7) Berlin: Die Sinfonie der Grosstadt (Walter Ruttmann, 1927)
1920’lerde Alman gazeteci Tucholsky Denetlenen İnsan adlı makalesinde Berlin’i şu şekilde tasvir eder: “…Berlin tramvayı… Tramvaya birden üniformalı bir adam binip yolculardan biletlerini göstermelerini ister. Bir yolcu dışında herkes sorumluluğunun bilincinde ceplerini karıştırıp biletlerini gösterir. Uşak bir halktır, işte bu Alman halkı. Çünkü şimdi herkes, sanki büyük bir suç işlemiş gibi adama bakmaktadır. Yolcular, üniformalı memura korkuyla karışık derin bir saygı içinde bulunmakta ve hepsi, biletini yitiren adamdan nefret etmektedir… Kimileri, adamın didinmesini biraz da acıyarak izlemekten hoşlanmakta ve tüyleri ürpererek onun korkunç durumuna kendilerini koymaktalar… Yolcu kendini suçüstü yakalanmış gibi duyumsuyor… Küçük bir olay, önemsiz bir olay elbette. Ama işte günlük hayattan yalın bir gözlem…” (6)
Sinema, yalnızca şehri ve şehrin kültürünü yansıtmaz. Sinematograf, aynı zamanda bir makine olarak da modernleşmenin doğrudan sembolüdür. 1920’lerin Alman sineması, kafasını sürekli büyük kentler ile –çoğunlukla da Berlin ile- modernite üzerinden kurcalamıştır. Berlin: Die Sinfonie der Grosstadt, Berlin’de geçen bir günü anlatır. Tıpkı modernitenin gerektirdiği gibi film, zengin ve fakirlerin kendi yaşamlarını bir sınıf çatışması içerisinde anlatmaz, aksine onların organik birlikteliğine, çeşitliliğine, bir makine gibi işleyişine ve Berlin’in kendisine odaklanır.