Fil’m Hafızası ekibi olarak ilk gösterimini Adana Altın Koza Film Festivali’nde yapan ve İzmir Altın Kedi Film Festivali-En İyi canlandırma, Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Öğrenci – En İyi Canlandırma, Canlandıranlar Film Festivali – En İyi Türk Filmi, Maltepe Anifest Animasyon Festivali – İkincilik, İpekyolu Film Festivali – Jüri özel ödüllerini alan Fish Out of Water (2021) filminin yönetmeni Nur Özkaya ile animasyon filminin senaryosunun ortaya çıkış süreci, film yapım sürecindeki teknik detaylar ve ana karakterin “öteki” ile bağı üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Genel olarak eserlerinde kendinden bir parça yansıtan Nur Özkaya, toplumun kırmızı çizgi olarak gördüğü konuları, görsel olarak izleyiciye hitap edecek şekilde yansıtmayı ve anlaşılmayı hedefliyor. Keyifli okumalar dileriz.
Röportajların klasik ilk sorusunu sormak istiyorum, Nur Özkaya kimdir?
N: Hızlıca biyografik bir bilgi vereyim. 98 yılında doğdum. Aslında Aydın doğumluyum; ancak Aydın’da 1 yıl kaldım ve Diyarbakır’a taşındım. Çoğu şeyi Diyarbakır’da yaşadım. Tüm ergenliğim Diyarbakır gibi zorlu bir şehirde geçti. Çocukken çok çizim yapardım. İlkokul öğretmenim Sünger Bob sevdiği için her gün farklı bir Sünger Bob çizip önüne koyardım. Sonra lise dönemimde çizimle çok ilgilendim. Fakat tabii ki ailelerin bakış açısı hep çok farklı oluyor. Herkesin tıp, mühendislik gibi idealleri var. Daha sonra üniversite seçim listemde bir değişiklik yaptım. Normalde hukuk okuyacaktım; ancak güzel sanatlar fakültesini üst sıraya aldım. O zaman kendim için ilk kez iyi bir şey yaptım. Sonra illüstrasyon ile ilgilenmeye başladım. Genelde çok sessizdim ve akademik olarak başarılı değildim. Daha sonra kendi dilimi buldum. 4. sınıftan sonra ise profesyonel olarak illüstrasyon ile ilgilenmeye başladım. Animasyonda çok yeniyim, 2 yıllık bir deneyimim var. Fish Out of Water ilk filmim.
Şu an kim olduğumu da söyleyeyim. İllüstrasyon ile ilgileniyorum. Animasyon ile ilgileniyorum. Bir yandan NFT projelerim var, kendi çizimlerimle de piyasada oldum. Bir yandan dövme yapıyorum, bir yandan da yüksek lisansa başlayacağım. Böyle sıkıştırılmış bir hayat…
Animasyon yapım sürecinin ve ayrışan noktalarının farklı olduğunu tahmin edebiliyorum; ancak detaylarını bilmiyorum. Ben işin entelektüel tarafından, renklerden, sinematik tarafından soru sorabilirim. Bana bu işin tüm detaylarını anlatabilir misiniz? Animasyonun yapımı ne kadar sürdü?
N: Animasyon tüm zamanınızı alıyor; ancak bütçe konusunda harika bir tasarrufu var. Bu animasyon tam 1 yıl sürdü. Bunun yarım dönemi karakter tasamı ve storyboard gibi pre-production’dı. Deneysel ilerlediğim için storyboard tam hazır da değildi aslında. Kesin olan tek şey monologdu. Monoloğun üzerinden fikirleri ilerlettim. Karakter tasarımı biraz uzun sürdü. Çünkü hiçbir karakterden tam olarak emin olamıyorsunuz, sürekli bir varyasyon çıkarıyorsunuz. Bu animasyon konusunda şanslı olduğum nokta; önceden de illüstrasyon ile ilgilendiğim için renklerim ve çizim tarzım belliydi. Yine o tonda bir şey yapmak istiyordum. Ama iş animasyon olunca çok detay ve çok fazla renk olduğu için işler çok uzadı.
Teknik olarak kare-kare çizim tekniğini kullandım. Örneğin, bir kol hareketini 30-40 kareye yedirebilmeniz gerekiyor. Aşama aşama çiziliyor. İlk olarak siyah-beyaz çiziliyor, ardından kareler renklendiriliyor. Edit kısmı ve şarkı bulma kısmı da zordu. Ancak çok sevdiğim bir sanatçı vardı: Lin Pesto. Onunla diyalog haline geçtim. Karakteri benim ana karakterime çok uyuyordu. Zaten kendisi de maskeliydi. Aslına böyle sürüncemeli bir dönem oldu, sürekli bir uğraş ve çizim…
Bu çizimleri kağıda mı yapıyorsunuz peki?
N: Çizim yaparken Ipad kullanıyorum. Procreate diye bir uygulama var. Önünde dijital bir kağıt varmış gibi çizim yapıyorsunuz ve çok rahat oluyor. Hata yaptığınızda geri alabiliyorsunuz, tabii ki çizim esnasında. Animasyonda tek bir hata yaptığınızda tüm kareler kayıyor ve hepsini en başa alıp çizmeniz gerekiyor. Ya da o sahneleri araya yedirmeniz gerekiyor.
Dövme sanatı ile de ilgileniyorsunuz sanırım, muhtemelen eliniz hızlıdır. Çok yoğunlaştığınız zaman çiziminiz ne kadar sürüyor peki?
N: Örneğin, girişteki balığın olduğu sahnede mürekkep gibi bir şey gelip dışarı çıkıyordu. O sahne yaklaşık 30 kareydi. 30 kare 9 saniyeye denk geliyordu. Baktığınızda bu sahnenin bir anatomisi yok. İstediğiniz gibi çizebiliyorsunuz. Orada sonuçta bir baloncuk görünüyor, belli bir hareketi yok ama konu insan hareketi olduğunda eğer bir kare atlarsanız hareketin doğallığı bozuluyor. Robotik bir hareket oluyor, bu yüzden daha fazla kare gerekiyor.
Filmde bir sürü insan figürünün birbirine karıştığı bir sahne var, bu sahneyi çizmek çok zor olmuştur o halde.
N: Bu sahnede ilk olarak karakterleri çizdim. Daha sonra bir taslak hazırladım. Taslağı nasıl yerleştiririm, insanları birbirine nasıl karıştırırım diye düşündüm. Daha sonra ben bunu çizersem ölürüm herhalde dedim ve sonra karakterleri PSD dosyası şeklinde After Effects’e aktardım. Orada hareketlendirmeye çalıştım. Ancak After Effects gerçekten çok robotik hareket yapıyor. Bu genelde reklamcılık için kullanılıyor. Daha sonra Adobe Anime’ye bakmaya karar verdim. Adobe Anime’yi deneyince hareket çok da çiğ gözükmedi bana. Onu çizmek deli işi, artık ona girişemezdim.
Metindeki monoloğun yazım süreci nasıldı peki? Muhakkak ki sizde bir karşılığı vardır. Büyükşehirdeki, kalabalığın içindeki modern hatta post-modern insanın ve bizi tanımlayan insanın, bu mecralardaki ötekinin hep hissettiği şeyler bir noktada. Bana rengi ve anahtar kelimesi nedir bu filmin diye sorarsanız tek bir imaja indirgediğimde bu filmi; sarı-pembe ve arkada yeşil-lacivert bir ton ve lost derim. Nedir bunun arka planı?
N: İlk olarak monolog yazma sürecinden bahsedeyim. 14-15 yaşlarımdan beri Diyarbakır’da küçük bir şehirde büyüdüm. Lise eğitimimi de orada tamamladım. Sonra kendimi keşfettim. Ankara’ya geldim, ne ile uğraştığımı, kendimi nasıl ifade edebileceğimi gördüm. Ancak yaşadığım ötekileştirmeyi nasıl adlandırabileceğimi, ne ile ifade edebileceğimi bilmiyordum. Ardından ilk önce kelimeleri ve çizimi fark ettim. Kelimelerimin de güçlü olduğunu fark ettim. Belki de ben içselleştiriyordum çoğu şeyi; ancak bana hissettirilen şey hep “öteki” geliyordu. Bir yere ait hissedemiyordum. Kendi evine, kendi ailene, kendi şehrine, büyüdüğün şehre hiçbir zaman ait hissedemiyorsun ve sürekli bir arayış içindesin. Güvenli alan bulmaya çalışıyorsun, güvenli alan yıkılıyor. Yeni bir yer denemek istiyorsun, belki senin yerin olacak; fakat aslında orası da senin yerin değil. Sonra küçük şeylere önem vermeye başladığımı fark ettim. Örneğin, bir çakmak… Onu gördüğümde ve eğer çakmak bana aitse ona bir anlam yüklemeye başladım. Ait olmak için sürekli bir arayış içindeydim. Fakat hiçbir zaman kendimden taviz vermedim ve inatla ait olmadığım ortamlarda bulunmaya çalıştım. Daha sonra bu bir savaş haline döndü benim için ve artık geceleri uyuyamayıp, sürekli çizim yapıp telefonuma not alan bir insana dönüştüm. Çünkü bu hisler bir yük oldu; anksiyeteye dönüştü, depresyona dönüştü. O monologlar için tüm bu notların birleşimi diyebilirim.
Aklıma Borges geldi. Kendisine kanser tanısı koyuluyor, bir yıl içinde öleceği söyleniyor. Borges de dünyaya bir şey bırakmak amacıyla kitap yazıyor. İçinde ne kadar zehir varsa kusuyor ve kanserden kurtuluyor. Daha sonra da onlarca kitap yazmaya devam ediyor. Bu dönüşümün sizin adınıza iyi gelmesine çok sevindim. Biraz karakter yapım sürecinden bahsedelim o halde. Bu karakteri yaratırken karaktere sorular sordunuz mu, bu süreç nasıl ilerledi, neler etkiledi? Çünkü karakter çok soyut gibi geliyor bana ve “herkes”i imgeliyor. “Herkes”i yaratırken sorular sormak zor oldu mu?
N: Aslında zor oldu. Filmi yapmadan önce karakter ile röportaj yaptım. Sanki o da bir bireymiş gibi ona sorular sordum. Çevremde eşcinsel olmayıp ötekileştirilmiş, Alevi olmayıp ötekileştirilmiş, beyaz yakalı olup ötekileştirilmiş insanlar olduğunu ve buna bağlı olarak da herkesin bir rol içinde olduğunu fark ettim. İnsanları nerede toplayabilirim diye düşündüğümde, ötekileştirmenin kendimi de iyi anlatabileceğim bir unsur olduğunu gördüm. İnsanlara da sorular sordum. Ötekileştirmeyi anlatırken ötekileştirme yapmamaya da dikkat etmek gerekiyor, bu da biraz zordu benim için.
Bir yanda karakter var, bir yanda da karakterin içinden geçtiği o kalabalıklar ve şehir var. Ötekileştirme yapmadan “öteki”yi anlatırken, bir noktada kendinizi nereye konumlandırırsanız konumlandırın birisi öteki kalıyor. Bunu bir kişi üzerinden anlatırken diğer ötekileri koyduğunuz evreni nasıl yarattınız?
N: Ankara-Kızılay metrosunu biliyorsunuzdur. Belirli saatler vardır, herkes aynı anda adım atar, aynı anda girer, aynı anda çıkar. Sürekli bir koşturma hali içerisindedirler. Ne tarafa yürürseniz yürüyün insanların üstünüze üstünüze geldiğini görürsünüz. O kalabalık esin kaynağım oldu; çünkü orada bir mekanikleşme gördüm. Aslında onlar da ötekinin bir parçası; çünkü bir yandan uyum sağlayarak ötekileşmemeye çalışıyorlar, bir yandan da içlerindeki ötekileri bastırıyorlar.
Üst açıdan insanların göründüğü, bizim ana karakterimizin biraz parladığı yeşil bir arka plan var. Burada color teorinin etkisi vardır diye tahmin ediyorum. O yeşil bana çürüme yeşili gibi geldi. Bütün o kullandığınız renk paletindeki durum nasıldı, sadece size verdiği hisse göre mi şekillendi yoksa gerçekten de color teorinin etkisi oldu mu?
N: Aslında renkleri karakterlere böldüm. Yeşil; hem çürüme hem mikrobu ifade ediyor. Yeşil; kişiye yapışan bir şey, bu rengi istemezsiniz. Toplumu ifade eden insanlarda yeşil rengini seçmemin nedeni onların da bu işin bir parçası olmasıydı. İnsanlar, gözlemleyerek aynı davranışları sergilemeye başlıyor ve bu durum bir virüs gibi yayılıyor. Pembe ve sarının da kontrastını kullandım.
Filmi ilk izlediğinizde ne düşündünüz?
N: Ağladım. Çünkü bana hep “Tek başına yapabilecek misin?”, “ Emin misin?” gibi sorular sormuşlardı. Ben de bu sorulara hayatım boyunca yanıt verememiştim. Sonucu böyle çıkınca ağladım. Filmi ilk kez büyük ekranda Altın Koza’da izledim. Orada bir yandan sevgilimin elini tutuyorum, bir yandan gözyaşımı siliyorum. Bir yandan da gurur duydum; ancak duygusallık daha baskın oldu, ağlamama engel olamadım.
Film bittiğinde güzel bir şey çıktı sonunda dediniz mi?
N: Güzel bir şey çıktı dedim; ancak filmin hiç bu kadar ilerleyebileceğini ve ödül alabileceğini düşünmemiştim.
Müzik için Lin Pesto telif aldı mı sizden?
N: Almadı. Müziği kullanabilmem için imza atması gerekiyordu, müziği hangi filmde kullanacağımı görmesi için kendisine DSP dosyamı yolladım. Sıkıntı olmadığını, müziği kullanabileceğimi söyledi ve imza attı. Müziği filme çok uyum sağladı.
Son olarak sonraki projeniz ile alakalı bir şeyler söylemek ister misiniz?
N: Kişisel hikâye anlatmayı sevdim; çünkü hakimiyeti bende oluyor. Herhangi birini gücendirmiyorum. Gücenirsem ben gücenirim. Bir depresyon üzerinden ilerlemek istiyorum ama tabii ki bu çoklu depresyon olacak. Depresyonuna şahit olduğum birden fazla kişi ile görüşeceğim. Onun dışında bir karakter tasarladım. Depresyonu çıplaklığı ile anlatmak istiyorum. Herkesin gördüğü klasik depresyondansa direkt çıplak olmasını istiyorum. Çıplak bir karakter çizdim. Çok garip oldu, karakteri sevdim. Çizimlerimde hep maskeli figürler kullanıyordum bu sefer farklı bir maske kullandım. Bu Fish Out of Water‘dan tamamen bağımsız olacak; çünkü bir yandan tekrara da düşmek istemiyorum. Birkaç farklı poster tasarımı yaptım. Aklımda ufak tefek sahneler canlandı, bunları not ettim. İsim konusunda aklım biraz gidip geliyor hala.
Hikâye tam anlamıyla depresyondan çıkan ve mutlu sonla biten bir hikâye olmayacak. Hatta bir sahne not ettim. Ne başına gelirse gelsin evde seni hep bekleyen bir depresyon vardır. Ertelediğin, gece uyuyamadığın, aklına gelen düşünceler… Bunun senin bir parçan olması ve bir yandan da seni üretmeye zorlayan şey olmasına değineceğim. Ben bununla yaşamayı öğrendim; çünkü bendeki depresyon biraz nefrete de dönüşüyor. İnsanlara karşı nefrete, hırçınlığa, kine dönüşüyor. Öyle olunca bir şekilde yaşamayı öğreniyorsun. O yüzden tetiklenirsem işime gelir bu arada, daha duygu yoğun bir şey çıkar ortaya.
Hafize Çıvkın & Mustafa Ertuğrul Evis