Bu ayki dosyamızda sizlere Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Avrupa’da ortaya çıkan bir sanat akımının, sürrealizmin sinemadaki yansımalarından örnekler sunmak istedik.
Sürrealizm, Türkçe adıyla gerçeküstücülük akımı (ya da kimilerinin verdiği isimle üstgerçekçilik) Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkım, kaos ve vahşet ortamına karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Aralarında Andre Breton, Paul Eluard, Salvador Dali, Robert Desnos, Louis Aragon, Rene Magritte, Rene Char gibi çoğunluğu Paris’te yaşayan yazar, şair ve ressamların bulunduğu bir grup genç sanatçı, savaşın ve savaşa neden olan akılcı tutuma tavır almış, mantığın egemenliğinden kurtulan, aklın ve düşüncenin denetimini yıkan, ahlakçı tavra düşman, düşlere ve bilinçaltına eğilen, masalsı ve çocuksu olandan yararlanan, kendini imgelemin sınırsız özgürlüğüne teslim eden bir sanatı savunmuşlardır. Başlangıçta resim ve edebiyat alanında etkin olan sürrealizm zamanla sinema, fotoğraf, tiyatro gibi birçok sanat alanını derinden etkilemiştir. Sürrealizm bugün bir akım olarak ortaya çıktığı dönemdeki kadar etkin ve aktif değilse de, hem edebiyatta hem görsel sanatlarda hem de sinemada hâlâ etkisini sürdürmektedir. Seçkimizde sürrealizm akımının sinemadaki en has örneklerinin yanı sıra, bütünüyle sürrealist olmayan ancak sürrealizmden yoğun şekilde beslenen, içinde gerçeküstücü öğeler barındıran, irrasyonel ve düşsel olana kucak açmış, düşünceyi ikinci plana atarak otomatizmden yararlanan bazı filmleri de dâhil ettik.
Keyifle okumanız dileğiyle.
*Filmler alfabetik sıraya göre dizilmiştir.
Aaahh Belinda (Atıf Yılmaz, 1986)
Serap, kendi ayakları üstünde durup özgürce yaşayan, haliyle “feminist”, sevgilisiyle rahat ama zaman zaman geleneksel kıskançlıkları da elden bırakmayan geleceği parlak genç bir tiyatro oyuncusudur. Naciye, evli-iki çocuk annesi, gündüzleri bankacı geceleri kocasının ve ailesinin hizmetçisi, kaderini kabullenmiş genç bir kadındır. Serap, bir gün ekstra para kazanmak için tüm entelektüel eleştirilere karşın bir şampuan reklamında oynamayı kabul eder. Naciye, banyoda saçlarını şampuanlarken birden içinde bulunduğu hayatın kendisininki olmadığını fark eder. Serap, bankada tiyatro oynamaya başlar. Yok, hayır! Naciye aile pikniğinde rakı içer… Öykümüz iki paralel reenkarnede ilerlerken Serap’ın bu kötü kabustan uyanması için sabırsızlanır, Naciye’nin yaşadığına isyan edip gerçek mutluluğu tatmasını arzularız. Ancak gerçek mutluluk için kaç reklam arası daha bekleyeceğimiz belirsizdir.
’80 İhtilali döneminin hemen ardından iyiden iyiye kapitalistleşmeye başlayan ülkemizin bambaşka hallerini gözler önüne seren film, reklam kuşaklarıyla uyuşturulmaya henüz başlamış olan beyinlerimizi, çapraşık aile değerlerimizi ve Asiye’nin/Naciye’nin neden hiç bir zaman kaderinden kurtulamayacağını tekrar tekrar gözümüze sokarcasına anlatır. Serap’a tümüyle gerçeküstü gelen bu hayat, Naciye’nin gerçeğidir ve ne yazık ki tüm çilesi bir rüyadan ibaret değildir. Atıf Yılmaz’ın Türk sinemasındaki ender sürrealizm örneklerinden biri olarak değerlendirebileceğimiz “Aaahh Belinda”nın yaratıcı senaryosu Barış Pirhasan’a aittir. (Aysan Sulu)
Brazil (Terry Gilliam, 1985)
Terry Gilliam’ın fantastik filmlerinden gittikçe sürrealizme doğru ilerlemesinin ilk ürünü olarak sayabileceğimiz Brazil, 20. Yüzyılın bilinmeyen bir döneminde bilinen mekanlardan bağımsız distopik bir dünyada geçer. Bilgi Ortaya Çıkarma(!) Servisi’nde terfi bekleyen Sam için anlamsız ve tekdüze hayatının biricik parıltısı geceleri rüyasında İkarus’a dönüşüp özgürce uçarak aşkının peşine düştüğü zamanlardır. Rengarenk görünümlü ama tümüyle köhnemiş bir düzende, devlet baskısı ve bürokrasi arasında sıkışmış zorunlu hayatlarını yaşayan bu dünya insanlarının, her anları dikizlenen motorize yaratıklar olmaktan başka bir seçenekleri de yoktur.
George Orwell’ın 1984 adlı romanına bir saygı duruşu biçiminde ilerleyen öykü, gerçeküstü bir dünyada kahramanımızın bilinçaltının ayrıntılarını bize sunarken tam anlamıyla rüya içinde rüya örgüsüne dönüşür. Sam’in hayallerinin prensesi gerçek hayatta başıboş bir devrimci olarak karşısına çıkarken, kendisinden başka düzene karşı duran tek kişinin de tüm olayları başlatan yasadışı tamirci/mühendis bir vatandaş olması kahramanımızı gerçeklikten tümüyle uzaklaştırır.
Terry Gilliam’ın hem kendi hayatından hem de yakın dostlarının hayatından izler taşıyan senaryodaki bir çok unsur, yönetmenin daha sonraki bir çok sürreal çalışmasında (The Fisher King (1991), 12 Monkeys (1995), The Imaginarium of Doctor Parnassus (2009)) farklı karakterlerle yeniden karşımıza çıkarak her birinde bizi daha da etkiler. (Aysan Sulu)
Delicatessen (Jean-Pierre Jeunet, 1991)
Jean-Pierre Jeunet’nin yeni milenyumu karşılaması, iyi ‘amel’ peşinde bir cins-i latif hikayesi ile* olmuştu. 90’ları karşılayışı için lakin aynı şeyi söylemek mümkün değil. Yönetmenin 1991’de Marc Caro ile çektiği Delicatessen; post-apokaliptik, maskülen ve etobur. Çıplak bir sistem eleştirisi,diğer bir deyişle.
Kıyametten sonra kıtlık baş göstermiş, paranın yerini takas almıştır. Palyaço Louison işsiz kalınca kasap çırağı olur. Dükkanda satılan et insan etidir ve çıraklardan tedarik edilmektedir.
Et yiyen, insan tüketen sistemin kırmızı tonları, dükkanın ve apartmanın her köşesinde karşımızda çıkar. Dünya koca bir ağza dönüşmüştür. Arada Louison gibi özgür ruhlar mavi renkle ifade edilir. Kırmızı ve klostrofobik bir distopi içinde, yine de gülümseyerek ilerlediğiniz hikaye kasabın her an izleyiciyi yemeye hazır yakın plan suratı ile; korkuların vücuda gelmiş hali gibidir. Yine de sakin ve nazik maviler bizim için hala umut olduğunu ima eder.
*Amelié (2001) Jeunet’e Cesar En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandırdı; aldığı birçok ödülün yanı sıra. (Büte Kıraşı)
Eraserhead (David Lynch, 1977)
Her sanatçı ilk işlerinin yıllarca, hem de dünya çapında izlenmesini ister mi bilinmez. Eğer bu, bir sanatçı için onur kaynağı ise, David Lynch epey memnun olmalı. Eraserhead, Lynch’in ilk uzun metrajı. Gazete dağıtarak, prodüksiyondaki arkadaşlarının hibe ettiği maaşlarıyla, binbir zorlukla, ama ille de otoriteye kafa tutarak, ille de istediği derecede bağımsız kalarak çektiği ilk filmi.
Henry kendi halinde, hiçbir şeyi sorgulamadan yaşayan bir adamdır. Ne öğrenir ne de karşı çıkar. Fakat doğa buna izin verecek kadar düzen yanlısı değildir. İnsan imalatı tavuklar miniciktirler ve kanarlar; kız arkadaşının doğurduğu bebek Henry ‘nin ağzından fırlayan bir spermazoiddir. Rüyasında kafası ola ola bir silgi fabrikasına hammadde olur, uyanınca bebeğinin kundağını kesmek ister, bebeği rüyasında gördüğü gezegene dönüşür. Rüya ve gerçek arasında, hiç sormadan savrulur Henry, uyum sağlaması hiçbir şeyi çözmez.
Lynch korkmasa, biz de bu kült filmleri izleyemeyecektik. Garip bir aileye girmek, komşusu gibi olmayacak birini yalnız başınayken hayal etmek kendisini korkutmasa, ya da kızı Jennifer ortopedik bir sorunla doğmasa, bir şehirde ucuz standartlarda yaşamanın bedeli iğrenç bir sanayi mahallesinde ömür çürütmek olmasa ya da, Lynch rahatsız olmayacaktı. Yani belki de en güzeli böyle. (Büte Kıraşı)
Holy Motors (Leos Carax, 2012)
“Bir başkasının ölümünü seyretmek kadar hayat dolu bir başka şey daha yok.” Leos Carax
Dahil olduğumuz ve edildiğimiz oyunların içinde üzerimize yapıştırılan bütün etiketlerin hakkını vermemiz adil ya da gerçekçi bir beklenti sayılmaz. Hem oğul hem baba, hem okuyucu hem yazar, hem izleyici hem yönetmen, hem katil hem maktul olmak kolay değil. Carax bizi rol çatışmasıyla yormak istemediğinden olsa gerek (ne de olsa her şeyden çabucak sıkılıyoruz) beyaz bir limuzinin içine 9 canlı bir kedi koyuyor. Size düşen o kedinin tüm ölümlerine tanıklık etmek diyor. Tabii o kediyi kendinizden, ölümleri de birbirinden ayrı tutmayı başarabilirseniz…
Carax’ın iç içe geçirdiği gerçeküstü hikayeler mekanik bir evrende birbiri ardına medeniyetinize saldırıyor. Sancısı uykunun rem döneminde yön verilebilen; ama bir türlü son verilemeyen bir kabus hissi uyandırmasından kaynaklanıyor. Uyandığınızda yıllardır nasıl bağlayacağınızı bilmediğinizden tamamlayamadığınız hikayenizin aradığı cevabı bulduğunuzu düşünüyorsunuz. (Soner Yıldırım)
L’age D’or (The Golden Age, Luis Bunuel, 1930)
Sürrealist sinemanın kurucularından olan Luis Bunuel’in ünlü ressam Salvador Dali’yle gerçekleştirdiği son ortak çalışması L’age D’or’da keskin bir dille burjuva düzeni anlatılır. Bir türlü kavuşamayan iki aşığın öyküsünü temel alan film, din ve üst sınıf arasındaki gerilime odaklanır. Bunuel’in henüz ikinci filmi olmasına rağmen sembollerle ve alegorilerle dolu çetrefilli, olgun bir üslup sergiler. Sürrealist sinemanın da amentüsünü oluşturur. Yataktaki inek, belgeselci bir dille anlatılan akreplerin yaşamı (ve akreplerle burjuvazi arasında kurulan bağlar) ve de zengin malikanenin salonundan geçen at arabası gibi gerçeküstücü göstergeler fazlasıyla mevcuttur filmde.
L’age D’or, toplum eleştirisini sivri oklarla yapar. Burjuvazinin kendinden önceki tüm sınıfları çökerttiğini ama aynı zamanda bir diğer önemli kurum olan din ile bir türlü uzlaşamadığını (birbirine bir türlü kavuşamayan aşıklar olduklarını), alt sınıfın da bu uzlaşısızlığın ceremesini çektiğini söyler. Gösterildiği dönemde hayli tepki toplamış olan film, gösterimden hemen kaldırılmış, muhafazakar kesimlerce protesto edilmiş ve 1979 senesine kadar da sinematekler ve film festivalleri haricinde hiçbir sinema salonunda gösterilmemiştir. Bunuel’in sadistik ve keskin bakışının kaynağını onun Marquise de Sade’e duyduğu hayranlığa yorabiliriz. Öte yandan Marksist bir sınıf çatışması şablonu çizerek gelenekçi ve tutucu kesimlere olan öfkesini sadece bu filmle dile getirmeyecektir.
L’age D’or, gerçeküstücü Bunuel sinemasını merak edenler için iyi bir giriş niteliğinde, gerçek bir klasiktir. (Emrah Öztürk)
L’atalente (Jean Vigo, 1934)
Gerçeküstücü sinemanın sözcüsü kabul edilen Andre Breton bu akımı şu cümleyle açıklar: “Gerçeküstücülük düşlerin düşüncenin denetiminden bağımsız sınırsız gücü içinde, şimdiye kadar ihmal edilen çağrışımın belirli biçimlerinin üstün gerçekliğine inanmaya dayanır.”
Realist bir dünyada gerçeküstü arzularla bezenen bir aşk hikayesine tapınan L’atalante birçok bakımdan Breton’un tanımının romantizmle somutlanışıdır. Esasında bir şiirsel gerçekçilik eseri olan filmin sürrealizmle olan bağlantısının kodları ise Jean Vigo’nun sinemayla olan ilişkisiyle birlikte anlam kazanır. Bir sinema şairi olarak anılan Vigo, biri kısa biri uzun metraj iki tanecik filmiyle avantgarde sinemaya mehilsiz etkiler bahşederken sinemasının uzantıları arasında sürrealizme de yer vardır. Nitekim Jean Vigo, gerçeküstü film yapımının başlıca patronu olarak anılan Vicomte de Noailles’ten de kuvvetli bir destek almıştır. Özellikle L’atalante’nin büyüleyici sualtı sahnelerinde açığa çıkan bu gerçeküstü dokunuşlar, duyguların kelimelere saf bir şekilde taşmasına en çok izin veren yazınsal tür olan şiire görsel bir tezahür olanağı tanır. (Soner Yıldırım)
L’Étoile de Mer (The Star Fish, Man Ray, 1928 )
Sürrealist akımın öncülerinden Man Ray’in, Robert Desnos’un La ‘place de l’etoile isimli şiirinden esinlenerek çektiği 1928 yapımı kısa filmi L’ étoile de mer, kırılgan bir aşk öyküsünü anlatır.
İki sevgilinin aşk öyküsüyle açılışını yapan filmde, bir arzu nesnesi olarak kadının yerini denizyıldızı alır. Robert Desnos’un bir kabare yıldızına olan aşkını simgeleyen denizyıldızı, filmde kadının erkeğe ayrılırken bıraktığı bir nesne olarak karşımıza çıkar. İdeal ulaşılamaz kadınla denizyıldızı arasında tuhaf bağlantılar kurulur. Bastırılmış cinsel isteğin denizyıldızıyla simgelendiği filmde, bir anlamda denizyıldızı kadının yerini alır. Keza filmde denizyıldızının bir dizi erotik yakın çekimi mevcuttur.
Kadının bedenine sahip olamayan erkekle kadının görüntüsüne ulaşamayan seyirci aynı noktada konumlandırılır. Filmde söylenenle gösterilen imaj birbirinden farklıdır ve kelime oyunları yapılır. Sürekli olarak güzelliğinden bahsedilen kadının imajı yerine, deforme olmuş görüntülerle karşılaşan seyircinin bu yöndeki beklentisi boşa çıkarılır.
Man Ray filmde görüntüleri var olan anlamlarından soyutlandırıp onları sürrealist sanatın bir temsili olarak yabancı bir bağlamda konumlandırır. Bu bağlamda gerçeklerle düşlerin iç içe geçtiği filmde, gerçeğin nerde başlayıp düşün nerde bittiğini ayırt etmek güçleşir. (Yasemin Kartal)
Orphee (Orpheus, Jean Cocteau, 1950)
Ünlü Fransız şair ve sinemacı Jean Cocteau’nün Orphee üçlemesinin ikinci filmi olan ve üçlemeye adını veren Orphee, kadim Yunan Mitolojisi’ndeki Orpheus söylencesinin güncel bir yorumunu sunarak ortaya sıradışı bir düş, alegorilere bezeli sürrealist bir film koyar.
Jacques Cegeste bir motosiklet kazasında ağır yaralanınca, Cegeste’nin dostu Prenses (Ölüm), Orphee’yi karakolda şahitlik ifadesi vermesi konusunda ikna eder. Orphee o arabaya binmemelidir ancak heyhat, biner ve bir anda ölüler diyarına dek uzanan kederli yolculuğu başlar.
Düşsel veya gaibi dünya ile gerçek dünya arasındaki geçişler aynalar ile yapılır filmde. Cocteau’nün oldukça yoğun bir şekilde kullandığı ayna sembolü de böylece bu filminde de kendine yer bulur. Yönetmene göre film, mitte anlatılan söylencenin kendince yapılmış serbest bir uyarlamasından başka bir şey değildir ve ‘öyle çok derin anlamları’ yoktur. Öte yandan Cocteau, kendi yaşamından izler taşıyan ögeleri alegorik kodlarla öyküye yerleştirerek ve dönemine göre yenilikçi olan efektler kullanarak gerçeküstücü sinemanın önemli yapı taşlarından birisine dönüştürmüştür Orphee’yi. (Emrah Öztürk)
Otesanek (Little Otik, Jan Svankmajer, 2000)
Bozena ve Karel çiftinin çocuğu olmamaktadır. Yıllardır anne olmanın hasretini çeken Bozena için anne olmak bir saplantı haline gelmiştir. Karel eşinin yüzünü güldürmek için kestiği bir ağacın kökünden bebeğe benzeyen bir heykel yontar ve Bozena’ya hediye eder. Eşinin masumane hediyesini fazla ciddiye alan Bozena, bebeğe benzeyen ağaç kökünü kundaklara sarar, altını pudralar, ağzına emzik takar ve kendini anne olduğuna inandırır. 9 ay boyunca herkese hamile rolü yapan Bozena eşinin yoğun ısrarlarına rağmen bu çılgın saplantısından vazgeçmez. 9 ay sonra ağaç kökü Otesanek canlanır ve önüne geleni yemeye başlayan bir canavara dönüşür. Doğa, dengesini bozmaya yeltenen, kaderine razı gelmeyen insanoğlundan intikamını almaya başlamıştır.
Sürrealist Çek sinemacı Jan Svankmajer’in bir masal kitabından sinemaya aktardığı Otesanek’in, Bunuel sonrası sürrealist sinemanın en has örneklerinden biri olmasının yanı sıra, insanüstü güçleri olan canavar mitini korku türünün araçlarıyla filmleştiren Frankenstein, Der Golem gibi korku klasikleriyle de benzer bir tarafı olduğunu söylemek mümkün. Otesanek korku türüne ait bir film olmasa da sürekli bebek gibi ağlayan ve giderek bir canavara dönüşen bu iştahlı ağaç dalının ürpertici bir yanı olduğu da şüphesiz. Bozena ve Karel çifitinin komşularının küçük kızı Alzbetka’nın Otesanek ile korkusuzca kurduğu yakın ilişki de Frankenstein ve Der Golem’de yine kız çocuklarının bu iki canavara duyduğu sempatiyi akla getiriyor ister istemez.
Svankmajer’in kısa filmlerinden aşina olduğumuz stop motion, çizgi film, kukla vb. animasyon tekniklerini bolca kullandığı Otesanek zengin alt metinleriyle izleyiciye gerçeküstü bir dünyanın kapılarını açıyor. (Burak Acar)
Suna No Onna (Woman in the Dunes, Hiroshi Teshigara, 1964)
Hiroshi Teshigahara’nın, Japon yazar Kobo Abe’nin aynı adlı kitabından sinemaya uyarladığı Suna No Onna, çöldeki çukur evlerden birinde mahsur kalan bir etimoloğun özelinde insanoğlunun doğasına ve varoluşsal problemlerine ayna tutan bir film.
Farklı böcek türleri üzerine araştırma yapan bir etimolog kente giden son otobüsü kaçırınca çölün ortasında mahsur kalır. Civardaki köylüler etimoloğa geceyi çöldeki çukur evlerden birinde geçirmeyi teklif ederler. Etimolog ip bir merdivenle indirildiği çukurdaki evde eşini ve çocuğunu kaybetmiş dul bir kadın tarafından misafir edilir. Ertesi gün çöldeki araştırmasına geri dönmek üzere evden ayrılmak isteyen etimolog, aşağıya inerken kullandığı ipin bıraktığı yerde olmadığını görür. Ve asıl film bundan sonra başlar, etimolog çukurdan çıkmak için türlü yollara başvurur.
Filmin ana teması, toplumdan kaçışı arzulamak üzerine kuruludur. Filmde her ne kadar sistemin bir parçasıymış gibi görünse de esasında sistem içinde kaybolmuş, yaşadığı topluma yabancılaşmış, yaşamın baskısından bunalmış birinin hayatın gerçek manasının ne olduğunu sorgulaması anlatılır.
Film gösterime girdiği yıl uluslararası arenada büyük yankı yankı uyandırmış ve Cannes’dan Jüri Özel Ödülü’yle dönmüştür. (Yasemin Kartal)
Taxidermia (György Palfi, 2006)
Politikanın insan hayatına sadece dahil değil, musallat da olduğu bir coğrafyada, üç devir boyu bir soy ilerler. Büyükbaba, baba ve oğlun hikayesi; György Palfi’nin Taxidermia’sını üç bölüme ayırır.
İlk bölümün lakabı ‘Sperm’dir. II. Dünya Savaşı’nda kimsesiz bir emir eri, Macaristan kırsalında görevli bir komutan ve ailesine hizmet eder. Bir gece komutanının eşiyle beraber olur fakat o gecenin eseri oğlu ona nasip olmaz: Er infaz edilir, bebek babasının değil komutan Kalman’ın soyadını alır. Gecenin sabahında askerin kucağında bir domuz vardır, bebek de domuz kuyruğuyla doğar ve kuyruk kesilir. Savaş döneminde cinsel ihtiyaçlar bastırılır, soy cinsel ihtiyaç ile başlar.
İkinci bölüm Kalman soyadını alan bebeğin yani Baba’nın hikayesidir; lakabı ‘Salya’dır. “Gulaş Komunizmi”ne sahip Macaristan diğer Doğu Bloğu ülkelerine oranla daha liberaldir, refah standardını daha yüksekte tutabilmiştir. Artık tüketmek makbul, düşünmek illa ki suç, spor tabii ki çok önemlidir. Obez Kalman yemek yeme şampiyonudur, kusma teknikleri geliştirmiştir. Baba’nın ihtiyacı olan şey tanınmaktır, bunun peşinde hayatının kadını ile tanışır.
Üçüncü bölüm “Kan”dır; Oğul’un hikayesi. Oğul ne şehvet, ne ün, ne de soyunu devam ettirme peşindedir. Hissiz ve yalnızlaştıran kapitalist dünya ile ciddi bir derdi vardır, oğlun bir şey peşinde olma lüksü yoktur. Değerlerin içi boşaltılmıştır, meslek edindiği taksidermide yaptığı gibi. Yavaş yavaş kendini boşaltır Oğul, içini doldurur, heykelleşir ve ölümsüzlüğe ulaşır.
(Büte Kıraşı)
The Holy Mountain (Alejandro Jodorowsky, 1973)
Sürrealist/avangard sinemanın en önemli temsilcilerinden olan Alejandro Jodorowsky’nin başyapıtı olarak kabul edilen The Holy Mountain, neredeyse her sahnesinde din, siyaset, savaş, kapitalizm, seks gibi konularda ağır eleştirilerde bulunarak, dini ve mitolojik referansları ekseninde tablo niteliği taşıyan gerçeküstücü görüntüler barındırıyor. Zengin alt metni, yoğun felsefesi ve psikodelik imgeleriyle kimilerine göre hayal gücünün doruklarında bir fantezi, kimilerine göre ise gerçek bir kabus olabilen film, kuşkusuz her izleyenin kendi bilgisine ve kültürüne göre farklı şekillerde yorumlayabileceği bir zihin egzersizi niteliği taşıyor.
Sinemada hayal gücünün sınırlarını zorladığı ve her türlü eleştirisini sert ve şok edici görsellerle dile getirdiği için, bazı kitlelerin Jodorowsky’i sette oyuncularla beraber “LCD” kullanarak bu filmi çekmekle itham ettiğini hatırlatalım, zira Jodorowsky aynı zamanda filmdeki “simyacı” karakterini kendisi canlandırmıştı. (Halil İbrahim Sağlam)
Tian Bian Yi Duo Yun (The Wayward Cloud, Tsai-Ming Liang, 2005)
2005 yılında ülkemizde Filmekimi kapsamında gösterilen Tian Bian Yi Duo Yun, Tsai-Ming Liang tarafından harmanlanan dram, komedi ve müzikal sahneleri sürreal ögeler ile bezenmiş sıkı bir pornografi eleştirisi. Tayvan’da gerçekleşen su sıkıntısı üzerine televizyonlar, suların stoklanmasını ve yerine karpuz suyu içilmesini önerir. Bu noktadan sonra “karpuz”, cinsel birleşmeden şemsiyelere kadar insanların hayatına nüfus etmeye başlar.
Tsai-Ming Liang, 2001 yapımı What Time is it There? filmindeki karakterlerinin yaşamlarını aynı oyuncularla bu filmde tekrar kesiştirerek baştan sürreal bir doku kuruyor. Karpuzun egemen olduğu bir seks sahnesiyle açılan film, henüz başında yaşatmış olduğu gerçeküstücü şoku filmin tamamına yayıyor. Birdenbire filmin beklenmedik yerlerinde karşımıza çıkan oldukça renkli ve sürreal müzikal sahneler, pornografi eleştirisini mizahi yolla yumuşatıyormuş gibi gözükse de, sert ve beklenmedik final sahnesi filmin tavrını net bir şekilde ortaya koyuyor. (Halil İbrahim Sağlam)
Uccellacci e uccellini (The Hawks and the Sparrows, Pier Paolo Pasolini, 1966)
Uçsuz bucaksız bir yolculuğa koyulan baba ve oğul, varoluştan ölüme, dinden politikaya kadar birçok ciddi meseleyi ciddiyetsiz bir derinlikte ele alır Pier Paolo Pasolini’nin Uccellacci e uccellini’sinde. İtalya’nın en meşhur komedyenlerinden Antonio De Curtis’i başrole yerleştiren yönetmen hiçbir şeyin gülmek kadar ciddi olmadığını dile getirmeye hazırdır. Filmin ana karakterlerinden biri baba-oğulun arasına fütursuzca karışan geveze bir kargadır ki hem filmin sürrealist taraflarının su yüzüne çıkmasında hem de hikayenin en ikircikli dolambaçlarında karşımıza çıkan o olur.
Alt metinleriyle bugün bile tartışılmaya devam eden yapımın sürrealizmle olan bağı konuşan bir kargadan ibaret değildir elbette. Dönemin gündemini eleştiriyi yağmuruna tutan film masalsı anlatısı kadar (ki bu anlatı seçimi, didaktikliğiyle Pasolini’nin adalet ve eğitim konularındaki söylemlerini mükemmel bir biçimde tamamlar) alegorik göndermeleriyle de gerçeküstücülüğe hizmet eder. Ve bunu yaparken – tıpkı Buñuel’in Los Olvidados’ta (1950), Vittorio De Sica’nın Miracle in Milan’da (1951) yaptığı gibi – sürrealizmin ıslak ayaklarını neorealizmin kor gerçekleri üzerinde yürüten bir etkiye gark eder. (Soner Yıldırım)
Un Chien Andalou (Luis Bunuel, 1929)
Luis Bunuel’i gerçeküstücü sinemanın atası olarak nitelemekte bir sakınca yok sanıyorum. 50 yıla yaklaşan sinema kariyerinde sinemaseverlere birbirinden kıymetli pek çok başyapıt armağan eden Bunuel’in, senaryosunu Salvador Dali ile birlikte yazdığı bu ilk filmi aslında bu iki ismin birbirlerine anlattığı rüyalar sonucu ortaya çıkan bir film. Bunuel, Figueras’a Dali’yi ziyarete gittiğinde, düşünde ayı kesen ince uzun bir bulutla, gözü ortasında yaran bir ustara gördüğünü anlatır. Dali de Bunuel’e bir gece önce rüyasında karıncalarla dolu bir el gördüğünden söz eder. İkilinin gördükleri rüyalardan yola çıkan film, mantıksal zemini alaşağı etmesi, tümüyle irrasyonel düşlerin ve görüntülerin hâkim olması, zamansal ve kurgusal bir devamlılığı barındırmaması gibi yönleriyle gerçeküstücü sinemanın ilk ve en önemli filmlerinden biri olarak kabul edilir.
Sekans aralarına 8 yıl önce, 16 yıl sonra, gece yarısı saat 3 gibi geçişler koyarak izleyicisine sanki anlamlı bir hikâye kurgusu izlediği illüzyonunu yaratan Un Chien Andolu, aslında başından sonuna tıpkı bilinçaltında görülen bir rüya gibi zamansız, akıl dışı, psikolojik, kültürel ya da mantıksal açıklamalara müsaade etmeyen bir yapı ortaya koyar. Bunuel’in filmi bugün bile sürrealizm denince akla gelen ilk sanat yapıtı örneklerinden birisi olma özelliğini koruyor. (Burak Acar)
Harikasınız,bu tarz çalışmalarınıza bayılıyorum.
Her filme türkçe ulasmak çok zor,ne yapmalıyım.
Filmler üzerine kurs gibi bi çalışma yapsanız muhtesem olur.
Jodorowsky’nin sürrealizmi konu alan bir çok filmi var. Liste genişletilebilir bence