30.Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali ulusal yarışma seçkisindeki on bir filmden biri olan ve festivalden En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü ile ayrılan Suyun Üstü filminin yönetmeni Aslıhan Ünaldı ile söyleştik. Prömiyerini Adana Altın Koza Film Festivali’nde yapan Suyun Üstü, festivalin son ulusal yarışma filmi olmasına rağmen ilgiyle karşılanan filmlerden biri oldu. İlk kurmaca filmini adeta ilmik ilmik dokuyan Aslıhan Ünaldı’ya hem Suyun Üstü hem de nice film projelerinde yolunun açık olması dileklerimizi iletiyoruz. Keyifli okumalar…
Öğrenciyken çektiğiniz kısa metraj Razan (2006) ile sinema alanında üretmeye başlıyorsunuz. Dile kolay tam on yedi yıl olmuş. Ve ilk uzun metraj kurmaca filminiz ile 30. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin ulusal yarışma seçkisinde yer alıyorsunuz. Tabii bu on yedi yıllık süreçte birçok başarılı belgesele imza atıyorsunuz. Bir de tüm bunların yanında devam eden akademik bir kariyer de söz konusu anladığım kadarıyla. İşin özü ilmik ilmik dokunmuş ve bugünlere gelmiş bir kariyer söz konusu. Bize biraz kendinizden, gittikçe daha da olgunlaşan yönetmenlik ve senaristlik kariyerinizden, hocalığınızdan (bu ayrıca bir başarı öyküsü bana kalırsa) bahseder misiniz?
Evet, ilk kısam Razan Rotterdam’da prömiyerini yaptı. Güzel bir başlangıçtı. Ardından hemen birkaç uzun metraj yazdım ama gerçek şu ki yabancı bir ülkede, göçmen bir kadın olarak bir kariyer kurmak kolay değil. Sıfırdan başlıyorsun ve vakit alıyor. Baktığında Amerika’da çalışan yönetmenlerin yüzde seksen beşi erkek; yabancı yönetmenler ise bir elin parmağını geçmez.Uzun metrajlara fon bulma bekleyişleri devam ederken belgesele yöneldim. Neticede iki formda da görsel hikâye anlatıyorsun ama belgeseli daha az imkânla da çekebiliyorsun. Belgesel çekmeyi, kameramla farklı dünyaların içine girmeyi seviyorum.Diğer yandan senaryo danışmanlığına yöneldim. Eskiden beri arkadaşlarım bana senaryolarını okuturlardı. Bu durum zamanla profesyonel bir işe dönüştü. Ortak yazarı olduğum bazı senaryolar çekildi, örneğin Crystal Moselle’ın yönettiği Skate Kitchen (2018) filmini Sundance’de açtık, Magnolia tarafından dünyada sinemalara dağıtıldı.
Bunun yanı sıra üniversitede ders vermeye başladım ve bundan müthiş keyif alıyorum. Gerek New York üniversitesi gerekse Columbia’nın yüksek lisans programları, Amerika’nın en iyi film programlarındandır. Öğrencilerim çok yetenekliler. Meslektaşlarım arasında Spike Lee, Todd Solondz gibi yönetmenler var. Ben zamanında Spike Lee’nin asistanlığını da yapmıştım, onunla New Orleans’da belgesel çekmeye gitmiştim. Şimdiyse birlikte aynı departmanda hocalık yapıyor olmak çok gurur verici. Geri verme tarafı da var işin. Senenin başında yazmaktan korkan, “Ben yazamıyorum!” diyen bir öğrencinin, sene sonunda uzun metraj senaryoyu bitirmesi, “Senin sayende yazar oldum!” demesi inanılmaz tatmin edici. Bana “Senaryom Sundance’e girdi, teşekkür ederim” dediklerinde hissettiğim mutluluk, kendi filmlerimi yaparkenki ile kıyaslanır.
Yanılmıyorsam Son Sürat İstanbul (2011) belgeseliniz ile ilgili bir TV kanalına verdiğiniz röportajınızda bir kurmaca filmin hazırlığından bahsediyorsunuz. Bahsettiğiniz Suyun Üstü (2023) mü? Fikir on iki yıl önce mi doğdu? Bize filmin yolculuğunu anlatır mısınız? Filmin fikri nasıl doğdu? Bu fikir ne kadar zamanda, nasıl olgunlaştı?’
O röportajda bahsettiğim senaryo muhtemelen Site/Gated idi; İstanbul’da lüks bir sitede hizmetli olarak çalışan Moldovalı bir anne ile aynı köyden gelen ve Laleli’de pavyonda çalışan daha genç bir kadının ilişkisini anlatıyordu. Senaryo, o esnada Berlinale, Selanik gibi önemli bazı ortak yapım platformlarında geliştirmeye alınmıştı. Kim bilir belki bir gün dönebilirim o hikâyeye. Suyun Üstü fikrinin doğması ise şöyle: Benim babam denizci, yani Deniz Harp Okulu mezunu ve deniz kuvvetlerinde hizmet verdi. Ben lisedeyken, ailecek yazları bir haftalığına, ufacık bir tekne kiralayıp yelkene çıkardık. Hem en güzel anılarımız hem büyük kırılmalarımız orada yaşanmıştır. Fikir de buradan çıktı; kaçacak yer olmayan bir alanda, aile bireylerinin birbiri ile yüzleşmesi dramatik anlamda enteresan bir temel oldu. Ayrıca o bölgeye aşığım; Fethiye, Göcek kıyıları benim için çok değerli. Kleopatra Hamamı olsun, Gemiler Adası olsun, buraların doğal ve tarihi güzellikleri iyice bozulmadan görüntülemek ve insanlarla paylaşmak istedim. Senaryoyu ilk defa film okulundayken iki kız kardeşe odaklı bir kısa film olarak yazmıştım. Uzun yıllar sonra, yönetmen bir arkadaşım “O, teknede geçen ne güzel bir hikâyeydi, ne oldu ona?” diye sordu. Bulup çıkardım ve uzun metraj olarak yeniden yazdım. Kardeşlerin yaşı büyüdü, biri evlendi, baba gazeteci oldu, güncel sosyo-politik meseleler eklendi. Uzun lafın kısası soruda bahsettiğiniz olgunlaşma süreci bayağı uzun oldu. Başka bazı senaryoların geliştirme/fonlama süreci uzayınca askıya aldığım oldu ama bu senaryodan hiç sıkılmadım, demek ki gerçekten anlatmak istediğim bir şey varmış.
Film ile ilgili detaylar üzerine konuşmaya geçmeden önce konusunu bizzat yaratıcının kendisinden dinlemek isteriz. Suyun Üstü, ne anlatıyor ya da ne anlatmayı hedefliyor?
Filmi görmemiş okuyucular için konusunu özetleyerek başlayayım: Gazeteci babası Yusuf, siyasi yazıları nedeniyle hapis tehdidiyle karşı karşıya kalınca, Zeynep Amerikalı eşiyle birlikte Türkiye’ye döner ve parçalanmış ailesiyle Ege kıyılarında son bir yelken seyahatinde bir araya gelir. Suyun Üstü temelinde basit ve evrensel bir hikâye anlatıyor: Birbiriyle yeniden bağlantı kurmaya çalışan dağılmış bir aile… Birbirimizi ne kadar çok sevsek de nasıl incitebildiğimize dair. Kabul etmek ve affetmekle ilgili aynı zamanda. Film bir aile dramasını merkeze alıyor olsa da tematik olarak hikâyeyi, günümüz Türkiye’sinin zeminine oturtuyor. Giderek muhafazakârlaşan bir toplum içinde marjinalleşen liberal kesimin dinamiklerini yansıtıyor. Benim işlerim genelde kadın karakterlere odaklı olur. Aynı zamanda büyük ve karmaşık sosyo-politik olayların bireylerin özel hayatlarına, küçük hikâyelerine etkisini irdelemekle ilgilidir. Evlilik, boşanma, cinsellik gibi kişisel konuların yanı sıra göç, sınıf çatışması ve adalet gibi toplumsal meseleleri, üç nesil kadın karakterin bakış açısından ele alan Suyun Üstü, ülkemizin ruhuna kendine özgü bir perspektif sunmayı hedefliyor diyebiliriz. Dramatik açıdan da bir tekne seyahati sırasında yeni sırların ortaya çıkması temeli ile seyircinin ilgisini baştan sona devam ettirecek bir gerilim yaratmak istedim.
Genellikle genç yönetmenler, ilk işlerinde daha çok en iyi bildikleri yerden yani kendi hayatlarından yola çıkarlar. Hatta kimi zaman başkarakterle çok büyük ortaklıkları olur. Tabii bu aslında çok anlaşılır bir tercihtir. Çünkü film çekmek kadar riskli bir işi en az hata ile bitirmenin en anlaşılır tercihi bilinen ve bilindiği için de daha güvenli yerden beslenmektir. Suyun Üstü’ne baktığımızda da en önemli karakterlerden biri olan Zeynep’in New York’ta yaşadığı ve belgesel sinema ile ilgilendiği anlaşılıyor. Sizinle Zeynep karakteri arasında nasıl bir bağlantı var. Zeynep ne kadar siz?
Bir yazar olarak bütün materyaliniz kendi deneyiminiz. Kendi bildiğinizden yola çıkıyorsunuz, onun üstüne hayal gücünüzü, gözlemlerinizi ve yazma becerinizi ekliyorsunuz. Milan Kundera’nın bir kitabında tam hatırlayamasam da “Bütün karakterlerim kendi hayatıma dair gerçekleşmemiş olasılıklardır” gibi bir cümlesi vardı. Gerek yaşarken gerek yazarken hepimiz ancak kendi deneyimimiz üzerinden anlayabiliyoruz hayatı. “Zeynep” karakterinin kendimden yola çıktığım yönleri var tabii ama ekrandaki hali ile bana çok da benzemiyor aslında. Zaten yazma sürecinde karakter değişiyor, kendinden ya da tanıdığın kişilerden ilham alsan da bir dramaturji içerisinde işlemesi lazım karakterin. İki saat içinde en az 10 yıllık kompleks bir hikâye anlatmaya çalışıyorsun, dolayısıyla da karakterleri bazı açılardan basitleştiriyor başka açılardan da abartıyorsun. Bütün bunların üzerine oyuncu -bu durumda Nihan Aker- karaktere kendi yorumunu getiriyor. Ortaya yepyeni, hibrit bir şey çıkıyor. İşin güzelliği de bu zaten! Öte yandan Zeynep’le meselelerimiz aynı. Bir kadının gözünden evlilik, cinsellik, sanatçı olmaya çalışmak, aile sorumlulukları ve bir şeyler ortaya koyma arzusu arasında bocalamak, göçmen olmak, iki kültür arasında sıkışmak ve bütün bunların yol açtığı duygudurum dalgalanmaları benim de boğuştuğum meseleler. Kısaca Zeynep için kafamdaki kişisel ve varoluşsal meseleleri kurcalamama yardımcı olan bir avatar diyebiliriz.
Kısa metraj ve belgeseller dahil olmak üzere filmografinizde kişisel hikâyelere değil toplumsal meselelere eğilmişsiniz. Yanlışsam düzeltin lütfen. Razan’da intihar bombacısı olma meselesini, Son Sürat İstanbul’da şehrin olumsuz anlamda hızla değişen yapısını ve bu nedenle de yaklaşan sorunları, bir video enstalasyonu olan Sınır Şarkıları’nda (2015) ise Suriye meselesi etrafında şekillenen birçok sorundan sadece birini ve Suyun Üstü’nde Yeni Türkiye’nin portresini perdeye yansıtıyorsunuz. En baştan bunu özellikle mi gözettiniz? Yoksa bu projeler doğalında bu şekilde mi şekillendi? Çünkü pekâlâ tüm bu toplumsal meselelerden azade işler yapıp daha güvenli sularda da yüzebilirdiniz. Zor olanı seçtiğinizi düşünüyor musunuz?
Üniversitede siyasi bilimler ve fotoğrafçılık okudum. Amerikan üniversitelerinde böyle kombinasyonlar mümkün olduğu için gitmek istemiştim zaten. Liseden beri politika ve sanat ilgi alanlarımdı, daha sonra bu ikisini en güzel birleştiren mecralardan biri olan sinemaya yöneldim. Yapmayı istediğim şey her zaman için kişisel ve toplumsal/politik olanı birleştirmekti. Toplumsal meseleler genelde soyut kalıyor. Ancak tanıdığımız birinin, ya da bir filmde iyi işlenmiş bir karakterin üzerinden anlatıldığında etkili oluyor. 4 milyon Suriyeli göçmen sadece bir istatistiktir. Ama şahsen tanıdığın tek bir Suriyeli arkadaşının yaşadığı sorun sana bir şeyler hissettirebilir, harekete geçirebilir. Bir de yurtdışında yaşadığım için yaşadığımız coğrafyaya olan önyargının fazlası ile farkındayım. Bu önyargıları yıkmak, beklenenin dışında bakış açıları, hikâyeler, gerçeklikler sunmak istiyorum. Razan’ı, 11 Eylül saldırılarından birkaç sene sonra çektim. New York’ta Araplara karşı büyük nefret vardı.18 yaşında bir Arap kadının gözünden çektim filmi; bütün ailesi Irak Savaşı’nda öldürülmüş, NYC metrosunu uçurmaya gelmiş fakat son anda tereddüt etmiş. O dönem konuyu bir canlı bombanın gözünden, empatik bir şekilde işleyen film neredeyse yoktu. Film çok ilgi çekti, Amerika’daki bazı festivallerde insanlar gözyaşları ile yanıma geldiler; “Bu açıdan hiç düşünmemiştim, teşekkür ederim!” diyenler oldu. Benzer anlamda şu anda Türkiye’ye çok tutucu bir ülke gözü ile bakılıyor, biraz da bu sebeple içinde şehirli, liberal karakterler, güçlü, özgür kadınlar olan, teknede geçen, cinsellik içeren bir film yapmak istedim. Kutuya konulmayı sevmiyorum. Kültürel indirgemelere baş kaldırmak lazım. Zor olanı mı seçtim bilmiyorum, ama kolay oldu diyemem.
Suyun Üstü, kısıtlı alanda geçen bir çekirdek aile draması. Ama bir yandan da film başından sonuna bir Türkiye panoraması resmediyor. Üstelik film, sadece Yeni Türkiye’ye de değil seksenlerden bu yana değişip dönüşen ülke tarihindeki kırılmalara mümkün mertebe parantez açıyor. Merak ettiğim şu ki; uzun zamandır gurbette yaşayan biri olarak süreci nasıl bu şekilde özümseyebildiniz? Nasıl bu meseleyi kendinize dert edindiniz? Dünyanın öbür ucunda da olunsa bu ülkenin dertleri görmezlikten gelinemiyor sanırım. Öyle mi? Filme yedirdiğiniz detaylarda burada yaşayan yakınlarınızdan destek aldınız mı? Zira örneğin akşam yemeği masasında komşu teknedeki adamın “Boş verin bu işleri!” çıkışı, her şeyden yılmış, bıkmış insan davranışı olarak daha içerden bir gözlem gibi. Özellikle son seçim döneminden sonra herkes biraz bu psikolojide. Siz ne düşünüyorsunuz? Yanılıyor muyum?
Öncelikle şunu söyleyeyim: Ben Türkiye’den kopmadım. Her önemli dönüm noktasında burada oldum: bütün önemli seçim dönemlerinde, toplumsal olaylarda, örneğin Suriye krizinde iki yaz boyunca Gaziantep’te çekim yaptım. Üniversitede eğitim verdiğim dönemlerde New York’ta yaşıyorum ve orada yaşamayı da seviyorum ama ben buraya aitim. Buradan besleniyorum ve her şeyden önce buranın meseleleri ile alakadarım. “Kısıtlı alanda geçen bir çekirdek aile draması” çok güzel bir özet! Aynen dediğiniz gibi filmde bir ailenin hikâyesi üzerinden bir Türkiye resmi çizmeye çalıştım. Filmde politik ve sınıfsal unsurlar önemli. Entelektüel ve eğitimli, daha liberal orta üst sınıfın yabancılaşmasını ele aldım. Aynı zamanda bu sınıfın bu yabancılaşmada oynadıkları rolü anlamaktan uzak hallerini de vurgulamak istedim. “Farkında değil misin? Biz buraya ait değiliz artık!” diye bir replik var filmde. Bu çevremde çok gözlemlediğim ve beni inanılmaz üzen bir duygudurum. Adana’daki gösterimimiz sonrasında yaptığımız söyleşide “suyun üstü/altı” metaforu konuşuldu. Bir seyircimiz filmin ve karakterlerin bir buzdağı gibi olduğunu, suyun üstünde görünen yanlarının yanı sıra; her birinin suyun altında kalan, görünmeyen dev meseleleri olduğunu söyledi. Bu benim çok hoşuma gitti, çünkü amacım zaten bunu ortaya koymaktı. Aynı şeyi film üzerinden ülkemize bir bakış gibi de ifade edebiliriz. Ben suyun altındaki çekimleri karakterlerin bastırılmış yanları olarak düşündüm ama belki ülkenin bastırılmış “id”i olarak da düşünebiliriz.
Biraz da karakter yaratımından konuşalım mı? Bütün karakterler olumlu ve olumsuz yönleriyle karşımıza çıkıyorlar. Beyaz ve siyah yerine gri bir alan karşılıyor seyirciyi. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Zeynep, insanları sorgulamayan, herkesin hayatına saygı duyan yapısının yanında bencilliğiyle de ön plana çıkıyor. Steve, her ne kadar iyi ve sadık bir eş olarak görünse de yabancıya karşı önyargılı olması gibi birçok yönüyle de rahatsız edici bir tona sahip. Yusuf, çok iyi bir eş ve baba profiline rağmen film boyunca ortaya dökülen geçmişteki hataları sebebiyle güven veremeyen bir karakter. Ali ise çok “namuslu” ve masum gözükürken kısa sürede seyirciyi ters köşe yapmayı başarıyor. Filmde belki biraz Yasemin’i ayrı tutabiliriz. Bilmiyorum… Belki Yasemin için de seyirci gri bir alan tanımlayabilir. Ama haksızlığa karşı durması, her fırsatta dürüstçe doğruyu konuşması, kimseye karşı önyargı beslememesiyle farklılaşıyor. Sizin nazarınızda nasıl? Karakter yaratımında nelere dikkat ettiniz?
Karakterlerin hepsi kusurlu; hepsinin zayıf yönleri, boğuştukları ikilemleri var. Amacım seyircinin bu zayıflıkları görmesi ve buna rağmen her bir karakteri anlaması ve empati kurabilmesiydi. Bence filmin, hatta sanatın, en önemli işlevlerinden biri de bu: Bilinçsizce yargılayacağımız “ötekiler”le empati kurabilmemizi sağlamak, bakış açımızı ve zihnimizi genişletmek. Filmi henüz görmeyenler için çok ayrıntıya girmek istemiyorum ama karakter yaratırken bütün karakterlerin başladıklarından farklı bir yerde bitmesini istedim. Örneğin; dediğiniz gibi, filmin başında tanıştığımız miço Ali ile sonundaki Ali birbirinden çok farklı, büyük bir yay çiziyor o karakter. Küçük kardeş Yasemin; asi, öfkeli bir genç kız olarak başlıyor ama filmin sonunda öfkesinde haklı olduğunu anlıyoruz. Çünkü ailedeki diğer karakterlerin bastırdıkları gerçeklerle yüzleşiyor. Yavaş yavaş bütün karakterlerin başta göründüklerinden farklı, hatta baştakinin tam zıttı yanlarının ortaya çıkmasını istedim. Bir yazar olarak, ki bu öğrencilerime de tavsiye ettiğim bir şey; senaryonun üzerinden her karakterin bakış açısından birer defa geçiyorum. Herkesin kendine ait bir dünyası var çünkü. Ve herkesin gözünden o dünya farklı görünüyor.
Karakter meselesini konuşmuşken oyuncu seçimine geçebiliriz belki. Özellikle kast seçimine başlamadan önce kafanızda belli olan hatta ve hatta karakteri özellikle o oyuncu için yazmış olma durumunuz var mı merak ediyorum. Filmin oyuncu seçiminin çok iyi olduğunu düşünüyorum. Özellikle de canlandırdığı Yasemin karakteri çok daha genç olmasına rağmen asla sırıtmayan ve çok iyi bir oyunculuk sergileyen Elit İşcan’ın adını anmak isterim. Ayrıca İşcan’ın kendi hayatında kadının toplumdaki yerine olan bakış açısı ve mücadeleci, sağlam duruşu ile Yasemin karakteri çok büyük bir uyum yakalamış. Siz tüm bu seçimleri yaparken bu detayları da göz önüne almış mıydınız?
Biz 2019’da Tribeca’dan aldığımız bir geliştirme fonunu kullanarak filme ön tanıtım amaçlı bir fragman çektik; Elit de projeye bu süreçte dâhil oldu. Araya pandemi de girince Elit, Yasemin karakteri ile iki sene geçirdi ve sanıyorum karakteri iyice tanıdı ve sevdi. Onun için yazmamıştım rolü ama Yasemin, Elit’i bulduğu için çok şanslıyım! Elit’in kendi hayatındaki aktivist tutumu da tabii ki filmin meseleleri ile örtüşüyor. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Elit’in ödül konuşmasındaki sansür karşıtı ve özgürlüğe yönelik verdiği anlamlı mesajlar da onun duruşunun bu filmle olan sinerjisinin bir yansıması. Kast kurma biraz evlilik gibi, her proje kendisine uyan oyuncuları çekiyor. Bağımsız filmde daha da geçerli bu. Bizim senaryoda her karakter önemli, belki bir yerde “ensemble” kast bile diyebiliriz. Elit’in yanı sıra, bütün oyuncularım çok yetenekliydi ve herkes müthiş bir iş çıkardı. Nihan Aker, Lila Gürmen, Eren Çiğdem, Oscar Pearce her biri projeye inandılar, tutku ve inançla yer aldılar. Ayrıca konuk karakterlerde sevgili Nazan ve Zafer Diper’i de anmak gerek. Her birine ve özellikle çok değerli kasting direktörüm Selim Bahar’a müteşekkirim. Bir isim daha anmam gerekiyor: Serhat Ünaldı, yani babam. Babam iyi bir denizcidir. O bahsettiğim fragmanı çekerken tekneye kaptanlık yaptı. Deneme amaçlı birkaç replik de vermiştim ona. Sonra fragmanda kullandık ve izleyenlerin güçlü tepkilerinden sonra filmde de onunla çalışmaya karar verdim. Bunun tabii sinemada bir geleneği de var; Bresson, Dardenne Kardeşler gibi. Ben ilk filmim Razan’da da amatör bir oyuncu ile çalışmıştım, Ahd Kamel, şimdi kendisinin ciddi bir oyunculuk kariyeri var. Uzun metraj film, kolay bir şey değil. Hiç oyunculuk yapmamış bir insanın deneyimli, profesyonel oyuncuların yanı sıra ve 70 yaşında böyle bir şeye kalkışması inanılmaz bir cesaret ister. Bu anlamda büyük hayranlık duyuyorum babama ve beraber unutulmaz bir deneyim yaşadık çekim sırasında.
Baba detayını bilmiyordum. Çok şaşırdım. Şahaneymiş. Zira ben de gerçekten baba karakterine hayat veren oyuncuyu daha önce görmemiş olduğuma şaşırmıştım. Çünkü oldukça iyi bir oyunculuk performansı sergiliyor. Ne mutlu size:)
Filmin meselelerine tekrar dönersek… Film biraz önce de konuştuğumuz gibi suyun üstünde her ne kadar bir aile draması gibi gözükse de suyun derinliklerinde çok fazla politik mesele barındırıyor. Kürt meselesi, mülteci krizi, özellikle gazeteci ve yazarlara uygulanan yoğun baskı, yargının bağımsızlığını kaybetmesi, kadının toplumdaki yeri, işsizlik ve daha nicesi… Tabii en önemlisi Yusuf karakterinin yaşadığı haksızlık, yargı sürecinde yaşanan adaletsizlikler filmin orta yerine yerleşiyor. Demokrasi ve insan haklarının tamamen bittiği bir ortamda ısrarla doğruyu söylemeye çalışan Yusuf karakterini yaratırken esinlendiğiniz bir adalet savaşçısı var mı? Yoksa şu an ülkesi dışında veya hapishanede olan birçok adalet savaşçısının bir bileşkesi mi Yusuf?
Bütün bu meselelere değinmek istedim. Ama bunu organik ve incelikli bir şekilde yapmayı hedefledim. Yakın çevremde Yusuf karakteri için esinlendiğim biri var; haksız yere yargılanmış, hapse girmiş ve hayatının en verimli döneminde birçok şeyini kaybetmiş biri. Ama burada elbette ki herhangi bir bireyden daha büyük bir meseleden bahsediyoruz. İfade özgürlüğüne yönelik baskılar beni hem bir sinemacı hem de bir vatandaş olarak derinden etkiliyor. Basının, sanatın ve ifadenin her türünün özgür olmadığı bir ülkede gerçek bir demokrasinin var olamayacağına inanıyorum. Suyun Üstü’nde, gazeteci babanın içinde bulunduğu çıkmaz ve bu çıkmazın ailesini etkileme biçimi, bizi en temel düzeyde etkileyen insani haklar üzerine daha geniş söylem için bir başlangıç noktası sunmayı hedefliyor.
Filmin hikâyesi ile ilgili pek tabii konuşulacak daha çok mevzu var. Ama filmin biçim anlamdaki başarısını da konuşmak isterim. Görüntü yönetimi kusursuz işliyor. Özellikle suyun üstündeki, içindeki çekimler oldukça etkileyici. Ayrıca o yazlık yer, sıcak, teknedeki kısıtlı imkânlar çok gerçekçi. Kuaförden fırlamış kadınlar değil karşımızdaki karakterler. Deniz suyuyla birbirine girmiş, kabarmış saçlar, akmış makyaj, terlemiş bedenler… Her anıyla abartısız gerçekten. Tabii bir film yapmak ekip işi günün sonunda. Bu nedenle görüntü yönetmeni Andre Jaeger, sanat yönetmeni Emine Özbakır gibi birçok ismi de burada anmak gerekiyor. Nasıl bir ekip çalışmasıydı? Yaşadığınız zorluklar oldu mu? Kurguyu Melih Kaymaz ile birlikte yapıyorsunuz? Bu süreçte ne gibi şeyler deneyimlediniz? Kolay oldu mu? Atmak istemeyip de kesmek zorunda olduğunuz çok fazla sahne oldu mu?
Filmin görsellerinden çok memnunum. Çok dar bir alanda -13,5 metrelik bir tekne- ve çok ufak bir ekiple çektik filmi. Gerek saç-makyaj, gerek kamera ve ışık açısından mümkün olduğu kadar doğal olmasını istedim. Andre eskiden beri iş birliği yaptığım birisi, çok iyi bir görüntü yönetmeni olmasının yanında, iyi bir steadicam operatörü. Estetik anlamda en başta bazı kararlar verdik: teknede her zaman el kamerası ve belgesele yakın akıcı, hareketli bir dil kullanma, karakterler çıkmadıkça kamerayı teknenin dışına çıkartmama, hep karakterlerle beraber o klostrofobik ortamda kalma ve aynı nedenle yakın çekim sahnelerin sıkça kullanılması gibi. Ayrıca ciltteki ter damlaları gibi dokusal detaylarla tenselliği arttırmayı hedefledik. Karada geçen bazı özel sahnelerde ise -Yasemin’in köyü keşfetmek amacıyla dolaştığı sahne gibi – daha şiirsel bir his yaratmak için steadicam kullandık.Görüntü yönetmenimiz ile tanıştın, oldukça uzun boylu biri ve o upuzun gövdesini daracık kamaralara sığdırması görülmeye değerdi! Bazı çekimlerde risk aldık; mesela Kleopatra Hamamı’nda Andre dizlerine kadar suyun içindeydi ya da tekne süratle yelken yaparken güvertede çekim yaptık. Güvenlik önlemlerimizi aldık tabii ki ve her şey yolunda gitti ama o anlarda ekipte tansiyon yüksekti. Emine, müthiş bir iş çıkarttı çünkü hem sanat yönetmenliği hem kostümü bir arada idare etti. Su altı çekimlerimizi, Gopro ile yardımcı yönetmenimiz Batu Erol yaptı. Böyle bir setti bizimkisi; herkes projeye inandı, canla başla çalıştı ve birden fazla iş yaptı. Mesela benim en sevdiğim sahnelerden birisi olan nar bahçesinde geçen sahnede, prodüksiyonda çalışan genç arkadaşımız Mehmet Ali Arslan oynadı. Bu anlamda gerçek bir “bağımsız” film Suyun Üstü. Keşke bir kamera arkası belgeselimiz olsaydı. Çünkü çok macera yaşadık; dramatik anlar da vardı, çok eğlenceli anlar da… Ekibin öğle yemeği arasında serinlemek için denize atlayabildiği bir setti. Birçoğu Suyun Üstü’nü ne zaman çekiyoruz diye soruyor bana. Melih Kaymaz ile kurguda beraber çalıştık, 6-7 aylık bir süreç, çoğu da Zoom üzerinden ekran paylaşarak. New York-İstanbul arasında 8 saat fark var ve Melih’in uyku düzeni bozuldu, çok teşekkür ediyorum ona emekleri için. Çok sevdiğimiz birçok sahneyi kestik; sahneler işlemediği için değil, film fazla uzadığı için. Örneğin bir demir atma sahnesi vardı, çekiminde inanılmaz zorlanmıştık, hatta denize pahalı bir mikrofon kurban verdik, ama sahne güzel oldu. Ne var ki filmin akışı için zorunlu bir sahne değildi. Onu kesmek içimizi acıttı ama “Kill your darlings”.
Son olarak da önce Suyun Üstü’nün festival ve vizyon yolculuğunu sormak istiyorum. Bundan sonraki durakları belli mi filmin? Suyun Üstü’nün yolculuğunu tamamladıktan sonra sıradaki projeniz belli mi? Ne kadar zaman sonra yeni filminiz ile tekrar sizinle buluşacak sinemaseverler?
Bir sonraki durağımızda, ekimin ikinci yarısında, Brezilya’nın en büyük festivali olan Sao Paulo Film Festivali’nde yarışmadayız. Hemen aynı hafta İspanya’da Mostra di Valencia var ve orada da yarışıyoruz. Valencia’nın heyecan verici bir diğer yanı ise; bu sene Sorrentino’ya onur ödülü vermesi. Yeşilçam’ın 70’ler seks komedileri üzerine kısa bir belgeselim var, yine Türkiye’ye dair farklı şeyler gösterme misyonum dahilinde yaptığım eğlenceli bir proje, bitmek üzere ama nerede ve ne zaman gösterileceği henüz belli değil. Yazmakta olduğum ve hakkında heyecan duyduğumuz birkaç proje var, umarım ki bir an önce yine sete girebilirim, seti özledim!
Film Hafızasına ve sana bu derin ve incelikli söyleşi için teşekkür ediyorum.
Asıl biz bu keyifli ve içten söyleşi için çok teşekkür ederiz. Suyun Üstü’nün yolu açık olsun. Ve umarız nice Aslıhan Ünaldı filmlerinde tekrar söyleşiriz.