Kuruluşumuzdan itibaren en çok çaba gösterdiğimiz meselelerden biri Türk Sineması’ndan bahsederken onun gelişiminin temelinde yatan Yeşilçam kültürünün göz ardı edilmemesine ve hatırlanmasına katkı sağlamak oldu. Yeşilçam filmlerine tahsis ettiğimiz sinema odası ”Hayatım Yeşilçam”la başlattığımız bu misyonu, eski Türk klasiklerini konu edinen birçok inceleme yazısıyla desteklemeye özen gösterdik. Yine bu anlayışın ürünü olan 2012’deki bu son dosya çalışmamızda, nostaljiyi ve geriye dönük değerlendirmeyi 2012’den ziyade Türk Sineması’nın geçmişinde aramak istedik. Hâliyle karşımıza en çok; kadına yönelik fiziksel ve sosyal şiddet, töre sorunları, sevgiye muhtaç çocuklar, toplumsal çatışmalar, imkânsız aşklar ve yoksulluk gibi kavramlar çıktı. Felaket senaryolarının başucu kaynakları… Biz de neden olmasın dedik.
Bir insanın başına gelebilecek kötü şeyler konusunda yaratıcılığın doruklarında gezen; aşırılıklarıyla kimi zaman mizahi bir çehreye bürünen, kimi zamansa gerçek hayattan aldığı tesirle kahreden Yeşilçam filmlerine göz gezdirirken onlara saygı duyduğumuz gibi kusursuz olmadıklarının da bilincindeydik. Ve son olarak, spoiler konusunda olabildiğince cömerttik.
Mendilleriniz hazırsa başlayalım. (Soner Yıldırım)
Acı Hayat (Metin Erksan, 1962)
Artık hepimizin ezbere bildiği bir hikâye bu… Yoksul bir mahallede yaşayan, birbirini çok seven iki genç evlenmeye karar verir. Bir kuaförde çalışan Nermin, zengin patronun oğlu tarafından iğfal edilir. Mutluluk hayalleri suya düşen Mehmet, çok zengin olup paraya ve lükse direnemeyen Nermin’den intikam almanın peşindedir. Elbette ilk hedefi Nermin’i onunla evlenmeye mecbur bırakan Ender’in kız kardeşi Filiz’dir.
Yeşilçam âşıklarının azılı felaket senaryosunun tohumları böylelikle atılmış olur. Aynı konuyu tekrar tekrar işleyen her yeni film (Ah Müjgan Ah-1970, Nikâh Masası-1982, Paranın Esiri-1985) daha fazla gözyaşı, daha fazla klişe ve daha az derinlik barındırırken Metin Erksan’ın Acı Hayat‘ı Türk Sineması tarihinde tüm heybetiyle öylece durur.
Dönemin diğer yapımlarındaki ”taşı toprağı altın” şehir yerine çürümekte olan, karanlık bir İstanbul’u tercih eden filmin arka planındaki felaket senaryosunun kurbanı ise sosyal uçurumların, yozlaşmanın ve beton mezarların üstüne çöreklendiği 60’lı yılların güzel, ah güzel İstanbul’udur.
Artık bir piyango milyarderi olan Mehmet ondan af dilemeye gelen Nermin’den sözleriyle intikam alır:
”Seninle aynı dam altında uyumak en büyük hayalimdi bir zamanlar. Geceleri kalkıp yüzüne bakacaktım, ev eskiymiş oda küçükmüş neyime gerek benim bunlar! Sen ol da isterse hiçbir şeyim olmasın! İşte böyle düşünüyordum bir zamanlar. Bütün bu güzel şeyleri sen yıktın, sen pislettin!” (Soner Yıldırım)
Açlık (Bilge Olgaç, 1974)
Kalabalık nüfuslu zor durumdaki bir ailenin, öz çocuklarından birini köyün varlıklı Ağa’sına yanaşma olarak satmasıyla başlayan film, küçük yanaşmanın yerleri silişinden usta bir geçişle Meryem’e (Türkan Şoray) dönüşmesiyle yıllar süren kadınlık çilesini gözler önüne serer.
Köyün delisi Hasan, bir ihtimal Ağa’nın kullanıp attığı “kızlığı bozuk” kadınlardan birini almak ümidiyle Ağa’nın kapısını çalar. Evdeki huzuru kaçırmaya başlayan Meryem’i istemeye istemeye vermeye razı olan Ağa, Meryem’i son kez uyarır: “Asilik ettin ya olsun. Sen açlık çekeceğim diyorsan öyle olsun, git de gör!” Kadınların bir mal gibi alınıp satıldığı bir ülkede elbette Meryem’in kurtuluşu özgürlük olmayacaktır; sadece mevcut tutsaklığının iyi hallisine kavuşacaktır.
İlk çocuğu doğmuş, ikinci çocuğuna hamile Meryem, tarladan ev işlerine bütün işleri layıkıyla yapıp mutlu bir yaşam sürmek isterken kuraklık onların da hanesini etkiler. Bin bir türlü zorluklarla, günü birlik çözümler üreterek ailesinin ve bebeklerinin açlığına çare arayan Meryem, kocasının da ayrılmasıyla daha fazla dayanamaz ve yıllar sonra Ağa’nın konağına dayanır.
Yeşilçam’ın az sayıdaki kadın yönetmenlerinden biri olan Bilge Olgaç’ın yazıp yönettiği Açlık, açılış sahnesinden son sahnesine kadar nefes aldırmayan acı dolu kurgusuyla Türk Sineması’nın gözden kaçmış nadide filmlerinden biri olarak nitelendirilebilir. Oldukça gerçekçi oyunculuklara sahip film, insanın ilk açlık duygusunu tattığı bebeklik ağlamalarıyla açılıp, yetişkin bir insanın son ekmek parçası uğruna hayatını hiçe sayarak girdiği mücadeleyi gerilim dolu bir kurguyla ustaca birleştirerek dönemi için hazmı zor bir izlence hâline gelir.
Can alıcı replik, hikâyenin kurbanı Meryem’den gelir:
“Allahım bir damla yaş düşür şu toprağa n’olursun bir damla, çoluğumu çocuğumu aç koyma!” (Oğuz Veli)
Aile Şerefi (Orhan Aksoy – 1976)
Rıza, maden suyu satarak karısı ve beş çocuğuyla kıt kanaat geçinen bir aile babasıdır. Damadını iç güveysi olarak alıp aile nüfusunu daha da çoğaltır. Fakir ama mutlu bir yaşam süren bu aile, küçük oğlan Murat’a araba çarpmasıyla alt üst olur. Arabanın sahibi fabrikatörün züppe oğlu Oktay, Murat’ın ablasına göz koyar. Ve kader ağlarını, Rıza ve ailesinin üzerine örmeye başlar.
Aile Şerefi, Yeşilçam’ın en kutsal saydığı kurumlardan olan aile kurumunun altını öyle bir itinayla çizer ki dillere destan. Film boyunca bu ailenin başına gelmedik kalmaz: erkekleri habire dayak yer, hor görülür, hastanelik olur; kızlarına göz konur, kaçırılır, tecavüze yeltenilir. Sucu Rıza da sürekli itilip kakılan, üst sınıf tarafından küçük görülen yoksul ve gururlu baba profili çizer. Tüm bu olanlara rağmen Rıza ve ailesi aralarındaki bağları hiç koparmaz ve dimdik ayakta dururarak birlikteliklerini pekiştirirler.
Ailenin başına gelen talihsiz olaylar silsilesi, abartıya kaçsa da ve yer yer “Bu kadarı da olmaz!” dedirtse de aslında alt ve üst sınıf çatışmasına güzel bir yorum getirip geleneksel değerleri yüceltir. İzleyeni yakalayabilen duygusal bir dokuya sahiptir. Ayrıca Yeşilçam’ın tüm altın ögelerini içinde barındıran film, bir nevi “Yeşilçam sinemasına giriş” niteliğinde kilit bir yapım olarak da yorumlanabilir.
Oktay babasına trafik kazasını anlatırken şöyle der:
“Birden bir velet atladı arabanın önüne. Direksiyonu kırdım ama çarptım. Çok korkuyorum, bana ceza vermezler değil mi?” (Emrah Öztürk)
Bizim Aile (Ergin Orbey, 1975)
Yaşar Usta (Münir Özkul), üç genç oğlu olan dul bir adamdır. Kıt kanaat geçinmekte, haylaz oğullarının başlarını soktukları belalarla uğraşmaktadır. Aynı şekilde Melek Hanım da (Adile Naşit) hayat gailesine kapılmış, üç çocuklu dul bir kadındır. Komşuların aracı olmasıyla yuvalarını birleştiren ikili, umduklarının aksine kolaylaşacağına git gide zorlaşan bir hayatın içinde bulurlar kendilerini. Öncelikle çocukların birbiriyle bir türlü anlaşamaması, evde yaşanan oda ve tuvalet kavgaları; bunun üzerine her bir çocuğun başına ayrı ayrı gelen dertler; ailenin yakışıklı oğlu Ferit’in (Tarık Akan) zengin bir kıza (Itır Esen) âşık olması ve kızın babasının bu aşkı onaylamaması gibi üst üste gelen felaketler sonucunda Yaşar Usta ve ailesi kendilerini kışın ortasında evlerinden kovulmuş hâlde bulurlar. Yukarıda saydığım isimlerin yanında Ayşen Gruda, Şener Şen, Halit Akçatepe, Tuncay Akça gibi önemli isimlerin başarılı performansına sahne olan Bizim Aile, Yaşar Usta’nın gelin adayları Alev’in zengin babasının karşına geçerek “…Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm. Ben, Yaşar Usta!” diyerek akıllarımıza kazınan o tiradı da attığı filmdir. İnanılmaz ve abartılmış felaket senaryolarına rağmen, yeniden izlenesi ve hatırlanasıdır.
“Uzak dur evimden. Uzak dur ailemden. Uzak dur çocuklarımdan. Eğer çocuklarımın saçının bir teline zarar verecek olursan, hayatı boyunca bir karıncayı bile incitmemiş olan ben Yaşar Usta, çeker vururum seni! Vururum ve dönüp arkama bakmam bile…” (Nihan Ölmez)
Boş Beşik (Orhan Elmas, 1969)
Şüphesiz Yeşilçam, mendilinizi alıp karşısında hıçkıra hıçkıra ağlayabileceğiniz birçok yapıtla dolu; ancak Boş Beşik’in, içinde en çok acıyı barındıran filmler arasında ilk sıralarda yer aldığını söylemek yanlış olmaz. Film; sımsıcak bir aşk öyküsünden yola çıkarak Fatma Girik’in hayat verdiği köylü bir kadının dramını anlatır.
Bir köyde doğup büyümüş Fatma ile göçebe bir yaşam tarzını benimseyen Yörük’lerin Bey’i Ali; tüm engelleri aşarak aşklarına sahip çıkarak evlenirler. Beyleri’nin kararına saygı duyan Yörük halkı; artık heyecanla liderlerinin soyunu devam ettirecek bebeğin haberini beklemektedir. Günler ayları, aylar yılları kovalar. Yörük’teki genç kadınlar üçüncü, dördüncü çocuklarına hamileyken, Fatma’nın bebeği bir türlü olmaz.
Uzunca bir süre Fatma’nın bu duruma kahrolmasını ve Tanrıya yakarışlarını izleriz. Yönetmen Elmas; toplumsal baskının kişi üzerinde ne denli yıkıcı etkiler yaratabildiğini de Fatma ve Yörük halkı arasındaki etkileşim aracılığıyla gösterir.
Tam Fatma’nın mutluluğu nihayet bulduğunu düşünürken; Yeşilçam’da mutluluğun öyle kolay kolay elde edilemeyeceği gerçeğiyle yüzleşiveririz! Zira zor iklim şartları Yörük’ü daha Beyleri’nin bebeğinin kırkı çıkmadan göç etmeye iter. Yüklerin bindirildiği develerden birinde de Fatma ile Ali’nin bebeği Murat vardır. Bebeği gözüne kestiren azılı bir kartal, göç kafilesindekilere fark ettirmeden onu beşiğinden kapıverir. Bir müddet sonra beşiğin boş olduğunu fark eden Fatma’nın acı dolu haykırışları, sıranın en önündeki Ali’ye kadar ulaşır. Ne yazık ki; Ali Fatma’nın yanına ulaştığında her şey için çok geçtir: Bebeğini kaybetmenin acısıyla kartalın boğazına yapışan Fatma, amacına ulaşarak onu öldürmeyi başarsa da, kartalla beraber kendi de uçurumdan yuvarlanarak hayatını kaybeder.
Göç kafilesinin tepesinde uçan kartalı gören yolculardan biri, Fatma’ya:
“Bu cenabet hayvan uğursuzluk getirmese bari!”
Buğulu Gözler (Safa Önal, 1970)
Yaşamını bir moda evi için dikiş yaparak idame ettiren Canan, büyükannesiyle beraber küçük bir evde yaşamakta, mühendislik öğrencisi olan sevgilisi Ergin’le evlenip mutlu olmanın hayalini kurmaktadır. Ancak acımasız hayat, bir genç kıza daha -bir melodramda daha- beklediğinden farklı bir gelecek hazırlar.
Önce hayattaki tek yakını olan büyükannesini kaybeder Canan. Cenaze töreninden sadece bir gün sonra stajı için Paris’e giden, iki yıl boyunca sabırla beklediği sevgilisi uçaktan kucağında bebeğini tutan bir kadınla inince Canan geleceğe dair bütün umutlarını yitirir. Kendisi gibi aşk acısı çeken Faruk’la tanışıp evlenmesi bu döneme denk düşer. En büyük dilekleri kalabalık bir aile olmak olan çiftin kısa bir süre sonra ikiz çocukları olur. Aynı gün doktorundan bir daha çocuk sahibi olamayacağı gerçeğini öğrense de mutludur Canan. Ta ki beşinci yaş günlerinden hemen sonra kızlarından biri, bir kamyonun altında kalana kadar… Yaralı kızını apar topar hastaneye götüren acılı anneyi bir sürpriz daha beklemektedir: Geçirdiği şok yüzünden diğer kızı Dilek’i kaza yerinde unutmuştur. Biri ölen biri kaybolan çocuklarının yasını tutan Canan trenle ülkeyi terk etmek üzereyken kayıp kızı bulunur ve -biz rayların üstüne düşüp korkunç bir şekilde can vermesinden deli gibi korkarken- annesinin güvenli kollarına ulaşır. Tabii bu arada delilik ve intihar gibi bir dizi sınavdan geçen Canan’ın yaşadıkları kaderin yanına kâr kalır.
Sinemamızın simge isimlerinden Safa Önal’ın yazıp yönettiği Buğulu Gözler ilk bakışta melodram türünün hiçbir klişesini es geçmeyen ağdalı bir dramdır, evet; ancak dramatik yapının kurgulanışı, karakter kullanımı ve sanat yönetmenliği konusunda filmde şaşırtıcı denemelerin yapıldığı gözlenir. Göze çarpan ilk unsur Yeşilçam’ın namlı kötülerinden Önder Sömer’in ve filmin kötü kadını hüviyetindeki Semra Yıldız’ın (her şeyiyle bir Suzan Avcı tiplemesidir) hikâye içindeki ezberbozan yerleşimidir. İkinci ve daha önemli detay, kırmızı renginin tehlike sinyali veren bilinçli bir sembolizme konu edilmesidir. Filmin çehresinin değişmesiyle beraber Türkan Şoray kırmızı kıyafetlere hapsolur, filmin en vurucu bölümü olan kaza sahnesinde ikizler baştan ayağa kırmızılar içindedir, Canan’ı intihara sürükleyen oyuncak bebekler kırmızı bir hediye paketinden çıkar ve kırmızının ta kendisi olan kan, o zamana kadarki hiçbir Yeşilçam filminde olmadığı kadar gözler önündedir.
Canan’ın büyükannesinin, gözünü para hırsı büyüyen damat adayı Ergin’e filmin başında verdiği nasihat olacakların özeti gibidir:
– Siz de bolluk içinde daha rahat yaşamak istemez misiniz?
– Ben o hayatı yaşadım. Gördüm. Sonra kaybettim, unuttum bile. Sen de dikkatli ol! Gökten yıldız koparayım derken adımını uçuruma atma sakın! (Soner Yıldırım)
Canım Kardeşim (Ertem Eğilmez, 1973)
Ertem Eğilmez’in “Benim en sevdiğim filmim.” dediği Canım Kardeşim‘i izleyecekseniz yanınıza bir iki paket mendil tedarik etmenizi ve boğazınızın yutkunmaktan şişmemesi için de bir demlik çay bulundurmanızı tavsiye ederiz. Çünkü karşımızda son derece acıklı ve 70’ler Türkiyesi’nin ruhsal bunalımını, toplumsal çöküntüsünü tasvir etmekte de oldukça başarılı bir film durmakta.
Küçük Kahraman, Almanya’ya gitme sevdalısı olan aylak abisiyle birlikte mutlu mesut yaşamaktadır. Ah bu parasızlığın gözü kör olsun! Televizyon alma hayalleri kuran Kahraman’ın abisi ve en az abisi kadar aylak olan Halit’in tek derdi bu ufaklığı okutup yoksulluktan kurtarmaktır. Ancak kader en acı darbesini indirir; Kahraman’ın kan kanseri olduğu anlaşılınca iki arkadaş ne yapacaklarını bilemezler. Çeşitli yolları deneyip Kahraman’a bir televizyon almaya koyulurlar. İstenilen parayı toparlamaları ise pek de kolay olmaz.
Dram türünde Yeşilçam’ın medar-ı iftiharı sayılabilecek Canım Kardeşim, izleyeni durmaksızın ağlatabilecek denli hüzünlü bir film, evet. Ancak bir o kadar da gerçekçi bir ülke tablosu çizdiğini kimse inkâr edemez. Almanya sevdasından para kazanma uğruna bertaraf edilen sosyal düzene dopdolu bir tahlil sunar seyirciye. Zaten böyle olmasa, sadece içi boş, ağlak bir film olsa sanıyoruz ki kimse bu filmi bağrına basmaz, izlemez ve bu kadar çok sevmezdi.
Kahraman ve öleceğini öğrenen arkadaşlarından biri arasında şöyle bir konuşma geçer:
– Sahi sen ölünce bilyeler ne olacak?
– Ne bileyim ben!
-Bana versene!
– İyi ya, ben ölünce ağabeyimden alırsın.
– Yaşa ulan! (Emrah Öztürk)
Hayat Mı Bu? (Orhan Aksoy, 1972)
Evli bir adam olan İzzet Günay’a, ondan hamile olan eski sevgilisinden gelen bir mektupla başlayan Hayat mı Bu?, izleyiciyi bir aşk üçgeni çerçevesinde şekillenen acı dolu bir aşk hikâyesine hazırlarken filmin ana karakterlerinden biri sandığımız masum eş, doğum esnasında hayatını kaybedince filmin dramatik yapısı bir anda değişir. Farklı annelerden iki erkek çocuğu sahibi olan İzzet Günay çok sevdiği eski sevgilisiyle evlenir. Ancak ölen eşinden olan çocuğunun üvey evlat muamelesi görmeyeceğinden emin olmak için bir plan yapar: Buna göre iki çocuğu da kırsal bir bölgede yaşayan bir sütannenin himayesine verecek ve çocukları birkaç sene sonra eve geri getirdiğinde kimse onları ayırt edemeyecek hâle gelecektir.
Öyle de olur… Kendi çocuğunu tanımıyor olmasının ağırlığı altında hem kendisine hem de çocuklara ızdırap dolu günler yaşatan histerik anne filmin merkezine yerleşiyor derken sıradan bir Yeşilçam yapımı için uzun metraj bir film konusunu çoktan tüketmiş olan film büyük bir zaman sıçramasıyla ana karakterlerini de değiştirir.
Çocuklar büyür, biri ünlü bir futbolcu diğeri ise yetenekli bir müzisyen olmuştur. Küçükken annelerinin sevgilerini paylaşamayan kardeşler kendilerini yine sevgisi için mücadele edecekleri bir kadının karşısında bulur: Zeynep Değirmencioğlu… Dahası, kardeşlerden biri kan kanseridir. En nihayetinde üç kişilik aşkın taraflarından biri ölümle eksilir, kalan ikisi evlenir. Kahramanları farklı, kederi aynı aşk üçgeni filmin başındaki kadar acı bir sonla nihayetlenir. Bize kalan ailenin üçüncü kuşağının başına neler geleceğini gayriihtiyarî merak etmektir. Film, isminin hakkını verir.
Çocukları büyüten sütanne, filmin sonunda aylardır oğlunun mezarı başında gözyaşı döken anneye seslenir: Eğer size bir faydası olacaksa oğlunuzun hangisi olduğunu artık söyleyebilirim? Hıçkırıklar içinde feryat eden Semra Sar: Hayır! Hayır, sus! Yalvarırım söyleme! Söyleme!” (Soner Yıldırım)
Kambur (Atıf Yılmaz, 1973)
Atıf Yılmaz, 22 yaşında kamburu yüzünden ucube olarak nitelendirilen Azize’nin her şeye rağmen beyaz atlı prensini arayışının öyküsünü anlatır bizlere. Kalp hastası babasıyla birlikte hayat mücadelesi veren Azize, bulunduğu bütün kötü şartlara rağmen aynı zamanda köy halkı tarafından kolayca taşlanabilen bir “canavar”dır. Azize’ye iyi davranan tek kişi adada yaşayan bir diğer öteki; Rum asıllı Tasula abladır. Yeşilçam’da nadiren gördüğümüz bir ötekileştirme hikâyesine sahip Kambur‘da başrolleri gerçekçi oyunculuklarıyla Kadir İnanır (Ali) ve Fatma Girik (Azize) paylaşmaktadır.
Çocukların alay edip taşladığı, köyün sapıkları tarafından tacizlere uğrayan, erkek kıyafetleri içinde kadınlığından eser kalmamış nasırlı elleriyle Kambur Azize, bütün olumsuzluklara rağmen yine de rüyalarında gelecek olan beyaz atlı prensini düşler. Yeşilçam’da pek rastlamadığımız bu gerçeküstü rüya sahneleri Azize’nin içindeki kadını gösterir bizlere. Azize’nin rüyalarında kalan kadınlığı bir gün gazinoya balık satmak için gittiğinde karşılaşacağı kör kemancı Ali ile tekrar canlanacaktır. Ali’nin kör olması, Azize’nin bu hayatta mutlu olmasına mani olan şekilsel bozukluğunun Ali için önemsizleşmesi demektir. Fakat Ali körlüğünden kurtulmayı ve Azize’yi görmeyi her şeyden çok ister. Azize, Ali’nin tekrar görebilmesi için aşkından ve gözlerinden vazgeçmeye hazırdır fakat Ali’nin onu ve kamburunu görmesini istemez.
Balıkçılık yapan bir kambur ile kör bir kemancının bu duygusal ve acı dolu hikâyesi her şeyden önce fedakârlığı gündeme getirir. Azize’nin iç güzellikten ziyade dış görünümün önemli olduğu bu dünyada çektikleri, beyaz atlı prensime kavuştum derken hem kör, hem de kambur kalışının hikâyesi…
Can alıcı replik: “Beni bu hâlimle görsün istemiyorum hayalindeki peri kızı olarak kalmak istiyorum.” (Oğuz Veli)
Kara Çarşaflı Gelin (Süreyya Duru, 1975)
Kara Çarşaflı Gelin, babasının işlediği bir cinayetten ötürü kan bedeli olarak mağdur aileye bırakılan Güllüşan’ın bitmeyen dramını anlatır. Kardeşini vurmamaları için henüz küçük yaşta annesi ve kardeşinden kopmak zorunda kalan Güllüşan, yanında yaşadığı aileye hizmet etmekte ve umutsuzca başka birine satılacağı günü beklemektedir. Bir yandan ise köyde reform yaşanacağı, köylülerin toprak sahibi olacağı haberi duyulmuş; bunun sonucu olarak köylü ve köy ağası arasındaki gerilim artmıştır.
Güllüşan ile ailenin küçük oğlu arasında zamanla doğan yakınlık, her ne kadar adamın annesi bunu kabullenmek istemese de mutlu sona doğru yaklaşırken felaketler de birbirini izlemeye başlar. Köy ağasının kime bulaşsa hayatının kaydığı bu sorunlu düzenden ne pahasına olursa olsun kurtulmak gereklidir.
Bir yandan törelerin insanların yaşamında ne büyük trajediler doğurabileceği, bir yandan da yıllarca hüküm süren ağalık düzeninin ne menem bir şey olduğunun altına özenle çiziyor Kara Çarşaflı Gelin. Birbirinden çarpıcı sahneler karakterler için kaçınılmaz olarak hazin bir son çizmiş olsa da finaldeki sembolik ölüm, en azından daha güzel bir gelecek için köklü bir uyanış gerektiğini vurguladığı için oldukça anlamlı.
Can alıcı replik, cenaze evinden kan bedeli olarak kızı kabul edeceklerinin haberi gelmesiyle Güllüşan ve annesi arasında yaşanır. Ufak kardeşini vurmasınlar diye Güllüşan denileni yapmak zorundadır:
Güllüşan: Çileli başım! Ben de ufağım, heder etme beni. Başka mümkünü yok mudur?
Anne: Toprağımız yok ki verelim. Ölü evi azıtılmamıştan ıraz.
Güllüşan: Canım iğneli beşik, ister alın ister satın. (Simon Sağlamoğlu)
Kınalı Yapıncak (Orhan Aksoy, 1969)
Taşrada bir değirmen evinde yaşayan Kınalı Yapıncak, uyuyakaldığı sırada çıkan bir yangında annesiyle babasını kaybedince, sağır ve dilsiz kalır. İstanbul’da yaşayan zengin teyzesinden başka kimsesi olmayan talihsiz genç kadın, türlü eziyetlere maruz kalır ve evde hizmetçi olarak zorla çalıştırılır. Örgü saçları bahçe makasıyla acımasızca kesilir, sürekli aşağılanır ve dayak yer. Üzerine evin çapkın erkeği (aynı zamanda kuzeni) olan Ferit’in eve sarhoş geldiği bir gecede onu hamile bırakması trajedisini perçinler. Kınalı Yapıncak’ı tek anlayan, bahçıvan Avni’dir.
Ancak çilesi elbette uzun sürmeyecektir. Servetin, acı çekmiş bir kadının elinde nasıl da etkili bir silaha dönüştüğüne Kınalı Yapıncak‘ta tanık oluruz. Mazlumdan alınan ah, aheste aheste çıkar filmde. Giydiği pahalı kıyafetler, düzenlediği davetler, iğneli sözleri ve şuh kahkahaları ve geri gelen sesiyle tane tane konuştuğu Türkçesiyle yeni bir kadın olan Kınalı Yapıncak, intikamını alıp kendisine işkence yapan insanlara bir bir diz çöktürür. Bir zamanlar sevdiği adamı da “itinayla incitmeyi” unutmaz, hatta onu sınamaktan çekinmez. Yine de Ferit’e olan zaafıyla başa çıkmakta zorlanan Leyla, son bir oyun tezgâhlayarak çiçeklikte tecavüze uğrayan kırpık saçlı kızın intikamını alır. Fikret de o çapkın hâlinden sıyrılarak çocuğunu kucaklar, birden mazbut bir aile babası oluverir. Onun bu şekilde “rüştünü ispatlaması”yla Kınalı Yapıncak, filmin başında okuduğu Kerime Nadir kitabındaki gibi “Saadet Tacı”nı takmaya hak kazanır ve bir mazlumun hikâyesi daha mutlu sonla biter.
Kınalı Yapıncak’ın Ferit’i kendine âşık ettiğini başardığını söyleyen Avni Baba’ya:
– Ya ben? Aslında ben de seni seviyorum dememek için zor tutuyorum kendimi.
– De öyleyse be kız!
– Ya burada tecavüze uğrayan kız? O da aynı şeyi söyleyebilir mi Avni Baba? Ben seviyorum desem o kırpık saçlı kız affedebilir mi? Unutabilir mi? (Nil Yüce)
Mavi Eşarp (Nejat Saydam, 1971)
Türkan Şoray’ın oldukça başarılı bir şekilde hayat verdiği Leyla; Yeşilçam’ın zengin babaya sahip kızlarından biridir. Lakin maddi imkânları, gönlünün zenginliğine engel olmaz. Çevresindekileri mutlu etmeye çabalayan; sevginin kıymetini çok iyi bilen Leyla; acımasız bir hastalığın pençesinde son günlerinin tükenişini, her yeni gün odasında bulunan incilerden birini ipten çıkararak acıyla izlemektedir. Bu inciler; Yeşilçam’da duyguların nasıl da uç noktalarda işlendiğinin de güzel bir örneğini teşkil eder.
Yenilmez hastalığı, hız tutkunu Leyla’nın yüzündeki hayat dolu gülümsemeye ve neşesine etki etmez. Gündüzleri arkadaşlarıyla araba yarışı yapar ve gezerken, gecelerini pavyonda dans ederek geçirir. Yine bu günlerden birinde, rüzgâr, başına doladığı mavi eşarbı uçurarak arkasında motosikletle seyreden Hakan’ın yüzüne yapıştırıverir. Pilotluk yapan Hakan’ın uzunca bir süre hastanede kalmasına neden olan bu kazanın, aslında büyük bir aşka da gebe olacağını tahmin etmek zor değildir.
Hastane ziyaretleriyle başlayan arkadaşlık, zamanla doludizgin bir aşka dönüşür. Her şey yolunda gidiyor gibi gözükse de, Leyla’nın hastalığı gitgide ilerlemekte ve o, sanki hiçbir şey onu durduramazmışçasına hayatına devam etmektedir.
Yakında öleceğini bilen Leyla’nın Hakan’ı aslında onu hiç sevmediğine inandırması, iki taraf için de oldukça yıkıcıdır. Hakan aşk acısı içinde kıvranıp ve Leyla’ya öfke duyarken, Leyla Hakan’ı düşünerek günbegün solmaktadır. Sonunda, babası kızının acısına dayanamaz ve Hakan’a tüm gerçeği olduğu gibi anlatır. Bunun üzerine soluğu sevgilisinin yanında alan Hakan, Leyla’nın son nefesini verişini ağlayarak izler. Seyirci ise; mutlu bir aşkın olup olmadığı, varsa bile yaşanıp yaşanamayacağı sorularıyla ve gözyaşlarıyla baş başa kalır.
Leyla’nın babası; Hakan’a gerçekleri açıklamak istediğini söyleyince Hakan, barı göstererek:
“Gerçek orada beyefendi! Gider oturursun, doldur bir gerçek dersin doldururlar! Bir dikişte de içtin mi işte sana gerçek!”
Mazi Kalbimde Yaradır (Osman F. Seden, 1970)
Kocalarını ve ailelerini zor durumdan kurtarmak için her türlü şeyi kabullenebilecek kadar fedakâr olan ve bu özelliklerinden ötürü her daim çile çeken kadınların sinemamızda temsil edildiği en trajik filmlerden biri Mazi Kalbimde Yaradır. Türkan Şoray, Ekrem Bora ve Tanju Gürsu’nun başrollerini üstlendiği film, Şükran isimli bir kadının kocasının hayatını mahvedebilecek belgelere sahip bir adam tarafından tehdit edilmesiyle alabora olan yaşamını anlatır.
Kocasını ve kızının geleceğini kurtarmak zorunda kalan kadın, tehdide boyun eğip evini terk eder ve kocasına başkasıyla birlikte olduğunu söyler. Karısına lanetler okuyan ve ona olan nefreti yüzünden kızlarından da soğuyan adam kızını Almanya’ya okumaya yollar. Küçük kız yıllar sonra büyüyüp babasının özlemiyle yurda döndüğündeyse karşısında bir üvey anne bulur. Annesinin yaşadıklarına benzer şantajlara maruz kalan genç kızın kaderi annesine benzese de sevdiklerini kurtarmak için mücadeleyi hiçbir zaman bırakmayacaktır.
Türkan Şoray’ın hem anneyi hem de kızının yetişkinliğini canlandırdığı Mazi kalbimde Yaradır, başlarına gelmedik kalmayan ve birbirlerinden ayrı bir yaşam geçirmek zorunda kalan anne-kızın dinmeyen özlemlerinin üzerine kurulan kopkoyu bir trajedi. Yaşamı boyunca muvaffak olamayan annenin kaderin cilveleri sayesinde en azından kızının hayatını kurtarabilmesiyse seyircinin elinde kalan yegâne avunulacak şey oluyor. Genç kızın üzerinde gelinliği ile hayatını gözden geçirip kâğıda dökerken aynı zamanda film anlatıcısı da olması, en azından film boyunca seyirciyi mutlu bir son olacağına dair bilgilendiriyor, zira herkesin bu denli yoğun trajedinin bünyeye zararlı olabileceğine dair hemfikir olması kaçınılmaz olsa gerek.
Türkan yurt dışından döndüğünde babasıyla ilk karşılaşmasında şöyle söyler:
-Elimde olmadan işlediğim günahtan dolayı beni affet baba.
-Ne günahı kızım?
-Tıpatıp anneme benzeme günahı, baba… (Simon Sağlamoğlu)
Seven Ne Yapmaz (Orhan Aksoy, 1970)
Asker arkadaşlarının Akıncılar Orkestrası’nı kurmaya karar verdiklerini haber alan Fikret, sevinçle İstanbul’un yolunu tutar ve onlarla bir araya gelir. Fikret, sokakta karşılaşıp tesadüf sonucu doğum günü kutlamasında yeniden gördüğü Sevda’ya tutulur. Ancak iki tarafın da yaptıkları fedâkarlıklar onları bir arada tutmaya yetmez. Çektiği aşk acısıyla Sevda’yı her yerde yaşatan Fikret, hislerini sanatına döker ve bestelediği “Seven Ne Yapmaz” adlı şarkıyla gönüllerde taht kurarak ününe ün katar. Hikâyenin hüznünü, Fikret’in kötü gün dostları olan orkestra arkadaşları zaman zaman da olsa yatıştırmayı başarır.
Entrikasıyla sevgilileri birbirinden ayıran Sevda’nın eski kocası da “nefsi müdafaa” ile ortadan kalkınca, hikâyenin trajik kısmı başlar. Çünkü Fikret ve Sevda yine birlikte olamayacaklar, birbirlerini bekleyerek ömürlerini tüketeceklerdir. Bunun yerine daha “radikal” bir çözüm bularak birlikte ölmeye karar verirler hatta buna bir gösteriymişçesine hazırlanır, en güzel giysilerini giyerler. Gerçek dostluğun ve bağlılığın imkânsız aşkı uçurumdan döndürdüğü filmde, kötülerin ortadan kalkmasıyla birbirine yeniden kenetlenen hatta “kelepçelenen” âşıklar hafızalarımıza kazınır.
Fikret, Seven Ne Yapmaz için tezahürat yapan kalabalığa şarkısını çalmadan önce başkasıyla evlenen Sevda’nın gözlerine bakarak:
“İlginize çok teşekkür ederim. Bir sanatçının en büyük serveti alkışlardır, benden esirgemediniz bunu. Ben de sizden “Seven Ne Yapmaz”ı esirgemeyeceğim tabii. Sizin şarkınız o. Hisli insanların, sevmesini bilenlerin şarkısı. Bu şarkının her notasında yemin ettim, ant içtim. Sevmesini bilmeyenlere asla şarkımı dinletmemek için Tanrı adına yemin ettim. Şimdi aramızda böyle biri var. Çıkıp gitsin buradan, bizim dünyamızı kirletmesin, hemen gitsin!” (Sevda hiç konuşmadan hışımla kalkıp gider) (Nil Yüce)
Sezercik Yavrum Benim (Safa Önal, 1971)
Başrollerinde Ayhan Işık – Hülya Koçyiğit ikilisini izlediğimiz Sezercik Yavrum Benim, o sıralar 4 yaşında olan Sezer İnanoğlu’nun beyaz perdede göründüğü ilk film olarak bilinir. Dosyamıza konu olan felaket senaryolarının en abartılı örneklerinden biri olan filmin ilk otuz dakikasında Hülya Koçyiğit’in canlandırdığı Aynur’un başına gelenleri sıralamak bu savı açıklamaya fazlaca kâfidir.
Bir muhasebe şirketinde çalışan Aynur, zengin sevgilisi Tarık’ın sözleriyle ”servete ilgi duymayan, gururlu, dünyanın en güzel kızı”dır. Evlilik arifesinde olduğu iki aylık hamile Aynur’u ailesine emanet ederek Avrupa’ya giden Tarık’ın bindiği uçak düşünce genç kadının mutlu günleri de helak olur. O andan itibaren adeta Yeşilçam’ın bütün kötü karakterleri Aynur’a hayatı zehretmek için devreye girer: Önce kötü kaynana Aliye Rona’nın önderliğinde hırsızlıkla suçlanarak hapishaneye attırılır, ”iyi dost” Diclehan Baban sayesinde hapishaneden sonraki ilk durağı vesikalı damgası yiyeceği bir randevu evi olur, ölmediği anlaşılan Tarık’la evlenen Lale Belkıs işleri iyice zora sorarken Aynur ve küçük oğlunun yaşadığı dramın zirve noktası onlara ‘kan kusturan’ bir üvey baba yorumuyla elbette Erol Taş olur. Aynur’un son düşmanı verem de pek tabii bir Yeşilçam kötüsü olarak değerlendirilebilir.
Ana-oğul, Erol Taş’ın işkencelerine maruz kaldıkları bir akşamdan sonra odasına çekilen küçük Sezer fonda yükselen ilahi bir müzik eşliğinde yarım sözcükleriyle dua eder:
“Annemi de beni de kurtar Allah baba. Çarçabuk büyüt beni, hemen büyüt. Kocaman olunca o adamı döveyim. Çok para kazanayım, anneciğim sevinsin, gülsün bir defacık. Bir defacık şarkı söylesin, çok yemek yesin, öksürmesin, yeni elbise giysin. Anneciğim dayak yemesin artık. N’olur ağlamasın.” (ve hıçkırıklar…) (Soner Yıldırım)
Sultan Gelin (Halit Refiğ, 1973)
Köyde, yüklü miktarda bir başlık parasıyla tanımadığı bir adamla evlendirilen Sultan’ın hikâyesini trajik kılan tabii ki yalnızca kocasının gerdek gecesinde kalp krizi geçirip ölmesi değil, sonrasında gelişen olaylar zinciri. Baba evine gitmesine izin verilmeyen, ev işlerinde çalıştırılan Sultan, dul kalması yetmiyormuş gibi bir de ölen kocasının küçük kardeşiyle “nikâhlanır” ve Veli’nin büyütülmesiyle görevlendirilir. Veli reşit olduğu vakit resmi nikâhları kıyılacaktır.
Çekildiği zamanlarda muhtemelen gerçekliğine ihtimal verilmeyecek bu filmi tekrar izlemeyi, günümüzde sık sık karşımıza çıkan töre gerçeği düşünüldüğünde insanın yüreği kaldırmaz açıkçası. Sultan, kendi hayatını o bir tek mutluluk anına o kadar bağlamıştır ki, bu “kurtuluş”un aslında ne demek olduğunun farkında değildir. Sevmenin, sevilmenin ne olduğunu anlamamanın, sevginin türlerini, boyutlarını ayırt edememenin acısını yaşar. Hem kendini hem de Veli’yi özgürleştirdiğini düşündüğü, evlilik ve çocuk hayallerinden vazgeçerek kendini yalnızca çalışmaya vereceğini zannettiği bir anda karşısına çıkacak 2 aylık bir başka töre, sırtına yine dolmayacak bir çilenin kamburunu yükleyecektir.
Veli, sevdiği kızla kaçmıştır. Köy ahalisini onları kovalamaktan son anda durduran geline kayın pederi sorar:
– Ey ulan kız gelin! Peki sen ne olacaksın böyle eşsiz çocuksuz dölsüz?
– (Ağlamaklı) Ben çalışırım baba, iş görürüm ben! Odun keserim, orak biçerim, tarla çapalarım… Bak, göreceksiniz Sultan Gelin neymiş? Dillere nam salacağım Sultan Gelin diye. “Bir Sultan Gelin varmış hay maaşallah on ırgata bedelmiş!” diyecekler, on ırgata! Sultan Gelin… (susar) (Nil Yüce)
Vurun Kahpeye (Halit Refiğ, 1973)
Halide Edip Adıvar’ın aynı isimli romanından uyarlanan ve Halit Refiğ tarafından üçüncü kez beyaz perdeye aktarılan Vurun Kahpeye; milli mücadele günlerinde bir Anadolu kasabasında öğretmenlik yapan genç bir kadının hikâyesinden yola çıkarak eski düzen yanlıları ile çağdaşlığı savunanlar arasındaki sancılı süreci anlatır.
Hale Soygazi’nin oynadığı Aliye karakteri; çağdaş giyimli, ilerici eğitim anlayışını savunan idealist bir öğretmendir. Kasabaya geldiği ilk andan itibaren bölge halkının yerleşik düzenine karşı çıktığı için çeşitli tepkilerle karşılaşır. Hacı Fettah’ın başını çektiği ve devletin eski düzenini koruması gerektiğini düşünen topluluk; Aliye’nin başının kapalı olmamasını gerekçe göstererek halkın zihninde bir linç kültürü yaratmaya çalışır. Aliye’nin başı ise tüm bu güçlüklere karşı dimdiktir.
Kuva-yi Milliye ile işbirliği yapan Aliye; düşmandan gizlice bilgi sızdırır ve en nihayetinde kendini koruyabilmek için düşman kumandanını öldürmek zorunda kalır. Halkı, Aliye’nin geceyi kumandanla birlikte geçirdiğini söyleyerek kışkırtan Hacı Fettah’ın “Vurun Kahpeye! Vurun!” çığlıkları arasında kendini inandırmaya çalışsa da başarılı olamayan genç kadın linç edilir. Film, Aliye’nin ölmüş bedeninin yanı başında ağlayan Tahsin’in, Hacı Fettah ve yandaşını astırmasıyla sona erer.
Kalabalığı kendine inandırmaya çalışan Aliye için, Hacı Fettah:
“Daha bu kahpeyi ne konuşturuyorsunuz; bunu dinleyen kafirdir! Hâlâ söz söyleyen dudaklarını, erkekleri baştan çıkaran haram saçlarını yolun! Vurun, vurun kahpeye!”
Yavrum (Orhan Aksoy, 1970)
Zeynep Değirmencioğlu ve Semra Sar’ın başrollerini üstlendiği Yavrum, anne olmak üzerine Yeşilçam’ın en duygulu seyirliklerinden biri. Kocası askere giden genç, güzel ve saf bir köylü kadın olan Emine, evlerinde hizmetçilik yaptığı kurnaz çift tarafından oyuna getirilir; bebeği kaçırılır ve kendine öldüğü söylenir. Bu acıyla kendini dağlara tepelere vuran Emine yıllarca içini kemirecek derdi ile baş başa kalır; kızının yerine siyah bir taşı bağrına basar ve acısını dindirmeye çalışır.
Film büyük bir zaman atlaması ile kaçırılan Ayşe’nin gerçek ailesi sandığı insanlarla olan yaşamına odaklanır. Bu büyük malikânede her şey rayında görünüyor olsa da ortada büyük bir aldatmaca ve zaafları değerlendirilen yaşlı bir adam (Münir Özkul) vardır. Ayşe’nin arkadaşının çiftliğine yapacağı ziyaret ise her şeyi değiştirecek bir yolculuğa dönüşür, zira köyde karşılaşacağı pamuk toplayan kadını aklından çıkaramayacaktır. Elbette o kadın bir mucize gibi karşısında beliren annesidir.
Yavrum, iyiler ve kötülerin iyice belirginleştirildiği filmlerden olup bir yandan kahredici kaybın anne üzerindeki etkisine bakarken bir yandan ise onun acısının ön ayak olduğu mutlu (en azından 20 yıl kadar) yaşamı gösterir. Çok geçmeden üstün bir sezgiyle bir araya gelen anne-kızın (ve hatta kayıp baba da bulunacaktır) hikâyesiyle seyirciye her türlü keder yaşatılmış olsa da mutlu sona giden yolda her şey mübah görünmektedir.
Can alıcı replik, Emine bebeğinin acısıyla kendini avutmaya çalışırken gelir:
“Kara taşım, kara kızım, kara bahtım benim. Gir koynuma soğut beni. İçimdeki bitmez ateşi söndür gayri. Soğuğun içime işlesin, içimdeki kan kurusun, yürek donsun. Ölsün, toprak olsun bu Emine. Ölsün de evlat acısını unutsun, ölsün de evladına kavuşsun. Kara taşım, dert yoldaşım, sırdaşım benim. Bu garip Emine’yi, bu kara yazılı Emine’yi bir sen bildin bir sen anladın. Gir koynuma, gir yüreğime. Kara saplı bir bıçak gibi öldür bu Emine’yi, öldür.” (Simon Sağlamoğlu)
Yılanı Öldürseler (Türkan Şoray, 1981)
Usta yazar Yaşar Kemal’in aynı adlı romanından uyarlanan Yılanı Öldürseler, Yeşilçam’ın giderayak Türk Sineması’na bıraktığı kayda değer ve bir o kadar da az bilinen filmlerden. Güzeller güzeli Esme (Türkan Şoray), Abbas’a âşıkken köyün ağası Halil’le evlendirilir ve Hasan adında bir oğlu olur. Yıllar geçer. Abbas dayanamaz, tutup Halil’i vurur. Bunun üzerine Halil’in kardeşleri de Abbas’ı öldürür. Kan gövdeyi götürür. Fakat mesele böylece sona ermez, heyhat. Halil’in çilekeş annesi (Aliye Rona) herkese esas katilin Esme olduğunu, o öldürülmezse Halil’in hortlayacağını söyler. Bu görevi Hasan üstlenmek zorundadır. Lâkin 11 yaşındaki bir çocuğun annesini öldürmesi pek de kolay bir iş değildir.
Tanrının bin yılda yarattığı söylenen Esme’yi canlandıran Türkan Şoray (Güzelliğiyle nam salmış bu karakteri başka kim canlandırabilirdi ki?) aynı zamanda yönetmenliğini de sergileyerek bizleri mest ediyor. Ediyor etmesine de bir de rahmetli Halil’in karalara bürünmüş çilekeş anası var işin içinde. Aliye Rona, bu menfur, kindar ve bir o kadar da evlat acısından başka hiçbir şey düşünemeyen ana rolünü öyle başarıyla canlandırıyor ki “Halil! Halilim!” diye Anavarza Kalesi’nden yükselen feryatlarını izlemelere doyamıyoruz. Yeşilçam’ın vazgeçilmez ‘kötü kadın’larından olan Rona, bu filmde neredeyse tüm kariyerinin özetini sunuyor. Zavallı Esme’nin başına, bu ‘kötü kadın’ yüzünden gelmedik bela kalmıyor. Köylüyü kışkırtıyor, oğullarını üzerine salıyor, yetmiyor, bizzat kendisi kapıya dayanıp Esme’ye “Öl!” diye haykırıyor. Grimm masallarının üvey annelerini mumla aratıyor yani. Nitekim küçük Hasan, izleyicinin beklediği kıvama geliyor sonunda ve ninesinin gölgesinde silah kuşanıp kasketini takarak at süren bir ‘yiğit’e dönüşüyor. Beklenen ama aslında hiç istenmeyen final gelip çattığında ise “Vay bahtsız, güzeller güzeli Esme!” diyerek doğruluyoruz koltuklarımızdan.
Hortlaklarıyla, yılanlarıyla ve Zülfü Livaneli’nin ‘Gözlerin’ adlı bestesiyle sürüp giden film, klasik Yeşilçam’ın çizgisinin yavaş yavaş silikleşmeye başladığını göstermesinin yanı sıra Türkan Şoray’ın güzelliği ve Aliye Rona’nın hiddetiyle yoğrularak damakta ‘eski Türk filmlerimizin’ tadını bırakmaktan geri kalmıyor.
Hasan, silahını ateşledikten sonra batmakta olan güneşe doğru haykırır:
“Ben öldürmedim!” (Emrah Öztürk)
Züğürt Ağa (Yavuz Turgul, 1985)
Köyden şehre göç eden yurdum insanını biliriz de, köyden şehre göç etmiş ağaların hikâyesi pek anlatılmaz. Yavuz Turgul da hikâyeyi buradan yakalayıp “işe yaramaz” bir ağanın değişen koşullar çerçevesinde geçirdiği dönüşümü yer yer komik, genelde acıklı bir olay örgüsüyle ustalıkla sunar bizlere.
Marabaları tarafından kazık yiyen bahtsız Ağa, Züğürt kalıp tası tarağı satıp şehre göçer. Ağalığından gelen alışkanlıklar, şehirde Ağa’yı hem gülünç duruma düşürür hem de birbirinden talihsiz olaylara sürükler. Elini attığı türlü işlerde başarılı olamayan Ağa, son birikimlerini de kaybetmeye başladıkça çaresizliğe kapılır. Başlangıçta bize Ağa’nın giyimiyle kuşamıyla sunulan değerler kümesi, çaresizlik karşısından parayla değiş tokuş edildikçe otoritesini kaybetmeye başlayan Ağa, cinnetler geçirmeye başlar. Tabiİ ki tüm suç bu “şeher” denen yeni sistemin, insanlığın, nezaketin ve hürmetin olmadığı bu dünyanındır. İntihar etmeye kalkıştığında; “buraların bıçağı bile bozuktur!” derken suçu hep sisteme atar, Ağa.
Elden düşme bir Anadol ile domates satmaya kadar düşmüş, kibarca başladığı “domates, domates” çağrıları sonunda “dumates, dumates, hayde dumates”lere dönüşmüş Ağa’nın değerler sisteminin çökmeye başladığını anlarız. Sonunda onu Ağa yapan bütün sembollerin elden çıkışı ve ağalığının en önemli göstergesi olan körüklü çizmenin eskiciye satılmasıyla Ağa sıfatını tamamen üstünden atarak Züğürt kalacaktır. Film, başlangıçta özenle boyanıp Ağa’ya teslim edilen çizmeyle başlayarak, boyası atan, eskici arabasına düşen çizmeyle zirveden dibe olan Ağa’nın felaketini böylelikle özetler. Bundan böyle Ağa olmayan Züğürt, çiğ köfte tepsisiyle “kıvırtmayı” öğrenecek ve ancak değerlerin yitişiyle kendini sistemde var edebilecektir.
Can alıcı replik: “Ben bir Ağa’yım kimseye borçlu kalamam, başım eğik gezemem.”(Oğuz Veli)
1973 yapımı Lütfi Ömer Akad’ın yönetmenliğini yaptığı “gelin” filmi de kesinlikle listeye girmesi gereken bir diğer can acıtan yapıt.
Dosya güzel ama Yaşar Usta tiradı muhtemelen ezberden yazılmış; bu nedenle külliyen yanlış.
Bu hangi filme ait arkadaşlar
+ Dikkat et hazır ol, sakın kıpırdama
– Allahım sen beni koru yarabbi
Sen beni bu deli kadından kurtar
Canımı bağışla tanrım
+ Şimdi hazır ol
bende onu arıyorum ama bulamıyorum