırlanması gereken yapımlardan biridir. Zira ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinin ardından yirmi yıl sonra tekrar ülkeyi ele geçirmeye başlayan Taliban nedeniyle yeni bir göç dalgası daha başlamış durumda. Taliban’ın tıpkı Sovyet işgalinin son bulmasının ardından ülkeyi ele geçirmesi ve büyük bir baskı rejimi kurması gibidir şu an yaşanılanlar. “Tarih tekerrürden ibarettir.” diye boşa dememişler ne de olsa. Yalnız yaşananlar her ne kadar bire bir aynı olsa da bazı nüanslar ülkemizdeki göçmen karşıtlığını ayyuka çıkarmış durumda. Çünkü geçmişte Afgan göçü ağırlıklı olarak İran’a yapılmıştı. Fakat İran, bu kez ülkesine gelen Afgan göçmenleri Türkiye sınırına bırakmaktadır. Neredeyse 1.5 milyon Afgan göçmene ev sahipliği yapan İran’ın yerini Türkiye alır mı bilinmez. Ya da bir başka Baran filmi de ülkemizde çekilir mi emin değilim. Ama bu ayki dosya konusu “göçmenlik” olunca Baran’ı tekrar hatırlamakta ve nasırlaşmış yürekleri bir nebze de olsa törpülemekte fayda var diye düşünmekteyim.
Baran, her ne kadar odağına bir aşk hikâyesini almış gibi dursa da aslında çok daha önemli mevzulara ayna tutar. Majidi, bu aşk hikâyesinin arka fonunda Afgan göçmenlerin ülkedeki durumunu, onların nasıl muamele gördüğünü, nasıl sömürüldüğünü gözler önüne serer. Fakat bununla da kalmaz. Keza sorun sadece göçmenlerin durumu ile sınırlı değildir. Ülkenin kendi vatandaşlarının da durumu pek parlak değildir. Majidi, hem ülkesindeki sosyo-ekonomik duruma hem de göçmenlerin yaşadıklarına aynı pencereden bakar. Sonuçta hepsi ezilmiş, ötekileştirilmiş bireylerdir. Zaten hepsini ortak bir alan olan inşaatta buluşturur.
Bir yanda emeğinin karşılığını alamayan, karın tokluğuna çalışan İranlı işçiler diğer yanda aynı işi yapmalarına rağmen İranlı işçiler kadar bile alamayan, büyük bir sefalet içerisinde hayata tutunmaya çalışan Afgan işçiler… Majidi, filmin ilk yarısında kimlik kartına sahip olmanın bile ayrıcalık sayıldığı, insan hayatının hiçbir ehemmiyetinin olmadığı ülkesindeki bu durumu, bir şantiyedeki gündelik hayattan aktarır. İkinci yarıda ise Afgan göçmenlerin yaşadığı yerleşim yerinde geçer genelde hikâye. Böylece ikinci yarıda göçmenlerin hayatına, yaşadıklarına daha yakından bakmaya başlarız. Majidi, can pahasına ülkelerinden kaçıp başka bir ülkede yaşama tutuna(maya)n göçmenlerin durumunu en saf haliyle asla ajitasyon yapmadan aktarır.
Toplumsal gerçekçi sinemanın en seçkin örneklerinden biri olan Baran, yüreği henüz nasırlaşmamış bir genç üzerinden aşkın da yardımlaşmanın da gönül zenginliğinin de ne olduğunu bir kez daha hatırlatır seyirciye. Tüm bu süreç boyunca Majidi, asla bireylere yöneltmez oklarını. Çünkü film boyunca karşımıza çıkan karakterlerin hepsi uçurumun kenarındaki bireylerdir. Sorun en baştan kaynaklanmaktadır. Zaten o yüzden de Lateef, ne kadar çabalarsa çabalasın kimseye yetemez. Zira sorun bireysel çabalarla çözülemeyecek kadar büyüktür. Ama Lateef’in bakış açısı kesinlikle herkese lazımdır.
Tuba Büdüş
Kefernahum (Yön. Nadin Labaki, 2018)
Dünyada düşünebilen canlılar var oldukça her zaman savaşlar, kutlamalar, acılar, kahkahalar, ölümler ve intiharlar bir arada olmaya devam edecektir. ‘Düşünüyorum, öyleyse varım.’ diyen filozofun ‘olma’ eylemi canlıyı harekete geçiren ve koskoca evrenin içerisinde bir şeyler yapmasına sebep olan şeydir. Peki düşünebilen canlılar kendilerine bahşedilen bu yeteneği ne yönde kullanıyor olabilirler? Kahkahaların ve mutlulukların ters kutbunda olan hüzün ve acılara sebep olan şey ne olabilir? Yaşamın bu kadar renkli olabilmesinin altında bunu mümkün kılan şeyler nelerdir? Gerçekten de beyazın olduğu kadar siyahın da olmasına ihtiyaç var mıdır? Düşünen insan varlığını sürdürmeye devam ederken bir taraftan da düşünmenin ötesinde gelişen doğa olayları vardır. Bu olaylar insanların hayatlarına dokunmakta ve çeşitli değişimlere yol açmaktadır.
Yıllar öncesine kadar gittiğimiz, tarih kitaplarını karıştırdığımızda atalarımızın her daim göç ettiğini, göç etmek zorunda kaldığını okumuş, filmlerden ise tanık olmuşuzdur. İklim koşullarından kaynaklı olan, kuraklık, toprakların yetersiz oluşu ya da nüfusun artması sonucu oluşan göçler daha verimli topraklara yolculuk etmeyi zorunlu hâle getirmiştir. Ancak doğa kaynaklı göçlerin dışında insan kaynaklı yağma, talan arzusu, savaştan kaynaklı oluşan göçler, çok daha dramatik sonuçlara ve yıkımlara sebep olmuştur. Düşünebilen insan, düşünme eylemini kötüye kullanmaya başlamış, akabinde artan eşitsizlik ve adalet sistemi dev bir hortum hâlinde insanları acımasızca sürüklemeye başlamıştır. Sürüklenen insanların arasında ise arafta kalan, kimliği olmayan ve tabiri caizse terk edilmiş bir harabeye dönüşen göçmenler için hayat katlanılmaz bir boyuta dönüşmüştür. Bir taraftan göç edilen ülkede de göç kaynaklı siyasi ve demografik yapılar değişmiş, düzensizlik ve kaos beraberinde acımasızlığı ve hayatta kalma savaşını daha da perçinlemiştir.
Yönetmenliğini Lübnanlı oyuncu, senarist ve film yönetmeni olan Nadin Labaki’nin yapmış olduğu Kefernahum (2018), göçün özellikle yeni nesiller üzerindeki etkisini çarpıcı bir şekilde ele alıyor. Kendi ülkesinden, hatta ailesinden bile şiddet, çarpık düzen ve yozlaşma sonucunda göç etmek zorunda kalan küçük bir çocuğun (Zain) hayatta kalmaya çalışma mücadelesini Kefernahum’da izliyoruz. Bu mücadelenin içinden küçük bir çocuğun gözünden gecekondu semtlerinin içinden geçiyor, göçün de ötesinde insanların kendi hayatlarını gitgide nasıl zorlaştırdığına tanık oluyoruz. Ailesine ve esasında tüm insanlığa sesini duyurmaya çalışan Zain; ‘’Bakamayacaksanız çocuk yapmayın. Ailemi beni dünyaya getirdiği için dava ediyorum.’’ diyor. Aslında her ne kadar göçmenlik mevzu bahis olsa da, Keherhanum bize bir şeyi daha öğretiyor. İster göçmen, ister siyahi, ister beyaz, ister fakir, ister zengin; ne olursanız olun sevginizi veremeyecek, iyi şartlar altında yetiştiremeyecekseniz çocuk yapmayın, evcil hayvan sahibi olmayın, bitki yetiştirmeyin, en önemlisi de bir hatayı defalarca kez tekrarlamayın.
İşte Keferhanum, evrensel bir konu olan göçü ve insanlar üzerindeki etkisini ele alırken, aynı zamanda içinde bulunulan durumdan çıkar sağlamaya çalışan insanları, hataları, bireylerin kendi hayatlarını nasıl daha da kötüye götürebileceğini anlatıyor. Bunu küçük bir çocuğun gözünden vermesi, olgunlaşmış ve yıllardır bu sistemi deneyimlemiş bireylerin göremediği hataları küçük çocuğun görmesi ve yaşına göre olgunca davranışları, ayrı bir ironi oluşturuyor.
Filmin en büyük başarısı ise yönetmenin çekim tercihi oluyor. Gerçek hayatlarında da bu mücadeleyi veren oyuncu kadrosuyla film belgesel bir nitelik taşıyor aslında. Bunların da ötesinde anlatım dili, Khaled Mouzanar imzalı film müzikleri ile birlikte Kefernahum, içinde bulunduğumuz bitmek bilmeyen göç meselesi ve insanlığa dair kült bir yapım olarak kalıyor.
Göksu Ertüren
Lilya Forever (Yön. Lukas Moodysson, 2002)
Gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlanan Lilya Forever, Danguole Rasalaite isimli genç bir kadının hayatını yarı kurgusal bir anlatıyla listemize ekliyor. Yolu umut tacirleriyle kesişen Danguole, birçok insanı etkilemiş ve onlara anısını nesillere aktarma sorumluluğu yüklemiştir. Henüz on yedi yaşında hayata veda ederken üzerinde yaşadığı dünyada yolcu olduğunu bilmeden, dağılmanın eşiğinde olan Sovyetler Birliği’nde ülkesiyle beraber ailesinin de yıkımına maruz kalıyor. Lukan Moodysson’ın vizöründen referans aldığımız Lilya, tıpkı esin kaynağı Danguole gibi daha iyi bir hayatın izini sürmek için yaşadığı yeri terkeden genç bir kadının merkezinde hikâyesini şekillendiriyor. Lilya, fakir ve annesine muhtaç genç bir kız olmak istemiyor; zengin ve kendi evinde, kendi kurallarıyla yaşamak istiyor. Ancak annesi Lilya’yı oracıkta bırakıp sevgilisiyle birlikte Amerika’ya işçi olarak gidiyor. Lilya’nın küçücük bedeni ne annesinin kalbine, ne teyzesinin evine ne de dünyaya sığıyor. Bir sabah yeni bir güne uyanıyor ve asla güvenmemesi gereken o yanlış kişiye güveniyor: Yanlış arkadaşlar ediniyor ve seks köleliğine zorlanıyor.
Kadın oluşun cinsel zorbalıklarla durmaksızın cezalandırıl bir üslûpla temsil edilmesi, geçmişten günümüze insanlık tarihinin kara bir lekesi olmaktadır. Daha iyi bir yaşam düşleyen her birey, olası birçok ihtimalle pasifize ediliyor ya da insanlık dışı muameleye maruz kalıyor. Lilya Forever ise bu hususta göçmen haklarını ve istismar suçunu irdeliyor. Evinden, ailesinden mahrum kalan genç bir kızın hiç bilmediği bir ülkeye göç etmeyi mükemmel bir kurtuluş olarak görmesi ve hiç tanımadığı insanlara güvenmesi, yeni bir hayatın gerçekliğini düşlemesi bugün hâlâ birçoğumuzun deneyimlediği ya da zorunda kaldığı örneklerden ibaret. Oysa Lilya, kendisine yüklenen bütün sıfatlardan öte hâlâ bir çocuk ve hâlâ hayal kurmayı hak ediyor. İnsan ayrımının etnik kökenlere kadar indirgendiği günümüzde belki de en acısı; göçmenlerin fabrika atığı birer çöp gibi görülmesinden ileri geliyor. Oysa “göçmen” kelimesi uluslararası hukuki bir anlam ifade etmiyor. Göçmenler, ne yazık ki dünya insanlarının vicdanları sınırından geçemiyor. Çoğunlukla masum insanların öldüğü birer masala dönüşüyor.
İrem Yavuzer
It’s a Free World… (Yön. Ken Loach, 2007)
Ken Loach ve Paul Laverty ikilisinin 2007 yapımı It’s a Free World… serbest (free) piyasa ekonomisinin yarattığı sosyo- ekonomik problemlere cesur eleştiriler sunmakta. Film, sermaye sahiplerinin daha ucuz işgücü için tercih ettiği göçmenlerin sorunlarına odaklanır.
Angie yıllarca sömürüldüğü ve tacize uğradığı bir dizi işten sonra kendi şirketini kurmaya karar verir. Göçmen işçilere geçici işler bulan bir istihdam ofisi kurar. Başta adil ve resmi yollarla işini yapmak isteyen Angie zamanla elde ettiği kazancın cazibesine kapılır. Daha iyi yaşam koşullarına sahip olmak için Londra’ya göç eden insanların önce umutlarını, ardından emeklerini sömürmeye başlar. Angie güçlendikçe daha çok ezecektir. Bu anlamda film aslında gittikçe büyüyen acımasız kapitalist sistemi anlatmış olur.
Filmdeki bir diğer önemli karakter Angie’nin babasıdır. Yönetmen Ken Loach, Angie ve babasının tartışmaları üzerinden; ucuz işgücünün hem göçmenlerin daha iyi koşullara ulaşmasının önünde bir engel olduğuna hem de ülkenin gençlerine karşı haksızlık yapıldığına ilişkin bir tartışma ortaya koyar. Angie ise göçmenleri açlıktan kurtardığını söyleyerek yaptığı işi savunur. Loach ve Laverty, izleyiciyi bir kez daha ahlâki bir ikileme sürüklemeyi başarır.
Büşra Soylu Küçükkaya
Turtles Can Fly (Yön. Bahman Ghobadi, 2004)
Biz post-modern dünyanın insanları, yakın geçmişimizi unutma eğilimindeyiz. Bilgileri ve olayları sürekli yeni bilgi ve olaylar ile takas edip bırakın aksiyon almayı, derin bir düşünce bile geliştirmiyoruz. Bugün Afganistan’da olanlar hemen hemen hepimizin gündemini meşgul ediyor, ancak muhtemelen yarın etmeyecek. Onu da geçmişte olanları unuttuğumuz gibi unutacağız. Tıpkı Irak’ın 2003’te Amerikan kolluk kuvvetlerince işgalini ve bir milyona yakın insanın ölümünü unuttuğumuz gibi.
Ben bu metnin yazarı olarak politik bir duruş sergileme ve bir fikir koyma kaygısı gütsem de, Turtles Can Fly’ın böyle bir derdi yok. Daha henüz başlamamış işgalin öncesini konu alan filmin derdi ne uluslararası politika ne Bush ne de Saddam. Filmin bütün derdi mülteciler ve onların kendilerine bir yer ayrılmamış dünyadaki yaşam mücadelesi. Film, Türkiye ile Irak arasındaki sınırda Kürt çocukların kaldığı bir mülteci kampında geçiyor. Bu kamptaki herkes ya çocuk ya da ergenliğe yeni adım atmış gençler. Hepsi yetim kalmış ve boylarından büyük işler yapmak zorunda bırakılmış ufaklıklar. Para elde edip yaşamaya devam edebilmek için gruplara ayrılıp belli bölgelerdeki mayınları etkisiz hale getirip, mayınlar ‘Amerikan’ oldukları için onları yüksek fiyattan satmaya çalışıyorlar. Sadece henüz çocuk olan insanların günlük rutinlerinden bahsetmek bile, bu dünyanın başka bir dünya olduğunu bütün çıplaklığıyla fark etmemize yetiyor. Çadır, çamur, anonslar, kurşunlar ve Irak askerleri tarafından tecavüze uğramış bir küçük kız. Ghobadi bu başka dünyanın şiddetinden hiç kısmıyor. Nitekim, olayı olabilecek en dramatik haliyle sergileyecek bütün hamlelerden de kaçınıyor. Bildiğimiz dünyanın dışındaki göçmenleri anlatsa da, göçmen çocuklar hakkındaki bu film, bir şekilde çocuk kalmayı başarıyor. Yetişkinlerin yapacağı işleri yapsalar da, bu çocuklar hala çocuktur. Olmadık zamanlarda gülerler, canları acıyınca ağlarlar ve yalnız kalınca korkarlar.
Türkiye ve Irak sınırında savaşın ortasında kalmış Kürt milleti, o zaman da -aynı bu zaman da olduğu gibi- etrafına çizili çizgiler arasına mahkum edilmişti. Kendi zihinlerindeki ana vatan, uluslarası politikada bir vatan olarak geçerlilik görmemişti. Ancak Ghobadi bize, bizim yalnızca bir soyutlama vasıtasıyla tahayyül edebildiğimiz politik gerçeklikleri, bu göçmen çocukların yüz ifadeleri aracılığıyla hissettirir. Ne dağların tepesinde televizyon anteni düzelten gencin, ne kollarını kaybetmiş çocuğun ne de tecavüz mağduru küçük kızın herhangi bir siyasi manası vardır. Yalnızca ifadeleri vardır. Bizler ise televizyonlarımızın karşısında -öteki bakışların hiddeti üzerimizde- çocuklukları ellerinden alınmış bu insanlar büyüdükleri zaman, onlara sırtını dönen devletlerine ve üç maymunu oynayan komşularına karşı olan nefretlerini kustuklarında ve daha henüz o yaşta ellerine aldıkları silahlarını onlara doğrulttukları zaman; kolay olanı yapacağız ve onları suçlayacağız. Neticede tarihin dışına itilenler onlar, bizler değiliz. Biz dikenli telli sınırların içinde kalırken, onlar duvarın öbür tarafında.
Ahmet Sert
The Other Side of Hope (Yön.Aki Kaurismäki, 2017)
Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismäki’nin yönettiği “The Other Side of Hope” (2017) konusu itibariyle günümüzün kanayan yaralarından “göçmenlik” meselesini yoklayan bir yapımdır. Dünya prömiyerini 67.Berlin Film Festivali’nde yapan filmin Gümüş Ayı Ödülü, 65.San Sebastian Uluslararası Film Festivali’nde ‘Fipresci Ödülü” gibi çeşitli ödülleri bulunuyor.
Halep’ten, kardeşiyle beraber savaştan kaçmak zorunda kalan Khaled’in yolu zorlu badireler (yabancı düşmanlığı) atlattıktan sonra Helsinki’ye düşer. Göçmenlik başvurusu yapan Khaled, karşılaştığı bürokratik engeller neticesinde bir şekilde Finlandiya’da tutunmaya çalışır. Bir yandan da ülkesinden ayrıldıktan sonra kaybettiği kız kardeşini arayan genç adam. onun gibi hiçbir yakını kalmayan her şeyini kaybetmiş Finlandiyalı Wickstörm’le karşılaşır. İki farklı hikâyenin kesiştiği uzamda Kaurismäki, Avrupa’nın özellikle göçmenlik meselesi üzerindeki iki yüzlü tavrını ortaya döker. Kıta Avrupası üzerine Almanyalı yönetmen Michael Haneke ne kadar keskin ve acımasız bir üslupla eleştiri getiriyorsa, Finlandiyalı yönetmen de tıpkı diğer filmlerinde olduğu gibi daha naif denilebilecek bir pürlükle getirir aynı eleştiriyi. Halepli Khaled doğuştan talihsizdir, başına gelen olumlu şeylerin sayısı sınırlı görünür; oysa Finlandiyalı Wickström her şeyini kaybettiğinde bile sıfırdan başlayabilir konumdadır hayatına. Bu eksende film, göçmenliği doğuran nedenlere bakmaya gerek duymadan, mağdurların yaşadıkları olumsuz sonuçlara (süreci de göstererek) götürür bizleri. Gönülsüzce “yersizleşen” insanların neler yaşadığını aktarır bizlere. Sınırların duvarlarla örülerek kapatıldığı, farklı yollarla göç etmek zorunda kalanların botlarının patlatıldığı, silahlarla tarandığı ya da milliyetçi politikalarla ötekileştirildiği aşikârken, Finlandiya ve Suriye coğrafyasından iki insan tüm sınıfsal ve kültürel farklılıkları – ve benzerlikleriyle – bir arada barınabileceklerdir filme göre.
“The Other Side of Hope”, Kaurismäki’nin alışılageldik müstehzi tavrıyla, çok ciddi meseleleri kinayeli bir şekilde ifade ettiği bir yapım olarak acı tadı damaklarımızdan hiç gitmeyecekmiş gibi durur. Çekilmesinin üzerinden neredeyse dört yıl geçmesine karşın göçmenlik krizinin derinleştiği ortadadır, Yersizleştirilen insanlar için hayatın hiç de kolay olmadığı gerçeği bir yana, Avrupa’da ve Dünya’da günden güne artan ırkçılığın kurbanlarından birisinin biz olabileceğimizi de hatırlatır film. Durağan ve soğuk görünen atmosfer, yabancılaştırıcı / özdeşleşmeye kapalı oyunculuklar, tekinsizliği, bürokrasiyi perçinleştiren etmenler olarak göze çarpar. Bu yönüyle film görsel ve işitsel olarak kendi sorularını sorar, yorumu izleyiciye bırakır.
Doğaç İlbay
Otobüs (Yön. Tunç Okan, 1974)
Hurda bir otobüs, içindeki dokuz yolcusuyla beraber Stockholm’ün en işlek meydanına terk edilir. Otobüsün içindekiler Anadolu’dan gelmiş, para kazanma umuduyla İsveç’e kadar yolculuk yapmışlardır. Kaçak gelen yolcular polisle karşılaşmamak için otobüsten uzun süre çıkamazlar. Bir meydanda, kalabalığın içinde ama adeta ıssızlığın ortasındadır dokuz yolcu. Öyle bir ıssızlıktır ki resmedilen, içeriden perdeleri sıkı sıkı kapatılmış otobüs günlerdir orada öylece park halinde olmasına karşın yalnızca birkaç meraklının dikkatini çekebilmiştir. Polis bile otobüsün kapısını açmayı denemiş ama başaramayınca arkasını dönüp gitmiştir. Bu öyle bir ıssızlıktır ki, günlerdir yüzlerce kişinin yanından geçip gittiği ancak içindeki yaşamlardan kimsenin haberinin olmadığı, yolcularının aç, susuz, tuvalete dahi gitmeden hayatta kalmaya çalıştıkları bir ıssızlıktır. Gelişmiş bir medeniyetin tam ortasında yaşanan ölüm kalım savaşıdır.
Göçmen olmak zordur hele de kaçak yollarla gelinmişse. Öyle büyük hayâllere kapılarak da yapılmaz bu tehlikeli yolculuklar. Sonuçta giden kimseye gül bahçesi vaat edilmemiştir. Bazan para kazanmak için ama çoğunlukla yalnızca hayatta kalmak için gidilir. Zerre kadar bir umudun peşine takılarak, kelle koltukta yapılan yolculukların ardından varılan ülkede genelde “pis yabancı” olarak karşılanırsınız üstelik. Bu “pis yabancı” düşüncesi Otobüs filminde de hem sözel hem bakışlarla sık sık ekrana yansıtılmış. Açlıklarını dindirmek için geceleri el ayak çekilince usulca otobüslerini terk eden kahramanlarımızın başına türlü türlü olaylar gelir. Bu maceraların sonunda bazısı otobüse bir daha dönemez. Köylerinden çıkmadan yıllarca yaşayan bu insanlar için gördükleri her şey dehşet vericidir. Gördükleri karşısında şaşkınlıktan bozguna uğrayanlar yenilir ve “pis yabancı” olarak ölüme terk edilir. Kalanlarsa kurbanlık koyun gibi otobüsün içinde cellatlarını beklerler. Kaçınılmaz son gelip de İsveç polisi tarafından tek tek yakalanıp götürülürken de her birinin dünyası başına yıkılır. Çekilen onca zahmet boşa gitmiştir. Ne yurtlarında ne de hiç bilmedikleri bu topraklarda tutunabilmişlerdir. Kim bilir belki de ne kalabilmek ne de gitmeyi başarabilmektir göçmenlik…
Aktör Tunç Okan’ın ilk uzun metrajı olan Otobüs filmi uluslararası pek çok festivalde ödüle layık görülmüştür. Yönetmen bu başarısının tesadüf olmadığını bir sonraki filmi olan Fikrimin İnce Gülü – Sarı Mercedes (1992) ile de kanıtlamıştır. Filmin senaryosunu da kaleme alan aktöre usta oyuncu Tuncel Kurtiz eşlik ederken, etkileyici müzikleri ise efsanevi Zülfü Livaneli’ye aittir.
Ezgi Ulukoca
Duvara Karşı (Yön. Fatih Akın, 2004)
Almanya’da yaşayan iki Türk göçmen Sibel ve Cahit’in inişli çıkışlı hayatlarını ve ilişkilerini, ‘geleneksel’ ve ‘modern’ yaşam arasındaki çatışmayı kendine özgü bir dille ele alan Fatih Akın’ın Duvara Karşı’sı göçmenliği, kimlik karmaşasını ve aşkı son derece ekstremist bir yaklaşımla sahneye taşır. Film Almanya ve Türkiye olarak ikiye bölünebildiği gibi, iki karakter de hem Alman hem Türk olmaları dolasıyla iki kültüre de bir biçimde yabancıdır. Her iki bölümde de, yani Almanya’da da Türkiye’de de anlatı aşırı derecede şiddet, baskı ve nefretle dolup taşar. Fatih Akın göçmen deneyimini sınırlara taşır— iki ülkede de iki karakterin başına gelmedik kalmaz, sanki birbirine olan bağlılıkları ülkelerde hissettikleri aitsizliğin üstesinden gelemez.
İntihar girişimleri, aile baskısı, aile içi ve dışı şiddet, cinsel ve sınıfsal şiddet— bunların hepsi bu filmi konuşurken dokunmaya değer konular; hepsi çok köklü, toplumsal ve kesişimsel sorunlar. Bu dosya için benim yoğunlaşmak istediğim sahne ise filmde belki de en mutlu sahne olan, Sibel’in dolma yaptığı sahne. Bunu her göçmen, hatta yurtdışında birkaç ay bile kalmış olan herkes hissetmiştir— tamamen farklı bir şehirde belki de etrafta sizin ve ülkenizden olan o kişinin dışında kimsenin anlayamacağı basit bir his: Dolmanın, ya da başka bir şeyin, verdiği o aitlik hissi. Arkada Yine mi Çiçek çalarken Sibel’in dolma yapışının her adımının dikkatlice gösterilmesi, Cihat’ın ona bakışı, beyaz peynir kesip, birer rakı doldurup masada karşılıklı oturarak sofranın tadını çıkarmaları. Belki de, her şey sapa sarmadan son mutlu sahneleri bu. Bu sahneye film içerisinde böyle bir önem verilmesi tabii ki de bir tesadüf değil. Eve ve kültüre duyulan özlem sık sık yemeğe duyulan özlem olarak ortaya çıktığındandır belki. Bu filmi evinizde izliyor olsanız bile bu özlemi dolaylı olarak hissetmek oldukça olası. Buna rağmen, Sibel Türkiye’ye döndüğünde bu sahnenin verdiği umutlu, olumlu anavatan imgesi bir anda yok olur. Akın, şiddeti en uç noktaya taşıyarak Sibel’in ülkesine dönünce yaşadığı hayal kırıklıklarını bedenine uygulanan fiziksel şiddetle somutlaştırır. Bu şiddetin yansıtılış şekli çokça tartışmanın konusu olmuştur. Belki de özlemin kayganlığının üstüne basılmak istenmiştir. Bir şeyi hayal etmek, uzaktan özlemek, sevmek her zaman daha mı iyidir? Gerçeğin çok problemi ve çok detayı vardır, hayal ise her zaman olumlu olabilir. Sibel ve Cahit’in ilişkisi de “gerçek”leştiği zaman bunun aynı şekilde yaşandığını gözlemlemek mümkündür.
İpek Ömercikli