“Nostalghia’nın senaryosunda, esas görevimden beni uzaklaştıracak herhangi bir fazlalığın ya da önemsiz bir ayrıntının yer almamasına çok dikkat ettim. Hedefim, dünya ve kendisiyle derin bir açmaza düşmüş, gerçeklik ile arzulanan uyum arasında denge kurmayı başaramamış bir insanın, yani salt vatanından coğrafi uzaklıkta bulunmasından değil, aynı zamanda varoluşun bütünüyle ilgili genel bir hüzünden kaynaklanan o özleme, nostaljiye kendisini kaptırmış bir insanın durumunu olduğu gibi yansıtabilmekti. Sonunda belli bir metafizik birlik ortaya çıkana dek senaryo bir türlü içime sinmedi.” ( Mühürlenmiş Zaman, Tarkovsky 181-182)*
Tarkovsky’nin her filmindeki varoluşla bütünleşme arzusu, bütünleşememenin getirdiği anksiyete, insanlar, kültürler ve hatta boyutlar arası kaçınılmaz uyuşmazlık, şüphesiz ki en çok Nostalghia’da (1983) belirgindir. Rusya ve İtalya, Meryem’e benzeyen Eugenia ve Rusya’yı temsil eden karısı, anlaşılma isteği ve imkânsızlığı arasında kalmış Andrei, Tarkovsky’nin adını taşımasının yanında, belki de tüm gurbetçileri, tüm anavatanlarını terk etmiş insanları hatırlatır. Nostalghia’yı çektikten sonra, Tarkovsky bir daha asla Rusya’ya geri dönmedi. Film çekebilmek için kendi ülkesinden para alamadı ve Sovyet Rusya Tarkovsky’nin filmlerini izletmemekiçin elinden geleni ardına koymadı. Hatta, Venedik Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü almasını bile engelledi. Bütün bunlara rağmen, filmde Andrei’nin anavatanına duyduğu yoğun ve kör edici özlemde yönetmenin hayatının son yıllarında Rusya’dan hem fiziksel hem ruhsal uzaklaşmasının ona verdiği acıyı görmek mümkün. Andrei, kültürler arası çevirinin imkânsız olduğunu düşündüğü için diğer insanlarla iletişim kurması, en azından dil üzerinden, mümkün değildir. Eugenia, Meryem’e ne kadar benziyorsa bir o kadar inançsızdır, Rusça bilse bile Andrei’yi anlaması mümkün değildir, Andrei de onu anlayamaz. İnsanlarla bağlantı kurmanın ötesinde Andrei kendi yaşamıyla, ölümüyle, geleceği ve geçmişiyle, en çok da şimdi olduğu hâliyle bağlanamaz— sadece filmin sonunda belki de “bir” olabilir.
Andrei’nin hissettiği bu bağlanamama hissi geçmişe, eve ve en fazla da kendi özüne duyduğu nostalji tarafından pekiştirilir, rüya ve gerçek arasında kalmış, evrenin özüne ulaşmanın düşüncesiyle kendi kafasında hapis olmuştur. Belki de bu anne karnından da öteye gitme, Tanrı’nın kendisini bulma isteğidir ve ancak yanında getirdiği imkânsızlıkla birlikte var olabilir. Bu da en çok otel odası sahnesinde belirgindir. Andrei yatağa yatar ve yağmur yağmaya başlar. Yağmur her zaman, ama özellikle Tarkovsky sinemasında, zamanı ve zamanın geçişini simgeler; zamanla birlikte değişimi, döngüyü, her şeyin birbirine dönüşmesini hatırlatarak zamansal ve mekansal sınırları yerle bir eder. Her şeyin birbirine girmesidir aslında. Bu hayal ve gerçek arasındaki sahne tam bir ustalık eseridir. Sinematik dilin en emsalsiz getirilerinden biri belki de farklı boyutları aynı anda ekrana koyabilmesidir, Tarkovsky’nin sinemaya ve varoluşa övgüsüdür bu sahne. Yağmur, odanın içini doldurur, ama aslında doldurmaz. Andrei rüya görüyordur, ama aslında görmüyordur. Andrei karısıyla uyuyordur, ama aslında tektir. Rusya’dadır, ama İtalya’dadır. Odanın duvarlarla çevrili, tanımlanmış sınırları içine yağmur suyu girmeye başladığı zaman, Andrei’nin anıları, rüyaları ve gerçekliği birbirine karışır; yani, mekan karmaşası bellek karmaşına yol açar, bellek karmaşası da mekan karmaşasına. Bu karmaşanın içinden çıkan da o “birlik”tir— sınırsız ve limitsiz bir zihin yolculuğudur. Odanın içine köpek girer, bu hayalin bir parçasıdır, Rusya kırsalının İtalyan otel odasına sızışıdır, aynı zamanda da ev özleminin Andrei’nin zihnindeki yansımasıdır. Yağmurun, köpeğin ve dışarıda cam kırılması seslerinin hepsi bir araya gelerek Andrei’yi Rusya’ya götürür. Mekan ve zaman yapı sökümle alt üst edilir, evrensel ve mantıksal yasalar yerine Andrei’nin bu kavramları deneyimleme şekli ön plana alınır.Bundan önceki sahnede Andrei’nin ülke sınırlarının yok edilmesi hakkında konuştuğu düşünülürse, bu sahnenin vermeye çalıştığı his son derece açık hâle gelir. Sınırların yok edilmesi, kültürlerarası çeviri gibi, imkânsızdır; en azından fiziksel bir boyutta. Fakat sinema, bu sahnede görüldüğü gibi, sınırları yok etme olasılığını ve bunun verebileceği hissi hatırlatarak, Andrei’nin hissettiği gibi bir nostalji vadeder. seyirciye. Andrei ancak bilinçler ve gerçekler-arası bir şekilde “bir” olabilir, başka insanlarla veya kültürlerle bağlanarak değil. Bu da şüphesiz ki gerçek bir “bir” oluş değildir. Yağmur için dönüşüm kolaydır, o bir şeyden başka bir şeye çevrilebilir, fakat diller ve insanlar için bu mümkün olmaktan çok uzaktır. Babil Kulesi’nden önceki gerçekliğe geri dönmek imkânsız, diller üstü bir anlayış artık çok uzaktadır. Fakat dil her şey değildir, kendi geçmişine, kendi parçan olan insanlara dönmek bile bağlılık getirmeyebilir— ne de olsa nostalji, sen döndüğün an biter, o zaman ise gerçek başlar. Belki de Andrei— ve Tarkovsky— bu yüzden Rusya’ya geri dönmezler. Dönseler bile anılarındaki ve yüreklerindeki Rusya’yı bir daha göremeyeceklerini bilirler.
*Tarkovski, Andrey. Mühürlenmiş Zaman. Agora Kitaplığı, 2008, pp 181-182.