Çıkarın elbiseleri, pantolonları… Burada yazmalarımız başımızda, şalvarlarımız var bir tek. Torosların güneş altında kavrulan topraklarında, Mersin’in Arslanköy beldesindeyiz. Ancak burada pişip kavrulan yalnızca topraklar değil; kelimeler, sesler ve hikâyeler aynı zamanda. Dokuz ayrı feryattan, yıllar yılı gizli tutulan, mahrem hikâyeler. Kimi tarlada iki büklüm, buğday başaklarının salınışına fısıldıyor hikâyesini; kimiyse tazecik yaşında, çeyiz sandığında saklı hayallerinin yanından çıkardığı bembeyaz bir kundağa dürüyor. Ama bir türlü sesini giydiremiyor hikâyesine; “Sussam daha iyi…” diyor bir ses. Onun yerine ayaklarında sallıyorlar her gün. Çapalarının ucundan toprağa akıtıyorlar, bir bıçağın ucunda ince ince kıyıp yemeğe katık ediyor, sonra çimento ve tuğlaya karıştırıp ördükleri duvarlara gömüyorlar, ellerinin hamuruyla. Ancak yerinde durur mu kelime? Damlıyor, birikiyor, sancıyor ve nihayet bir gün her biri, ekildiği toprağın karnından başını uzatıyor doğum vakti gelince, Ümmüye Koçak’ın torbasına doluyor hikâyeler ve açılıyor perdemiz:
“Hayat bir tiyatro bana göre, çevremde her rol oynanıyor. Kendim de oynadım her gün hayatım boyunca. Mesela hizmetçi rolüne girdim, hizmet yaptım. Aileme katkıda bulunmak için… Ayşe arkadaşım, Fatma arkadaşım hem erkek gibi olup dağdan odun getirir mesela… Kendi kişilikleri anne olmak, ev hanımı olmak… Bunu nasıl yaparım, nasıl bir şeyler yaparım diye kafamda tasarlarken Hüseyin Bey’den gördüm… Benim kafamda tasarladığım şeyin tiyatro olduğuna o zaman karar verdim. Biz de bir tiyatro yapalım dedim kendi kendime. ‘İnanıyor musun sen olabileceğine?’ dedi. ‘Ben inanıyorum’ dedim.”
2003 yılı. Pelin Esmer, gazete kupüründe denk geldiği haberde, Mersin’de dokuz kadının bir araya gelip kendi hayatlarını sahneledikleri oyunun hikâyesini gördüğü anda yerinden fırlıyor. Kamerasını kapıp doğruca Arslanköy’ün yolunu tutuyor. Ve böylece fedakârlıklarla dolu tam dört buçuk aylık bir şahitliğin ve dokuz ayrı hikâyede birleşen “kadın”ın yolculuğuna çıkıyor.
“Keşke yalan olsa, yaşanmamış olsa. Ama hepsi yaşandı bunların.”
Kamerasından önce her bir hikâyeye bizzat gözleriyle dâhil oluyor Esmer. El yazısıyla yazılmış bir senaryo değil bu. Kaderin dilinden okuyor herkes repliğini. Bu yüzden kameranın kurulduğu yer yapay film setleri değil, sıcağı sıcağına ekmek pişen ocak başları, tarla toprakları, kuaför salonları, inşaatlar, kısacası Arslanköy’de kadın eli değen her yer oluyor.
İlkin herkes çekindiğinden, bu dokuz kadından kimse hikâyesini anlatmaya cesaret edemiyor. Ancak bir araya geldiklerinde muhabbetin samimiyeti ve gerçekliğiyle yıllar yılı içlerinde tuttukları kelimelerin ve sakladıkları hikâyelerin dilleri çözülüveriyor. Hepsi Hüseyin Öğretmen’in defterinde bir araya geliyor, Esmer’in kurgusunda harmanlanıyor ve böylece ortaya rengârenk, şen şakrak, film tadında bir belgesel çıkıyor.
Oyun (2005), adı üzerinde, gerçek hayat hikâyelerinden esinlenerek kurgulanmış bir tiyatro oyununun, yazılışından kostümlerin, makyajların yapımına, tüm hazırlanış ve sergileniş sürecini anlatan sıcacık bir belgesel film. Fikri ilk olarak ortaya çıkaran Ümmiye Koçak, yıllarca defterlerine yazdığı hikâyeleri ve kurguları bir gün oyun şeklinde sergilemeye, köydeki kadınlarla bir araya gelip bir tiyatro hazırlamaya karar verir. Amacı, ağır iş yükü altında ezilirken her rolü üstlenen kadının sesini, bu kez gerçeklerden kopmayarak yine kendi kimliğini taşıdığı “kadın” rolü üzerinden tüm çıplaklığıyla sahneye taşımak ve hayatın gidişatında sesini bulamamış hikâyelere bir ayna olup toplumda farkındalık uyandırmaktır. Bu düşüncelerden yola çıkarak “Kadının Feryadı” adlı oyunu, köyün öğretmeni Hüseyin Arslanköylü’nün yardımlarıyla kaleme alırlar. Ardından hummalı bir çalışma süreci bekler oyunculuğu üstlenen dokuz kadını ve zamanla bu süreç, her birinin hayatından yola çıkıp tüm köye sirayet eden bir değişimin süreci hâline gelir. Çünkü bu oyun, o zamana değin her türlü iş yükünü vazife bilinciyle sırtlanıp harfiyen yerine getiren “kadın” figürünün, “kumar, içki, sigara” gibi alışkanlıkların bağımlısı ve fiziksel şiddet unsuru olarak yansıtılan “erkek” figürüne kendini kanıtladığı bir alandır. Oyunun hazırlanma süreci boyunca her bir kadının hayatı da, tıpkı hikâyelerinin, senaryoya dâhil oluşu gibi oyunun kendisinde anlatılan değişimin bir parçası, hatta farkında olmadan bir yansıması olur. Oyunun altında filmin belgelemeye çalıştığı da budur aslında. Başta gündeme getirdikleri tiyatro, etraflarındaki erkekler tarafından kaale alınmaz ve destek bulmaz. Ne var ki Ümmüye’nin teşvikiyle bu işin peşini bırakmayan kadınlar, sonunda seslerinin en gür hâliyle sahnededirler. “Burada, bu köyde bir şeylerin değişmesi lazım” derler. Karı-koca ilişkilerinden, anne- çocuk, öğretmen-öğrenci, kayınvalide- gelin ilişkilerine kadar kadın unsuruyla ilgili tüm rolleri sahneye taşıyarak toplumdaki kadın algısını farklı yönlerden masaya yatırırlar. Bu süreç sonunda fark ederler ki başta eşleri olmak üzere erkek-egemen çevrelerinin onlara, dahası “kadın”a bakış açısı da değişmiştir; “kadın” saygı gören ve istediği zaman haklarını en güzel şekilde savunmasını bilen, güçlü bir kimliktir artık. İçlerinde kalan ukdeler, okumak, yazmak, toplumda ses bulmak üzerine kurdukları hayaller gün yüzüne çıkmış; bunca zaman saklı olan “Kadının Feryadı”, herkesçe işitilmiştir.
“Hani Mahsun Kırmızıgül’ün bir parçası var ya, ‘nice insanlar gördüm, üzerlerinde elbise yok; nice elbiseler gördüm, içlerinde insan yok.’ İlla elbise lazım, içindeki insana kimse bakmaz.”
Oyuncuları bir kurgu içine yerleştirmektense, süregelen hayatlara bir süreliğine konuk olan film, bu özelliğiyle toplumdaki kadın-erkek cinsiyet rollerine, aile içinden bakarak kadının gözünden en doğal hâliyle yansıtıyor. Bunun yanı sıra, günlük muhabbetlerinden sunduğu kesitlerle, topluma, insana, değer yargılarına yönelik eleştirilerin de, kadının günlük yaşantısının bir parçası olduğunu gösteriyor. Kadınlar bir sahnede ocak başında yufka açarlarken erkek olmanın ne anlama geldiğini tartışıyor, ideal erkek değerini irdeliyorlar; başka bir sahnedeyse inşaat işlerinde bilfiil çalışıyor, harç karıyor, duvar örüyor, bu sırada tiyatro konuşup ezber yapıyorlar. Film, bu özelliğiyle bir yandan kadının, gündelik işiyle bütünleşmiş fikrî dünyasına ayna tutarken; diğer yandan bir anne, bir eş, bir arkadaş olarak en temel ve mahrem duygularına dokunuyor usulca. Hayatın tüm bu hengâmesinde her şeye rağmen ilk başta annelik görevlerinin geldiğini, ne olursa olsun eşlerinin ve çocuklarının onlardan bekledikleri sevgiyi her şeyden üstün tuttuklarını dile getiriyorlar. Böylesine doğal bir akış içinde ilerleyen kesitler, Esmer’in oldukça titiz düzenlemesiyle yapaylıktan uzak, gerçeğin en insanî dille şekillendiği bir kurgu oluşturuyor nihayetinde. Ve film boyu tatlı, buruk bir tebessüm tadı kalıyor ağzımızda.
Çekim ve teknik düzenlemeleriyle yapımı iki yıl süren Oyun, 2005’te ilk olarak Arslanköy’de gösterilmeye başlanıyor. Bu tarihten sonra da kısa sürede yankısını pek çok yerde buluyor. Trieste Film Festivali’nde En İyi Belgesel, Tribeca Film Festivali’nde En İyi Yeni Belgesel Yönetmeni Ödülü ve daha birçok ulusal ve uluslararası ödülün sahibi oluyor.
İlk uzun metraj filmi Koleksiyoncu’nun (2002) ardından ikinci çalışması olan Oyun’la kariyerinde oldukça sağlam adımlarla ilerleyen Esmer, filmlerindeki belgesel anlatımın doğal bir şekilde oluştuğunu ve film ile belgesel arasındaki ayrımın, onun için çok belirsiz olduğunu söylüyor. Şüphesiz, belgesel tadındaki filmlerinin doğallık ve gerçeklikle iç içe oluşu, Esmer’e sinema dünyasında özgün üslubuyla yepyeni bir yer açıyor.
Özellikle kadın unsuru üzerine yaptığı vurgu ve kadın bakış açısından aktarılan sahneler, Oyun’un kapanış cümlesinde, Esmer’in bir nevi imzası oluyor:
“Bu tiyatro bitmeyecek! Biz gördük, çocuklarımız görmeyecek. Çalışacağız, başaracağız! İnsanız, insan be!”