Inside Out’un (2015) anlatısı, bir ailenin tek çocuğu olan Riley’nin yaşamına ve büyümesine odaklanır. İş koşulları nedeniyle aile, ikamet ettikleri Minnesota’dan San Francisco’nun yoksul bir mahallesine taşınmak zorunda kalır ve bunun sonucunda Riley’nin alışık olduğu yaşam tarzı dramatik bir şekilde değişir. Riley yeni bir okula gitmek, tanıdıklar edinmek ve en önemlisi en sevdiği hobisi olan hokeyden vazgeçmek zorunda kalır. Çünkü bu bölgede bu spor çocuklara açık değildir. Sonuç olarak, Riley henüz hazır olmadığı karmaşık bir değişim krizinden geçmektedir. Durum, gösterilen derin aile bağlarının eksikliği nedeniyle daha da karmaşıklaşır.
Pixar Animation Studio’nun ürettiği, dağıtımında Walt Disney Pictures’ın yer aldığı, çizgi roman-dramatik türdeki Amerikan animasyon film, animatör ve senarist Pete Docter tarafından psikolog ve nörologların yardımıyla yazılmış ve yönetilmiştir. Arka planında birçok öğretiyle yüklü olan hikâye, zihnimizde neler olduğunu (ya da olabileceğini) olabildiğince görsel bir şekilde açıklamaya çalışıyor. İnsanın gelişimi sırasında geçirdiği değişimler, duyguların nasıl etkileşime girdiği, hafızanın nasıl çalıştığı, fikirlerin ve kişiliğin nasıl şekillendiği gibi konuları sinematografik bir şekilde betimliyor.
Senarist Docter, 2009 yılında üçüncü uzun metrajlı filminin yapımına başlarken psikoloji dünyasında oldukça yaygın olan bir olaydan, kızı Ellie’nin kişilik değişimlerinden esinlenmiştir. Yapım için nöropsikoloji alanındaki uzmanlara danışmış ve Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nde sosyal etkileşim uzmanı olan ve “duyguların kişilerarası ilişkilere yansıdığını ve onlar tarafından önemli ölçüde yönetilebildiğini” vurgulayan Dacher Keltner ile birlikte çalışmıştır. Bu şekilde film, Keltner’in de belirttiği gibi, sadece çocuk izleyicilere değil, duygularımızın hayatımızda ne kadar etkili olduğuna dair genel bir bakış sunmaktadır. Genel anlamda Inside Out, duyguların ruh sağlığı için önemini ve bu duyguların çocukluktan itibaren kişiliğimizin gelişimi ve diğer insanlarla ilişki kurma biçimimiz için nasıl temel oluşturduğunu ortaya koyuyor.
Inside Out’un en etkileyici yönü, içsel iletişime yaptığı vurgudur. Birbirimizle nasıl etkileşimde bulunduğumuzu içeren kişilerarası iletişim kavramına hepimiz aşinayız, ancak içsel iletişim kavramı daha çok kendimizle nasıl ilişki kurduğumuz ve etkileşimde bulunduğumuzla ilgilidir. Psikolojik düşünce ekollerinin çoğu bu iki kavramın birbiriyle bağlantılı olduğu konusunda hemfikirdir. Çoğu zaman, iletişimimizin kişilerarası yönü, içsel süreçlerimiz üzerine kurulur veya bunlardan kaynaklanır.
Bu durum, filmde Riley’nin aile yemek masasında patlayıcı bir şekilde sinirlendiği sahnede çok iyi bir şekilde gösterilmiştir. Gözlemlenebilir kişilerarası davranış (öfke), duyguların (kaygı, üzüntü, tiksinti ve sevinç) birbirleriyle etkileşime girerek ortaya çıkan davranışsal patlamayı tetiklediği içsel bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkar. Dışarıdan bakan bir kişi için bu, sadece aniden ortaya çıkmış bir öfke patlaması gibi görünse de içsel sürece dair içgörü sayesinde bu davranışın ardındaki birikimi ve dolayısıyla anlamı anlayabiliriz.
Hepimiz duygu, düşünce ve davranışları deneyimleyen çok boyutlu varlıklarız. Hissederiz, düşünürüz ve yaparız. Davranışa vurgu yaparız çünkü çoğu zaman devam etmemiz gereken tek şey gözlemlenebilir, açık ve görebildiğimiz şeydir. Ancak, yüzeyin altında, perde arkasında veya ‘içeride’ meydana gelen duygu ve düşünce süreci, gerçek anlam ve anlayışın oluşturulabileceği bölgedir.
Inside Out bize içsel süreçlerin işleyişine dair bir fikir verir, bunu ilişkilendirilebilir ve tanımlanabilir bir şekilde gösterir. Duyguların temsili, her bir karakterin kafasının içinde, evrensel olarak benzerdir. Ancak aynı zamanda benzersiz bir şekilde farklıdır. Filmdeki karakterlerin ortaklığı, her birimizin bu karakterlerle özdeşleşmesine dayalı bir konuşma yapmamızı sağlarken aynı zamanda kendi benzersizliğimiz üzerine bir farkındalık uyandırıyor.
Film, Freud’un psikanaliz teorisinin ayrıntılı bir incelenmesiyle ortaya çıkan birkaç sütun üzerine inşa edilmiştir. Bu faktörlerden ilki, ruhun tezahürünün önceden belirlendiğini varsayan determinizm fikridir. Riley’nin duygularını ve hafızasını kontrol eden küçük bilişsel varlıklar olan yerleşik bir mekanizma tüm duygusal kalıpları doğrudan belirlediğinden filmin tamamı, bu kavram üzerine inşa edilmiş gibi görünüyor. Sonuç olarak, birey tarafından ortaya konan tüm eylemlerin nedensel bir kökeni vardır ve bu da yazarların bu animasyon çalışmasının yaratılmasında ortaya koydukları şeydir. Dahası, her bireyin temel duygularının benzersiz olduğu ve benzer görünüm ve davranış özelliklerine sahip olduğu gösterilmiştir. Sonuç olarak, bu yaratıkların bir insanla birlikte doğduklarını ve yaşamları boyunca onlarla birlikte var olduklarını varsaymak uygundur. Bu da yetişkin bireyin dünya görüşünün çocukluktan itibaren tam bir süreklilik arz ettiği anlamına gelir.
Freudyen psikanalizin Riley ile ilgili bir başka ilgi çekici örneği de yüceltme kavramıdır. Bilindiği üzere, psikolojide bu terim, bireyin olumlu sonuçlar elde etmek için fazla enerjiyi alternatif bir kanala yönlendirmeyi amaçlayan savunma mekanizmasını ifade etmektedir [1]. Bu yöntem, kişinin stresten kurtulmasını ve yaratıcılık, spor veya hobilerde zirveye ulaşmasını sağlar. Riley, hokey sahasında oynarken hayatının kontrolünü Öfke’ye devrettiğinde bir yüceltme örneği sergiler. Yıkıcı duygularla dolup taşan agresif kız, bu enerjiyi mükemmel bir yüceltme örneği olan spora yönlendirmeye karar verir.
Son olarak, Riley’nin hikâyesinin en açık olmayan unsuru, kahramanın hayatındaki Jungcu gölge arketipinin keşfidir. Carl Jung’un bir bireyin kişiliğinin doğasını, temeli psişik enerji olan üçgen bir sisteme göre inşa eder. Bireyin bilinci üçgenin tepe noktasını oluşturur ve iki sınır arasında gölge arketipi de dâhil olmak üzere bilinçdışı yer alır. Jung’a göre gölge, kişisel ve kolektif tutumlardan oluşan özerk bir birim olan bilinçdışı sistemin belirli bir bileşenidir [2]. Gölgenin kabul edilmemesi kişilik uyumsuzluğuna ve dolayısıyla en ciddi iç çatışmalara yol açar.
Riley’nin yaşadığı bu duygusal çatışmalarda, kurgusal anlatıda uzun süreli hafızada depolanan anılara dokunarak onları özlemle renklendiren ve kızın onları neşe yerine üzüntü ile hatırlamasını sağlayan hüzün de yer almaktadır. Filmdeki Hüzün kendi kendine yeten bir birim değildir ve tüm beşlinin durumsal lideri olan Neşe’nin desteğine ihtiyaç duyar. Bu nedenle Riley Üzüntü’yü kabullenemez ve bunun yerine Neşe’nin duygularını uygunsuz oldukları yerlerde bile bastırmaya çalışır. Bu strateji de duygular arasında uyum eksikliğine ve sonuç olarak Riley’nin derin bir strese girmesine yol açar. Muhtemelen Riley başlangıçta Hüzün ve Üzüntü konusunda normal olsaydı, duygularını ifade etmekte hiçbir sorun yaşamayacaktı.
Her ne kadar kurgusal görünse de hafıza üzerine yapılan birçok çalışma, duyguların aslında anıları nasıl değiştirdiğini gösterir. Bu nedenle anıların, deneyimin önemli bir duygusal tonla yeniden yaratılması olduğu iddia edilir. Irvine’deki California Üniversitesi’nden Linda Levine, bir kişiden utanç ya da öfke hissettiği bir anda bir şeyi hatırlaması istendiğinde, kişinin o anda hissettiği duyguların, anının daha utanç verici ya da öfke uyandırıcı niteliklerle ortaya çıkmasına neden olacağını açıklamıştır. [3]
Riley’nin taşındığı yeni şehirde gündelik hayatında yaşadığı kaygı ve değişimlerin bir sonucu olarak, hayatta kalmaya dair rüya teorisinde de belirtildiği gibi, bunları rüyalarına yansıtmaktadır: “…rüyalar, belirsizliklerimizi, kararsızlıklarımızı, fikirlerimizi ve arzularımızı gösteren gündelik hayata dair kaygıları temsil eder” [4]. Bu nedenle rüyalar günlük yaşamla uyumludur. Öte yandan, kişilik açısından bakıldığında, filmde anlatılma şekli, kurgulansa da (kişilik adaları), kişiliğin gelişiminde anıların ve hafızanın gücünü yansıtmaktadır. Yeterince güçlü bir anı, hayatımızda dönüm noktaları oluşturabilir ve bir ‘kişilik adası’ oluşturmaya devam edebilir, çünkü çocukluğumuzda sahip olduğumuz başarılar bizi belirli bir şekilde davranmaya veya belirli zevklere meyilli hâle getirir. Kişilik, güçlü bir duygusal yükten etkilenen ve benlik saygısını etkileyen çeşitli deneyimlerle şekillenir.
Kişilik, büyüdükçe değişir ve bu nedenle sürekli bir öğrenme süreci içinde oluruz. Bu durum, filmde ‘kişilik adalarının’ en çocuksu, en aptalca olandan başlayarak spor gibi Riley’nin kişiliğine en çok özellik kazandıranlara doğru çökmesiyle yansıtılır. Sonunda, ergenlik sürecine girerken büründüğü olgunluğu yansıtan ve aynı zamanda sosyal ve kişisel deneyimlerin yanı sıra çocukluk anılarının da bir sonucu olan, böylece daha ciddi ve daha yetişkin bir kişilik üreten daha fazla ‘kişilik adası’ gözlemlenebilir. [5]
Gelişim açısından bir başka kavram da Riley’nin ebeveynlerinin duygularında var olan denge ve olgunlukta gözlemlenebilir; zira Riley’nin duygularını ve dolayısıyla eylemlerini ve toplumla etkileşimini Neşe yönetirken, annesini Üzüntü, babasını ise Öfke yönetmektedir. Her ne kadar bu duygular ebeveynlerin zihinlerinde başı çekse ve davranışlarında da gözlemlenebileceği üzere eylemlerinde baskın olan duygular olsa da genel olarak beş duygu arasında daha büyük bir homojenlik kaydedilebilir. Bu da yetişkinlikte öğrenme ve hafızaya dayalı bir kişiliğin zaten pekişmiş olduğunu ve aynı şekilde duygular arasında bir denge olduğunu, yani Riley’ye kıyasla nispeten duygusal zekâ geliştirdiklerini açıkça göstermektedir.
Duygusal zekâyı geliştirmek kolay bir iş olmadığı gibi, çoğunlukla bilinçdışı olduğundan ve duygular beynin evrimsel olarak çok eski bölgeleri tarafından kontrol edildiğinden, doğuştan gelen bir yetenek de değildir. Duyguların değerlendirilmesi, ifade edilmesi ve düzenlenmesinin altında yatan bu beceriler bütünü, bireyin içinde geliştiği çevrenin bir sonucudur. Duyguları yönetmek hızlıca öğrenilebilecek bir şey değil, kişisel olarak kendini gerçekleştirmenin bir parçası olarak yaşam boyunca devam eden kapsamlı bir yolculuktur.
Sonuç olarak filmin temel fikri, duyguların rasyonel düşünceyi ve dolayısıyla karar verme gibi çeşitli bilişsel süreçleri organize etmekten sorumlu olduğunu açıkça ortaya koymaktır. Genellikle duyguların rasyonalite ile uyumlu olmadığı düşünülür. Ancak duygular dünyayı algılama ve tepki verme biçimimizi, anılarımızı, gerçekler ve görüşler arasındaki öznelliği, kişiliğimizi ve hatta ahlâkî yargılarımızı yönlendirerek topluma daha iyi uyum sağlamamıza ve ruh sağlığımızı iyileştirmemize olanak tanır. Keltner’in de belirttiği gibi [6], sosyal etkileşimlerin duygularımızdaki rolü ve çevremizdeki insanlarla – aile, arkadaşlar, tanıdıklar ve yabancılar – etkileşim şeklimiz de vurgulanmaktadır. Özellikle üzüntünün duygusal zekânın gelişimi ve duygular arası denge için temel bir duygu olarak kabul edilmesi, acı veren bir durumla karşı karşıya kaldığımızda bu duyguyu kabul etmek gerektiği, o ânı yaşamanın önemli olduğu, üzgün hissetmek için kendimize izin vermemiz gerektiği ve duygularımızın yaşadığımız durumla uyumlu olması gerektiği vurgulanmaktadır.
Ayrıca, filmin yapımında psikolojik kavramlara yer verilmesi, yapımcının hem çocukları hem de yetişkinleri, bazı duygulara diğerlerinden daha fazla değer vermememiz gerektiği, aksine, filmin başında Riley’nin kişiliğinin gelişiminde bir engel gibi görünen üzüntü de dâhil olmak üzere tüm duygularımıza eşit değer vermemiz gerektiği konusunda düşündürme çabasıdır. Bu, kendimizle daha dengeli olmamızı ve daha dengeli bir kişiliğe sahip olmamızı sağlar.
Kaynakça
4: https://www.researchgate.net/publication/46426569_The_Development_Of_The_Science_Of_Dreaming